PIERRE DUBOIS, SENİHA, KİRALIK KONAK VE PİÇ
1920 yılında vefat eden ve bu dünyadaki hayatı sadece 36 yıl süren ÖMER SEYFETTİN, Türk edebiyatının en tanınmış, eserleri en çok okunan yazarlarından birisidir. Savunduğu ve dava edindiği “Sadeleştirilmiş Türkçe” ile yazdığı hikayeleri, günümüzde bile rahatlıkla okunabilmektedir. Yazdığı hikayeler ve çıkardığı dergiler, Türk düşünce tarihinde, Türk kültüründe ve Türk edebiyatında günümüze kadar devam eden çok etkili izler bırakmıştır.
36 yıllık kısa bir ömür sürmüş olan Ömer Seyfettin, özellikle hikayeleri ile Türk insanına kendi milletini, tarihini, milli değerlerini, hatta insani değerleri öğretmiş ve halen de öğretmeye devam etmektedir.
Eminim çoğumuz ilk etapta, Kaşağı, İncili Kaftan, Diyet, İlk Namaz, Falaka, Yalnız Efe, Başını Vermeyen Şehit gibi hikayeleri hatırlıyoruz. Bu yazımda, benim de çok sonraları okuduğum ve bir hayli ilginç bulduğum ve az bilindiğini düşündüğüm PİÇ adlı hikayesinden bahsetmek istiyorum. Kitaplığımda toplamda 800 sayfayı bulan ‘SEÇME ESERLER’ ismi ile yayınlanmış iki kitap var. Biri “MEB 100 Temel Eser” kategorisinde olmasına rağmen iki kitapta da bu hikaye yer almıyor.
Sizin için özetlediğim ve günümüze de ışık tuttuğunu düşündüğüm bu uzun hikâyede yazarımız, kendi başından geçen bir olayı anlatıyor:
Askeri görevde iken Bingazi’deki muharebe için beraber yola çıktığı arkadaşı Kahire’de hastalanınca o da mecburen 10 gün istirahat etmesi gereken bu arkadaşını beklemek zorunda kalıyor. Bu esnada yaptığı gözlemleri anlatıyor ve batılıların hem Arap toplumuna hem de Türk toplumuna aynı eziyetleri yapmakta olduğundan ve her iki toplumu da ortadan kaldırmak için çalıştıklarından bahsediyor.
Bunu anlatırken Araplarla kardeş olduğumuzdan ve batılıların bizi birbirimize düşürmeye çalıştıklarından yakınıyor. Kahire’de şehrin sahipleriymiş gibi yaşayan şapkalı yabancıları görmemek için oteldeki odasından dışarı çıkmamaya gayret ediyor. (1920 yılında vefat eden yazarımız, dolayısı ile Şapka Kanununun çıktığı zamana erişemiyor ve o sıralarda yabancıları öncelikle taktıkları şapkadan tanıyor ve onları böyle ifade ediyor.)
Fakat bir akşam, uzaktan bakınca “Türk Lokantası” zannettiği bir lokantada bir çorba içmek için dışarı çıkıyor. O lokantada şapkalı yabancılardan biri ona ismi ile sesleniyor. Sadece şapkası ile değil her hali ile tamamen yabancı olan bu kişinin ona ismi ile seslenmesine çok şaşırıyor fakat o şahsın anlattıkları ile onun liseden arkadaşı Ahmet Nihat olduğunu anlıyor.
Hikâye aslında Ahmet Nihat’ın hikayesi. Lisede lakabı Frenk Ahmet olan bu kişi, hiçbir zaman Türklüğü, Türk Tarihini ve İslam inancını benimseyememiş, Türklerin zaferlerine sevinememiş ve bunun nedenini de anlayamamış biri. Ülkesini ve ailesini terk ederek Fransa’da yaşamaya başlamış ve bir gün annesi, ölüm döşeğindeyken miras konuları nedeni ile ülkeye mecburen gelmiş. Annesi son nefesini vermeden az önce onunla gizlice görüşerek, babasının gerçek babası olmadığını, ülkemizde görev yapan bir Fransız doktorla ilişkisi olduğunu, babasının sonraları Fransa’ya dönen bu Fransız olduğunu söyleyerek, bir adres ve bir fotoğraf vermeyi de ihmal etmemiş.
Ahmet Nihat, Fransa’ya dönerek gerçek babasını bulmuş ve kendisini kabul ettirmesi zor olmamış. Onun nüfusuna geçerek ismini PIERRE DUBOIS olarak, dinini de Katolik Hristiyan olarak değiştirmiş.
Hikâyenin sonu orijinal hali ile şöyle:
- Babamın Paris’te çok ahbapları vardı. Hukuktan diplomamı alınca bir ticaret bankasında bana önemli bir memuriyet buldu. Şimdi Mısır’a memuru olduğum bankanın bir işi için geldim. Ey azizim, şimdi katıksız bir Fransız olduğumu anladın mı?
Gülüyor ve muzaffer bir tavırla yüzüme bakıyordu.
