
Prof. Dr. Bedri Gencer yazdı
Yalanın Timsali Cübbeli
Doğru Söz Yemin İstemez
Kur'ân-ı Kerim’de buyurulduğu gibi (Yusuf 12/17), “iman”, kizb’in (yalan) zıddı olan sıdk (doğruluk) kökünden gelen “tasdik” demektir. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, “Yalan ile iman bir araya gelmez; Ancak iman etmeyen yalan uydurur.” buyurur. Yani imanlı yalancı, yalancı imanlı olamaz. İbni Hazm'a göre yalan, her türlü kötülüğün aslıdır ve küfür (Allah'ı inkâr) de onun bir türüdür. Yalan ile iman bir araya gelmez ama nasıl yalan ile yemin bir araya gelebilir?
Hayatında hiç yalan söylemediği için insanların doğru konuştuğundan emin oldukları doğru kişi, sözlerine inandırmak için yemine ihtiyaç duymaz. İnsanların tanımadıkları veya daha önce yalan söylediği için doğru konuştuğundan şüphelendikleri kişi, sözlerine inandırmak için yemine ihtiyaç duyar. Yemine itibar, eğri (yalancı) kişi, “Acaba bu kez doğru konuşuyor olabilir mi?” tereddüdünden kaynaklanır. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de (Münâfikūn, 63/1) buyurulduğu gibi, bir kişi, kalben inanmadan doğruyu söylese bile yalancı sayılır. Demek ki sıdkın aslı, kalptir; kalp bir kere eğrilince dil bir daha doğrulmaz, genellikle eğri kişiden doğru söz çıkmaz; çıksa bile Hz. Ali’nin Hâricîlere dediği gibi, “batılın murad edildiği söz” olur.
Böylece kizb ile yemin, sıdk ile yeminsizlik özdeş hale gelirler. “Doğru söz yemin istemez.” atasözü, tersinden, “Yalan söz yemin ister.” olarak okunur. İmam Şâfiî gibi sadıkların, “Asla yalan söylemedim. Bir şeyi övmeye çalışırken abartmış olsam da, haklı veya haksız olsam da, hiçbir zaman Allah adına yemin etmedim.” dediği gibi. Zira kalp bir kere bozuldu mu, yalancı, hile ile kalben inanmadığı şeyi söyleyebilir, inanmadığı şeye yemin edebilir. Karamanoğlu Mehmed Bey, elini koynuna koyarak, “Bu ten canda durdukça sana mutî‘ olacağım.” diye bir daha Osmanlılara karşı çıkmayacağına dair Çelebi Mehmed’e söz vermişti. Bilahare niçin sözünde durmadığını soran Karaman Beylerine, “O vakit koynumda güvercin vardı, onun canı üzerine yemin etmiştim, sonra güvercini salıverdim, yemin bozuldu.” cevabını vermişti.
Allah’tan veya kullardan, bu konuda söylenen hikmetli sözlerin hepsi aynı hakikati ifade ederler.
Yalan Söz Yemin İster
Allah Teâlâ:
-Ve sözünüzde durma ve takva sahibi olma ve insanların arasını düzeltme adına Allah’ı yeminlerinize maruz bırakmayın (Bakara, 2/224).
Rasûlullah (s.a.v.):
-Ya Ali!
Allah’ın reddettiği kişinin üç alameti vardır:
1- Çok yalan söyler, yalan yere çok yemin eder.
2- Halka cefa verir.
3- Başkasının sırtından geçinir.
Türk Atasözü:
-Doğru söz yemin istemez.
Mevlânâ:
2863. Eğri (yalancı) kişilerin kalkanı yemindir.
2865. Doğru kişilerin yemine ihtiyacı yoktur. Zira onlar için ışıklı iki göz (kalb ve akıl) vardır.
İmam Şâfiî:
-Asla yalan söylemedim. Bir şeyi övmeye çalışırken abartmış olsam da, haklı veya haksız olsam da, hiçbir zaman Allah adına yemin etmedim.
Azerbaycan Atasözü:
-Çok yemin eden, çok yalan söyler.
İtalyan Atasözü:
-Yalancılar yemin etmeye herkesten çok eğilimlidirler.
Nâbî
-Çok yemîn ehli değil ehl-i yemîn
Kizbinin şâhididir fart-i yemîn
-Çok yemin edenler hayır ehli değildir.
Aşırı yemin yalancılıklarının şahididir.
Necip Fazıl
-Ağızı yemin fıçısı haline gelmiş insanlardan ürkmek lazım.
