Sivil Toplum Kuruluşları (STK) üzerinde aslında o kadar çok konuşulacak şey var ki, öncelikle bir soru sorarak başlamak istiyorum: “SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI GERÇEKTEN SİVİL Mİ?”
Benim cevabım: HAYIR, sivil olan tek şey belki de bu kuruluşların sahada çalışan elemanlarıdır.
Devam edelim o zaman…
Toplumdaki; psikolojik ve sosyolojik analiz konusunda ön plana çıkan STK’ların gerçek amacı, toplumun yapıtaşını güçlendirmek midir yoksa toplumun yapıtaşının altına dinamit döşemek midir?
Devlet dışında birtakım siyasal, kültürel, ekonomik ve sosyal faaliyetleri yürüten STK’ların; liberalizmin en önemli yapıtaşlarından birisi olduğu söylenir.
STK’ya ilişkin mevcut akademik tanımlamalara baktığımızda ise o kadar toz pembe çalışmalara denk geliriz ki; “Yahu bunu yazan gerçekten bir akademisyen mi?” diye sorarız kendi kendimize.
Mesela STK’lara ilişkin bu tanımlamalardan birisi şu şekildedir: “Sivil örgütlenmenin esasında dostluk, arkadaşlık, birlikte bir şeyler başarma duygusu, kollektiflik ve insanların gönüllü olarak bir araya gelip bir şeyler yapmaya çalışması gibi etkenler vardır. Bir sinerji ve güç birliği duygusunu içeren sivil toplum, insanların tek tek yapamadıkları şeyleri beraber yapması anlamına gelen bir şeydir. Bu sebeple, bu tür kuruluşlar, büyük oranda, faydacı ve paracı olmaktan çok dayanışmacı, gönüllü ve idealist çalışma yapabilecek insanlardan kadro kurmaktadır.”
İnsan acı acı gülümsüyor bu satırları okurken.
Gönül ister ki; toplumdaki sosyal yardımlaşmanın tek amacı, sadece gönüllülük esası çerçevesinde, toplumun bütün sorunlarına çare bulabilmek olsun…
Hangi siyasi kimlik olursa olsun hangi sosyal gruba ait olursa olsun şu gerçeği kabullenmeliyiz: “Ne yazık ki Türkiye’de STK’cılık anlayışı hayatını kaybetmiştir.”
*
Sizce de artık Türkiye’de henüz sayısını kestiremediğimiz bu STK’ların hepsini hem mali hem hukuki yönden ayrıntılı bir şekilde denetleyecek bir komisyonun kurulmasının zamanı gelmedi mi?
Toplumla bütünleştiğini iddia eden STK’ları maske olarak kullananları, Alman fonlaması ile sözde sürdürülebilir kentsel yaşam projelerinde STK’ları paravan olarak kullanılanların ve daha nicesini ülkemizde hemen hemen bütün toplumsal olaylarda ön plana çıktığını görüyoruz.
Nedense bu durumu hiç kimse sorgulamıyor, sorgulamak istemiyor.
Neden korkuyoruz?
Şahsen bu konuyu sorgulamaktan korkmayan birisi olarak; toplumu özünden uzaklaştıran, hukuka ve savunmaya ilişkin inancını sorgulatan sivil toplum kuruluşlarını neden görmezden geliyoruz?
Bu sorunun cevabını alana dek bıkmadan sormaya devam edeceğim.
*
STK’lardan vakıf olan TESEV’e dikkat çekerek konumuzu sonuca bağlamak istiyorum.
Öncelikle tek bir cümle yazacağım; Türkiye’nin ilk ve en ileri gelen STK’larından birisi olan TESEV’e ilişkin zihninizde bir kanaatin oluşması için: “2008 yılında yayımlanan bir röportaja göre TESEV'in toplam bütçesi 2 milyon doların üzerinde idi. Bunun 400 bin Amerikan doları SOROS'un vakfı tarafından karşılanmakta, geri kalanı ise yerel kaynaklardan temin edilmekte idi.”
TESEV’in STK’lara olan bakış açısı ise şu şekildedir:
“Güçlü sivil toplum yoksa şeffaf ve hesap verebilir kurumlar olmaz, aynı şekilde kurumlar şeffaf ve hesap verebilir yapıda değilse sivil toplum güçlenemez. Sivil toplumun kamu kurumlarının izleme ve değerlendirme süreçlerine katılabilmesi için bilgiye, kurumların şeffaf ve hesap verebilir olmaları için de sivil toplumdan gelecek demokratik taleplere ihtiyacı vardır.”
Yani kısacası şunu söylüyor; devletin denetim mekanizması da yönetim mekanizması da STK’lara teslim edilsin…
Şahsen bu mevcut gidişi ve bu tarz düşünceyi doğru bulmuyorum. Çünkü devlet zayıflatılıyor, hem de siyasi partilerin yanlış politikalarının maliyeti devlete kesilerek.
Bu sebeple de toplum, özellikle kriz anlarında devlet üstü organizasyonları talep ediyor ve sonrası malum:
“Sosyal medya üzerinden yürütülen ciddi bir propaganda ağı, devletten uzaklaştırılan bir millet ve kontrol altına alınamayan kitlesel bir öfke.”
*
Bütün bunları oturup şöyle bir seyredince…
Sizce; devletle milleti birbirinden uzaklaştıran, kitlesel öfkeyi tetikleyen, sosyal yardımlaşma anlayışını çoğu zaman hiçe sayıp, STK’ları siyasi yozlaşma için kullanan sivil toplum kuruluşları ne kadar sivil olabilir?
Hiç sorguladık mı?
Ya da ‘satılmış iradeler’ bu konuyu sorgulamaya hiç cesaret etti mi? Zannetmem, kimse musluğundan akan suyu kendi elleriyle kesmek istemez.
Aslında bu musluktan akan şey su değil, toplumun kanayan yarasındaki o ‘kan’ın ta kendisidir…
Bir sonraki yazımda görüşmek dileğiyle saygılar…
.
Ayşenaz Çimen, dikGAZETE.com
alibyrci 2 yıl önce