OSMANLI KİM TÜRK KİM?
Başımı Türkiye Cumhuriyeti’nin devamı için eğiyorum.
“Atatürk’ü sevmek zorunda mıyız”, “Osmanlı torunlarıyız”, “İslam ümmetiyiz” diyenler için kısa bir aydınlatma metnimiz var.
Taraflı tarafsız bütün tarihi kaynaklara göre Osmanlı bir Türk devletidir. Oğuzların Bozok kolundan Kayı boyuna mensup Osman Gazi’nin kurduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun öz-be-öz bir Türk devleti olduğu konusu tartışmaya kapalı yani.
Gelin görün ki, kurulurken yüzde 100 yerli ve milli olan bu devletin, yıkılırken de aynı saflıkta olduğunu söylemek çok zor maalesef.
Ertuğrul, Ataman ya da Atman, Orhan zinciriyle kurulan bu Türk devleti, Abdülmecid, Abdülaziz, Abdülhamid zinciriyle yıkılırken, özünden de sözünden de Türklüğünden de çok ama çok şey kaybetmişti.
Ataman mı?
O da kim?
“Atman da nereden çıktı” soruları, kulağımızı çınlatırken hemen yanıt verelim.
Dedesinin adı Alpoğlu, babasının adı Ertuğrul, oğlunun ismi Orhan olan birinin, kendi adının Arapça bir isim yani Osman olması sizce de garip değil mi?
Devam edelim…
Osmanlı Devleti’nin dünya tarihindeki unvanı Ottoman Empire yani Osmanlı İmparatorluğu’dur.
Peki nasıl oluyor da Osman ismi İngilizcede “Asmen” diye telaffuz ediliyor da “Asmen Empire” olarak telaffuz edilmesi gereken Osmanlı İmparatorluğu “Ottoman Empire” olarak telaffuz ediliyor?
Bizim Osman Bey diye bildiğimiz kurucumuzun gerçek ismi Ataman olabilir mi?
Kaldı ki Bizans tarihinde bir kez olsun “Osman” kaydına rastlanmazken, onlarca ve yüzlerce kez, “Atman”, “Atuman” adına rastlamak mümkün.
İşin bir de Hz. Osman’ın kılıcı boyutu var ki yanıtımız asıl bu noktada şekilleniyor.
İslam’ın 3’üncü Halifesi Hz. Osman’a ait olan, üzerinde Kayı boyunun simgesini taşıyan, halen de Topkapı Sarayı’nda sergilenen bu kılıç,
Ataman Bey’in kayınpederi Şeyh Edebali tarafından kendisine devlet kurma nişanı olarak verilmiştir.
Hz. Osman’ın kılıcının nasıl olup da Ahmet Yesevi tarafından yetiştirilip Anadolu’ya gönderilen Şeyh Edebali’ye, onun eliyle de Ataman Bey’e ulaştığını merak edenler kısa bir araştırmayla bu yanıtı bulabilirler.
Tekrar başa dönecek olursak, İngilizcede ismi Ottoman şeklinde ifade edilen Ataman Bey, kayınpederi Şeyh Edebali’den sadece Hz. Osman’ın kılıcını değil ismini de emanet olarak almış, böylece kendisi kurduğu için kendi adıyla anılması gereken devleti, dünya ve İslam tarihine “Osmanlı Devleti” olarak geçmiştir.
İşte bu Türk beyliği, zaman içinde imparatorluk yolunda evrilirken, kazanılan topraklarla birlikte, etnik, dini ve kültürel farklılıkları da bünyesinde taşımak zorunda kalmış, dönem şartları nedeniyle, gayrimüslim tekfur, imparator ve kral kızlarıyla zorunlu evlilikler yapılmış, bunun doğal bir sonucu olarak Rum, Sırp, Ukraynalı, Gürcü annelerin dil, din, kültür vb. özelliklerinden etkilenerek büyüyen veliahtların bilahare tahta geçmesiyle, Hanedanın etnik birliği, ister istemez bu durumdan olumsuz yönde etkilenmiştir.
İstanbul’un fethiyle birlikte, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamış, yüksek makamlar Türk’e hep kapalı tutulmuştur.
İki yüz yıllık geçiş döneminde 66 devşirmenin 167 yıl, 10 Türk kökenlinin ise sadece 17 yıl sadrazamlık yaptığı gerçeği aslında sözün kısasıdır.
Bu dönemde padişahların yakın korumalarının hep devşirmelerden seçilmesi ise ayrı bir acıdır.
Yavuz Sultan Selim’in, Halifeliği zorla alırken beraberinde binlerce Arap ulemayı da İstanbul’a getirip, bunlara yönetimde etkin makamlar vermesiyle bu kez mezhepsel ayırımcılık başlamıştır.