Yalan Yalanı Doğurur
Yani yalancılar, buram buram yalan kokan sözlerine insanları inandırmak, kandırmak için su gibi yemin ederler. Zira Cenab Şehabeddin, “Hiçbir hayvan, yalan kadar doğurgan değildir. Bir yalan, en az on yalan doğurur.”, Winston Churchill de, “Küçük bir yalanın, onu koruyacak daha büyük yalanlardan oluşan bir koruma gücüne ihtiyacı vardır.” der. Kısaca “İlk düğme yanlış iliklenince gerisi de yanlış gider.” kaidesince, yalan yalanı doğurur, yalan yalanla beslenir. Bunu Cübbeli lakabıyla tanınan Ahmet Mahmut Ünlü misalinde iki maddede gösterebiliriz:
A-Muhbir (konuşan):
Haberin doğruluğu, muhbirin doğruluğuna bağlıdır. Hadis âlimleri, hadis rivayetinde bir defa yalan söyleyenin bütün rivayetlerini elemişler, tövbesinin dahi kabul edilmeyeceğine karar vermişlerdir. Ancak fıkıhta tövbe ettiği takdirde bir defa yalan söyleyenin şahitliği caiz sayılmıştır. Fakir gibi bir kez karşılaşan biri bile Cübbeli’nin yalanlarına şahit olur, maruz kalır. Şahitler bir tarafa, Cübbeli’nin sadece kayd edilmiş konuşmalarındaki çelişkilerden kendi kendini yalanlamasının binlerce misali, binlerce yalanı yakalanabilir. Fıkıhta iki defa yalan söyleyenin şahitliği kabul edilmezken binlerce yalan söyleyen birinin şahitliği nasıl kabul edilir?
Bu şekilde yalanın timsali olan Cübbeli, yalancı imajından kurtulmak, insanları doğruluğuna kandırmak için kendini övmede yalanın dozunu kaçırır. Hâşâ, “Ahmet'i bana bırakın, onun işlerini ben hususî yönetiyorum.” diye Allah adına yalan söylemeye kadar varır. Allah adına yalan söyleyen birinin ağzından uydurmayacağı kişi, söylemeyeceği yalan, etmeyeceği yemin yoktur. Görüldüğü gibi Cübbeli, “vallahi, billahi, tallahi” diye Allah ve Mahmud Efendi adına, Mehmet Talu aleyhine birçok kişiyi kapsayan katmerli yalanı Allah’tan korkmadan rahatlıkla uydurabilmektedir.
Yalanın Sonu Hüsrandır
Cübbeli, her gün Mahmud Efendi’nin ağzından kendini öven sözler uydurabilir; “Bu gece Efendi Hazretleri rüyamda buyurdu ki: “Rabıtamı muhafaza ettiği için Ahmet'imi cennette rabıta köşkünde gördüm.” diyebilir. Efendi’yi tanıyan herkes, “Bu Ahmet ne iyi adammış; İlmimden herkes kaşıkla, o kepçeyle aldı.” tarzı cıvık üslubun onun üslubu olmadığını, Cübbeli’nin onun ağzından uydurduğunu rahatlıkla anlar.
Cübbeli, aslında böylece bir taşla iki kuş vurma kabilinden çifte Efendi istismarı yapıyordu. O, Mahmud Efendi’nin ağzından kendini öven sözler uydurmakla hakkındaki menfî kanaatinin üstünü örtmekle kalmıyor, üstelik prim yapıyordu. Efendi, övgünün aksine, cemaatinin maruz bulunduğu Cübbeli tehlikesine karşı yakın çevresini hep uyarmış, "Vefatımdan sonra bu tarikata en büyük zararı Cübbeli verecek." demişti.. Oğlu Ahmet Ustaosmanoğlu ile merhum Abdülmetin Balkanlıoğlu’nun ikisi de, “Cübbeli hakkında bildiklerimizi (Efendi’den duyduklarımızı) açıklayamıyoruz.” diyorlardı. Ahmet Hocanın, “Babamı hayatta en çok üzen kişi Cübbeli'dir.” demesi, bu hususta fikir vermeye yeterdi.