“Anladım, lakin zaten Türk değilmişsiniz ki! Piçmişsiniz!” diyerek ayağa kalktım. O, galiba benden takdir ve hayret bekliyordu. Sordu:
- Ne o? Gidiyor musunuz? Bari bir şey içseydiniz! Konuşurduk.
“Mösyö Pierre Dubois ile konuşacak bir şeyim yok!” dedim.
Selam vermeden ayrıldım. Sokağa kendimi dar attım. Otelde, yatağımda o gece sabaha kadar hemen hiç uyumadım. Hep Ahmet Nihat’ın mektepteki tatsız, biçimsiz hallerini ve soğuk reveranslarını, garip vaziyetlerini düşünüyor ve sonra İstanbul’da Türklüğünü inkâr eden, Türklükten nefret eden, Türklüğü hakir görüp bütün varlıklarıyla Avrupalılaşmaya çalışan uzun tırnaklı, son moda giysili, tek gözlüklü züppeleri hatırlıyor, içimden, “Acaba bunların da hepsi piç mi? Hepsinin anneleri Beyoğlu’nda mı gebe kaldı?” diyor; korkunç kâbuslar arasında yırtılmış al ve harap hilaller içinde yükselen tunç ve ateş renginde büyük, siyah ve kanlı haçlar görüyordum.
Ömer Seyfettin, Kahire’de bunları yaşarken aynı dönemde İstanbul’da bir konakta başka bir dram yaşanmaktadır. Konağın sahibi Naim efendi, Türklüğünden ve Müslümanlığından utanan damadı Servet bey ve damadının kendisi gibi yetiştirdiği, artık bir Avrupalı gibi yaşayan torunları Cemil ve Seniha’nın onu kahrından öldürecek tavır ve davranışlarına maruz kalmaktadır.
Onu zarif, kibar ve temiz bulmalarına rağmen geleneklerine ve dinine olan bağlılığında ısrar etmesi nedeniyle geri kafalı ve çağdışı olmakla suçlamaktadırlar. Gerçekten de tam bir İstanbul beyefendisi olan Naim efendi, son yirmi yılda toplumun bu kadar nasıl değiştiğine çok şaşırmakta hatta kullanılan Türkçeyi bile anlamakta zorluk çekmektedir.
Batılılaşma ve Avrupa hayranlığı öyle boyutlara varmıştır ki, konakta yaşamak da içkili ve danslı eğlence partilerini eski bir konakta vermek de demode olmaya başlamıştır. Bu durumda Şişli’de büyük bir apartman dairesine taşınılması ve Konağın Kiraya verilmesi kaçınılmaz olacaktır.
Bu dramda da ailesini terk ederek Fransa’ya giden ve Paris’te yaşamaya karar veren bir genç vardır ve o da henüz 20’li yaşlarının başında olan Seniha’dır. Her şeye rağmen çok sevdiği torununun üstelik evli bir adamın metresi olarak Fransa’ya kaçması, Naim efendinin hastalanıp yataklara düşmesine ziyadesi ile yetecektir…
Bu olaylar, Edebiyatımızın büyük ismi YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU’nun KİRALIK KONAK isimli romanında geçmektedir. Roman, 1920 yılında yayınlanmış olup, olaylar 1910’lu yıllarda yaşanmaktadır.
Sonuç olarak denilebilir ki; Türklüğünden ve Müslümanlığından utanan ‘Ahmet Nihat’ların (Pierre Dubois), ‘Servet bey’lerin, Cemil ve Seniha gibi gençlerin sayıları aradan geçen 100 yılda yüzbinlerce kat artmıştır ve artmaya devam etmektedir.
Onların bir kısmı ülkesini, milletini, geleneklerini, ahlaki kurallarını, dinini, ecdadını, tarihini, tarihi büyüklerini ve yüzlerce Alimini aşikare aşağılamakta, bir kısmı da kendini gizleyerek düşmanlıklarını Türk ve Müslüman kimliği altında yürütmektedir.
.
Hüseyin Burak Uçar, dikGAZETE.com
Rahmi 2 ay önce
Ali Yıldırım 2 ay önce
Nazan 3 ay önce
Yıldıray Yıldız 3 ay önce
Kaleminize sağlık Hüseyin Bey
Mesut isen 3 ay önce
Zira milletine devletine düşman çok insan türedi.
Aslı aslına nesli nesline
Nuh 3 ay önce
Nigar Özel 3 ay önce
Timur ünsal 3 ay önce
Ali İhsan 3 ay önce
Bir günde Türklüğünden utanan Müslümanları ile Müslümanlığından utanan Türkleri yaz.
Eyyüp Yılmaz 3 ay önce
Murat 3 ay önce
MÜnzevi 3 ay önce
Selda 3 ay önce
İbrahim berk 3 ay önce
Cumhur Karasu 3 ay önce
Bülent 3 ay önce
Haleti Ruhiye 3 ay önce
Mehmet Şakir 3 ay önce
Lütfü 3 ay önce