Nietzsche’yle bütünleşmiş gibi görünen bu Fransızca terim (birine karşı süre giden nahoşluk), gerçekten de onun tarafından kavramlaştırılan enteresan bir teorinin oluşmasında primat rol oynar.
Birçok negatif anlama tekabül eden bu terim; güçsüzlüğün hâkim olduğu kişisel zayıflığın toplumsal gerçeklikteki karşılığını sürü ruhu olarak tanımlamak, epeyce eleştiriyi hak ediyor.
Her şeyden önce ‘sürü’ kavramının açıklığa kavuşturulması gerekir.
Sürüsel davranışın kabul edilebilirliği, şüphesiz manipülasyon aracılığı ile zorlanan, farkında olmamakla açıklanabilme imkanına kavuşur. Tarihi süreç boyunca kodlanmış kültürel kabullerimiz sayesinde, doğru olduğuna inandığımız davranışlar sergilememizin sorgulanmaması neticesi oluşan tercihlerimize rağmen, bizi kategorik olarak tek boyutluluğa indirgeme gücüne sahip değildir.
Bilinçsiz reaksiyonların yanı sıra; maruz kaldığımız, haksızlığına inandığımız dış etkenlere karşı geliştirdiğimiz öfke, kızgınlık, nefret, kin duygularını içimize atarak ressentiment sahibi olmamız, korkaklığın neticesidir. Yeterince gücümüz olacak olsa, zaten anında öfkemizi dile getirir ya da daha başka bir reaksiyon göstererek ressentiment’nın oluşmasına imkan tanımamış olurduk.
Bu anlamda haklılık payı bulunan Nietzsche’nin, karşısındaki devasa güce karşı çıkamayanları köle kategorisinde görmesi oldukça sorunludur. “İrade güce erişmek ister” söyleminin sahibi; buradaki çıkmazı, çaresizliği görmek istemiyor. Hükümdarın karşısında itiraz etmek, kelle götürecekse; bu davranış, geri dönülme, düzeltme olasılığı bulunmayan aptallıktır. Her şeye rağmen, her insanın güce olan eğilimi, temel iç dürtü bağlamında ele alındığında kölelik, kabul edilemeyen olgu olarak kalır, aksi halde mantıksal paradoksa düşeriz.
İnsanlar, kendilerine yapılan haksızlıklara boyun eğmek yerine ona karşı çeşitli yöntemler geliştirerek mücadele yolunu seçerler. Kendini koruma iç dürtüsüyle hemen refleks verilmemesi; daha sonraki eylemlerin düşünülerek, planlanarak, belirli bir strateji eşliğinde hayata geçirilme imkanı doğurur. Anlık tepki vermemek; konu üzerine daha detaylı düşünülmesini ve bilinçleşmeyi getirebileceğinden, bunu zihin zehirlenmesi olarak algılamak da oldukça sorunludur.
Horkheimar/Adorno çiftinin kavramlaştırdığı ‘İdiyosenkrazi’ (kendine özgünlük) –ki bu ressentiment’nın başka bir versiyonudur- terimiyle antisemitizmi açıklama girişimleri yahut Kant’ın ‘iğrenme’ (Ekel) tezleri ışığında ressentiment’ı anlamanın çok daha verimli olacağı kuşkusuz. Kendimi Nietzsche ile sınırlı tutmamın sebebi, bu kavramın doğurduğu/doğuracağı sonuçların güncel yaşama yansımaları nedeninden kaynaklanıyor.
Zihni zehirleyen ressentiment, çok az insanın kendini aşmasına vesile olabileceğini ifade eden Nietzsche, “Übermensch” (üstinsan) teorisinin temel yapısını bu kavramı kullanarak kurmuş oluyor.
Üstinsan; tanımından da anlaşılacağı gibi, kendine özgün düşünceler geliştirmiş, fikrinden ödün vermeyen, onun doğrultusunda yaşam dünyası kurmuş, özgüvenini sarsabilecek eleştiri ve ataklara karşı duruşunu sürdürebilen kişidir. Bu tür insanlar, birkaç asırda bir veya birkaç kişiyi geçmez, Nietzsche’ye göre.
Filozofun betimlemesinde ortaya çıkan üstinsan tipi; dünyanın akışını değiştiren keşiflere imza atmış bilim adamları, insanların yaşamlarında derin iz bırakan filozoflar –buna Zerdüşt dahil-, Şairler, Peygamberler vs. Nietzsche’nin aradığı şartları yerine getirebilecek düzeyde değiller. Nihayetinde bu istisna insanlar bir geleneği sürdürmüş, alışkanlıklarımızın dışına çıkarak değişiklikler yapmış, hayatımıza yeni bir şeyler katmış, fakat bulundukları dünya sisteminin dışına çıkamamışlardır. Yepyeni değerler sistemi getirecek olsalar, ‘normal insanların’ bunları anlayabilmesi, zaten mümkün olmazdı.
Gerçek dünya ile zıtlaşan ‘üst-insan’ın reel zeminde düşünülmesi, biz faniler için neredeyse imkansız olması, onun başka bir boyutta (fiksiyon) gerçekleşebileceği olasılığını yok etmez.
Naziler bu mantık doğrultusunda yapmış oldukları çıkarsamadan “Untermensch” (altinsan) kavramını uydurup yaygınlaştırdılar. Ari ırkına ait olmayanların ayrı bir entite içerisinde görünmesi, insanın en alt seviyesini (ilkel) temsil etmesinin doğal sonucu; bu tür insanların layık olduğu köle statüsü(!) içerisinde muamele görmesi gerekliliğine zemin hazırlamak amaçlıdır.
Somut sonuçlarına şahit olduğumuz Nazi istilası, kendi ırkından olmayanları köle görmesi ve kendine hizmet etmeleri gerekçelerinden doğmuş bir harekettir. Esasen, kökeni Uzakdoğu’nun kast sistemine uzanan bu inanış, Antik Yunan felsefe ve düşünce fikriyatı ile de örtüştüğü gibi, kölelik müessesinin meşrulaştırılması argümanları da bu minvaldedir. Kendinden olmayanları “Barbar” sınıfında gören eski Yunan, kendi ırkından olmayanları alt insan olarak niteleyen Nazilerden ayrı düşünülemez.
Ressentiment, başka bir anlamı ile garezlik, kıskanma olduğu kabul edilir. Bu anlam aynı zamanda ambivalent duygunun gizlenişi hakkında ipuçları verir. Güçsüz olanlara gıpta edilemeyeceğine göre, onlara karşı bir savaş içerisinde olmak da sadece absürt zaman ve enerji kaybı olacağından; güçlü ve kudretli olana ressentiment duyulur.
Asıl amaç güçlünün yerinde olamamanın sancısı diye özetlenebilecek ressentiment, güce yürüyüşün olgunlaşma aşaması olduğunu söylememek için neden bulunmuyor. Mağdur olanın zalimin yerini alma istem-prosedürü olarak anlaşılması, gerçekliğe uzak değildir. Fakat bu değişimin gerçekleşebilmesi için gerekli olan çaba, gücünü ressentiment potansiyelinden aldığı söylenebilir.
Tarihin süre giden tekrarlardan oluşması, değişen aktörlerle sirkülasyonunu tamamlandıktan sonra yeniden başa dönmesi; bireyin bu sayede etkin adalet tesisçisi olarak fonksiyon sahibi olmasını sağlamaz mı?
Kim bilir, belki de ressentiment duygusu pozitif etkinliği tetikleyebilecek araç niteliğindedir!
Yavuz Yıldırım, dikGAZETE.com