Efendi, değil Cübbeli, en sevdiği, kızını verdiği Hızır Efendi hakkında bile asla övücü konuşmamıştı. Ancak bir gün Cuma hutbesinde, candan sevdiği müridi Kemal (Hut) Efendi hakkında, “Kemal Efendi’yi misal verelim. Allah'ın izniyle kibir yapmaz, onun nefsi gitmiştir.” buyurmuştu. Bu, medhiye (övgü) değil, onun Kemal Efendi gibi velayet mertebesine çıkmış müridlerine duyduğu samimî muhabbetin izharı olarak tezkiye idi. Mahmud Efendi (k.s.), bir gün halifesi Hasan Efendi (k.s.) hakkında üç kere, “İçimizde en edeplimiz Hasan Efendi”, onun halifesi Fikri Efendi (k.s.) hakkında da defalarca, “O melek gibi bir insandır.” buyurmuştu.
Mürşidin müridine medhiye yerine tezkiye yapmasının izahı, Mahmud Efendi’nin İrşâdü’l-Mürîdîn (s.172) kitabında Hâlid-i Bağdadî’den (k.s.) yaptığı iktibasta bulunur:
“Mürid, mürşidinin kendisine zâhirde güzel muamelede bulunmasına, tazim etmesine aldanmamalıdır. Mürşidin müride tazimi, onun için öldürücü zehirdir. Bu muamele, mürşidin müridini yalancı saymasındandır.”
Demek ki Cübbeli’nin sürekli Mahmud Efendi’nin ağzından kendini öven sözler uydurması, kasd etse de etmese de her halükârda aleyhine dönüyordu.
-Kasd ederek: Efendi’nin böyle övücü üslubunun olmadığı bilindiğinden yalan söylediği ortaya çıkıyordu.
-Kasd etmeyerek: Tasavvufta “Tazim, mürşidin müridini yalancı saydığını gösterir.” kaidesince Efendi’nin kendisini yalancı saydığını söylemiş oluyordu.
Demek ki her halükârda doğruluğun sonu felah, yalanın sonu hüsrandı. İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu'l-Beyan’da buyurur:
“Hâfız der ki:
Doğruluğa uğraş ki nefesinden güneş doğsun
Subh-ı kâzibin yüzü yalancılığından karardı
Yani fecr-i sâdıkın arkası güneş olduğu gibi doğruluğun sonu da nurdur (aydınlık). Fecr-i kâzibin arkası karanlık olduğu gibi yalanın sonu da zulmettir (karanlık).”
Yalancının Şahidi Yanında Olur
B-Haber (konuştuğu):
Yakub el-Kindî, kezib’i, “Olmayanı olmuş, olanı olmamış gibi gösteren söz.” diye tanımlar. Nitekim Allah adına yalan yeminin ağır vebalinden dolayı kefaretin bile yetmediği yemin-i ğamûs da, olmamış bir şeyin olduğuna veya olmuş bir şeyin olmadığına bilerek yalan yere yemin etmektir. Yani asıl yalan, bu şekilde Cübbeli’nin yaptığı gibi hakikati tersyüz etmek, hakkı batıl, batılı hak göstermektir. O, yemin-i ğamûsun tarifince bir taraftan “Mahmud Efendi halife bırakmamıştır.”, bir taraftan “Mahmud Efendi son şeyhtir.” yalanını isbat etmek için her tuşa basarak yalanlar zinciri (rabıta, mehdiyet, üveysiyet, imamet, şehadet, temessül vs.) uydurmuştur.
Merhum Abdülmetin Balkanlıoğlu Hoca, yıllar önce Cübbeli’ye teşhisi koymuştu: “Yalan, yalan, yalan, yalan, yalan, yalan fırtınası. Allah'ın sana son sözü ne? “Benim katımda sen, kılının ucundan nasırın ucuna kadar her zerresi yalan olan, kezzab, sahtekâr denen çok profesyonel bir yalancısın”. (*)
Pekiyi, nasıl böyle biri, halen o kadar insan tarafından dinlenebiliyordu? Bu sorunun cevabı, iki atasözünde gizliydi:
1. Yalan dinlemek, yalan söylemekten güçtür.
2. Yalancının şahidi yanında olur.
İbni Hazm’a göre yalan, her türlü kötülüğün aslıdır ve küfür de onun bir türüdür. Yalan, korkaklık ve bilgisizlikten doğar. Korkaklık, ruhu alçaltır; korktuğu için yalan söyleyen kişi, artık değer verilen ruhî yücelikten uzak kalmıştır. Ancak Cenab-ı Hak, “İnsanlardan korkmayın, benden korkun.” (Mâide, 5/44) buyurmuyor mu?
.
Prof. Dr. Bedri Gencer, dikGAZETE.com
(*)