Halifelik kaynaklı şeriatçı anlayış, bir yandan Anadolu’yu Araplaştırmaya, Acemleştirmeye çalışırken diğer yandan da Alevilik gibi geleneklere karşı da katı yıkım politikaları sergilenmiştir.
Yavuz döneminde, Aleviliğin yaygın olduğu Anadolu’da 40 bin Türk’ün öldürüldüğü gerçeği, Osmanlı Hanedanı’nın artık Türklükten koptuğunun açık bir kanıtı olarak görülebilir.
Ermenilere “Millet-i Sadıka”, Araplara “Kavm-i Necip”, Rumlara “Romalı” anlamına gelen “Romeos” diyen Osmanlı’da, asli kurucu unsur olan Türk ve Türklüğe karşı artık alenen aşağılama kampanyaları başlatılmıştır.
Bu noktadan sonra olaylar öylesine zıvanadan çıkmıştır ki, Hırvat kökenli, Sadrazam Kuyucu Murat Paşa döneminde yani 1600’li yılların başlarında, çoğunluğu Türkmen, Yörük ve Alevi 155 bin insan doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuş, lakabını bu kuyulardan alan Murat Paşa’nın, aman dileyen insanlara yanıtı ise "vurun şu pis Türkün başını" olmuştur.
Bu tutum ve koşullar paralelinde Türk kimliği, yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak, savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır.
Yahudilere dahi sahip çıkılan, gayrimüslimler için adeta altın bir çağ sunulan Osmanlı döneminde, Türkler, 2. Sınıf insan muamelesi görmüş, Hristiyan ve Yahudiler askerlik yapmazken, Türkler 8-12 yıl askerlik yapmak zorunda bırakılmıştır.
Tabii Türkler o cepheden bu cepheye koşarken, geride kalan gayrimüslimler evlenmiş, yuva kurup çoğalmış, işine bakıp zengin olmuştur.
Cephelerde sağ kalan Türkler, 30’lu yaşlarında memleketlerine döndüklerinde, köylüyse ağanın hizmetkarı, marabası, şehirliyse gayrimüslim çocukluk arkadaşının işçisi, çaycısı olmaktan başka seçenek bulamamıştır.
Mustafa Kemal’in ifadesiyle; “Türklerin İstanbul’a yerleşimi yasaklanmış, okullarına Anadolu’dan Türk öğrenci alınmayan Şehr-i İstanbul, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler için cennet vazifesi görürken, memleketin sahibi ve devletin kurucusu Türkler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılmıştır”
Türk’ü baş düşman olarak gören siyaset nedeniyle, Abdülhamit zamanında “Türküm” demek, Türklükten söz etmek büyük suç sayılmıştır.
Ulu Hakan olarak nitelendirilen Abdulhamit’in 33 yıllık iktidarında, Maliye, Hariciye, Ticaret bakanlarından tutun da elçilerin, valilerin, beylerin kaçının gayrimüslim, kaçının Türk olduğunu bilmek bile istemezsiniz.
Kaderin cilvesine bakın ki, başlangıçta Bozkurt soylu Türk evlatları tarafından kurulmasına rağmen, yönetimi ele geçiren devşirmeler ve Türklüğü düşman gören padişahlar tarafından yıkıma sürüklenen Osmanlı Devleti’ni, kabuk değiştirerek de olsa yok olmaktan kurtaran da yine Gazi Mustafa Kemal önderliğindeki Bozkurt soylu Türk evlatları olmuştur.
Günümüze gelecek olursak, tas da hamam da tıpkı Osmanlı’nın yıkılış dönemindeki gibi aynı.
Türksüzleştirme ve Atatürksüzleştirmede sona gelinen, ümmetçiliğin baş tacı yapıldığı bir ortamın üzerine tuz biber olarak bir de İsrail-Filistin savaşı ekildi.
“Mehmetçik Kudüs’e” naralarıyla bu kez Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılması hedefleniyor.
Ama yemezler!
Tarihin bile yazmaktan utanç duyduğu o alçak, o kalleş, o şerefsiz Arap-Filistin-Ümmet ihanetine bir kez düşmeyeceğiz.
İsteyen istediği kadar “Osmanlı torunuyum” diyebilir. Kendini Türk hissetmeyenler için zaten söyleyecek sözümüz yok.
Türk soylu Türk evlatları olarak bizler, bir damarlarımızda akan kana, bir de yüreğimizde yaşayan, o gerçek “Ulu Hakan”a bakarız.
Ha bu arada küçük bir hatırlatma.
Türk doğulmaz sonradan olunur. Göğsünü gere gere “Ben Türküm” dersin, işte budur.
YAŞASIN TÜRKİYE CUMHURİYETİ,
VAR OLSUN TÜRK MİLLETİ.
.
Yener Bozkurt, dikGAZETE.com
-Bağımsızlık Partisi Genel Başkanı, Emekli MİT mensubu