Osmanlı devletinin yıkılış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde, devletleri yıkan ve kuran uluslararası sermayeye sahip aileler tarafından devletimize biçilen rol, yakın tarihte değişime uğramıştır.
Her ne kadar Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış, barış anlaşması imzalamış olsak da tam bağımsız olduğumuz söylenemez.
Kurucu aktör, bağımsızlığımıza önderlik eden Mustafa Kemal Atatürk, vakti geldiğinde geri alınmak için bazı tavizler vermek zorunda kalmıştı.
Başka türlüsü zaten mümkün değildir.
Hatay konusunda verdiği taviz, gerekli şartlar olgunlaştığında siyasi ortam gözetilerek ölümüne yakın çözüme kavuşturulmuştu.
Ayasofya konusunda gayri ihtiyari verilen taviz, belki ömrü olsaydı 1950’li yıllara kalmadan çözülecekti.
Halifelik konusunda Meclis uhdesine bırakılan yetki, yine şartlar olgunlaştığında aktif hale getirilebilirdi.
Mustafa Kemal Atatürk sonrası, liderler ve idareciler tam bağımsızlık yolunda çözüm arayışına girdiklerinde büyük bedeller ödemişlerdir.
Belki zamanlama hatası veya siyasi ikbal arzuları sebebiyle yanlış zamanda atılan adımlar, demokrasi tarihimizde kara lekeler bırakan askeri darbelere kapı aralamıştı.
AK Parti kurulup Recep Tayyip Erdoğan başbakan seçilince birkaç defa tatlı sert sınamalar, test girişimleri olsa da sermayeye hâkim aileler, hemen gerekli müdahalelerle sürecin kendi arzularına göre yürütüldüğü gerçeğini hükümete meşru olmayan yollar ile bildirmişti.
Terör olayları, canlı bombalar, siyasi cinayetler türünden aba altından gösterilen sopalar olduğu gibi daha net ve açık tepkiler de vermişlerdir.
2007 sonrası yaşananlar sadece ülke içi hesaplaşmalar olarak görülemez. ‘Dış Güç’ olarak kavramsallaştırılan güçler tarafından açık ve net operasyonlar yapılmış ve hükümet, kendi eksenlerine çekilmek istenmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk sonrası Recep Tayyip Erdoğan’ın dik duruşu ve kararlılığı karşısında yöntem değiştiren, pozisyon değişikliğine giden dış güçler, Ortadoğu politikalarını Türkiye ekseninde belirlemeye başlamıştır.
Türkiye’yi, Ortadoğu coğrafyasında bölgesel aktör olarak tanımlayan ve buna göre çizim edenler ‘oyun içinde oyun’ ile devletimizi sürekli olarak maşa gibi kullanmak istemişlerdir.
Devletimizin uzun yıllar, piyon olmayı kabullenmiş gibi görünerek, sessizce bağımsızlık yolunda çalışmış, kendisine biçilen rolde yavaş hareket etmeye, zaman kazanmaya özel önem vermiştir.
15 Temmuz kalkışması gecesi yaşananların çoğu “devlet sırrı” hükmünde olarak kalacak olsa da Türkiye Devleti, eksen değişikliğine, ikinci Milli Kurtuluş sürecine girmiş oldu.
Bu sebeple, Cumhuriyet Bayramı ile 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü aynı eksendedir. Bağımsızlık yolunda birer mihenk taşıdır.
Bu açıdan tarih yazıcıları, yıllar sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı tam bağımsızlık yolunda ikinci kurtarıcı olarak kitaplarında yazabilir, yazmalıdır.
Bu durum, Mustafa Kemal Atatürk ile Recep Tayyip Erdoğan arasında kıyas ve karşılaştırma anlamında değildir. Bu kıyas, teknik olarak zaten yapılamaz.
Cumhuriyet tarihinde darbeye direnen bir lider olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 15 Temmuz direnişinin öncülüğünü yaptığından, bu zaferin baş mimarıdır ve bunu dibine kadar kullanma hakkına sahiptir.
Ayrıca 15 Temmuz direnişi, kimsenin tapulu malı değildir. Millete aittir, tıpkı Kurtuluş Savaşı gibi.
Aradan geçen yıllara rağmen, Kurtuluş Savaşı sinerjisinin, 15 Temmuz direniş ruhunda enerji olarak yerli yerinde olduğu görülmüştür.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş, yine bağımsızlık yolunda atılan uzun vadeli bir adımdır. Kısa vadede görülen aksaklık ve sıkıntılar, tecrübe edilerek orta vadede düzeltilecektir.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesiyle verilen uluslararası mesajın karşı cevabı uzun yıllar sonra Danıştay Kararı sonrası, Cumhurbaşkanı Kararıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a nasip olmuştur.
Bu kendiliğinden olacak bir gelişme değildir, birbiriyle bağlantılı gelişme ve çabaların ve tarihi zamanlamanın bir sonucudur.
Danıştay'ın Ayasofya Camii kararı, tamamen uluslararası siyasi bir karardır ve yansımaları olacaktır. Cumhurbaşkanı Kararı da aynı minvaldedir.
Devletimiz bu kararı alırken mutlaka çok yönlü düşünmüş olmalıdır.
Türkiye bağımsız bir devlettir. Ülke sınırları içinde istediğini yapma hakkına sahiptir.
Ayasofya Camii’nin açılması, tam bağımsızlık yolunda önemli bir adımdır.
Yakın gelecekte Halifeliğin tekrar gündeme gelmesi muhtemel bir gelişmedir, şaşırtıcı olmayacaktır.
Salgın sürecinin yönetimi, buna uygun yatırımların yapılması, tanı kiti ve solumun cihazı üretimi ile başlayan ticari hamleler, birer sinyal olarak algılanabilir.
Savaşların seyrini değiştiren “SİHA”ların katma değer getirisi, elbette ki Türkiye’nin bölgesel aktör olmasının bir sebep sonucudur.
Dünyayı yöneten aileler, Türkiye’nin güçlenmesini desteklerden Suriye ve Libya’da bazen örtülü bazen açık şekilde Türkiye’ye destek vermektedir.
Yakın zamanda sıcak paranın ülkemize girişi ile yapısal reformların yapılması, bakanlıkların ayrılması, toplu iş sözleşmesinde işçileri memnun edip “EYT” bekleyenleri de mutlu eden icraatların olması gibi gelişmeler yine sürpriz olmayacaktır.
Bunlar da gerçekleşirse şayet, erken seçim ile AK Parti’nin tek başına Cumhurbaşkanı seçecek güce ulaşacağı tahmin edilebilir.
Çoğu analizciler, Ayasofya kararını “erken seçim için işaret fişeği” olarak yorumlasa da işçi ve memur başta olmak üzere çözüm bekleyen konularda pozitif gelişmeleri görmeden erken seçim kararının alınmasının Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhur İttifakı’nın yeterli oyu alamayacağı yine sahada görülen bir gerçektir.
Ayasofya kararı tek başına Cumhur İttifakı’na seçim kazandırmaya yetmeyecektir.
Hükümet, tam bağımsızlık yolunda aldığı kararı iç seçim malzemesi yaparsa -ki yapmaya hakkı vardır- başka adımlar atmadan, atacağı bu adım hüsran ile sonuçlanabilir.
.
Muhammed Işık, dikGAZETE.com