USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

Mehmet Akif'den Mehmet Doğan'a: Muhafazakar ataerkil Müslüman erkeklerin değişmeyen kadın algısı

Mehmet Akif'den Mehmet Doğan'a: Muhafazakar ataerkil Müslüman erkeklerin değişmeyen kadın algısı
17-08-2024

Mehmet Akif'den Mehmet Doğan'a: Muhafazakâr Ataerkil Müslüman Erkeklerin Değişmeyen Kadın Algısı

Mehmet Akif, Mısır'da yaşadığı yıllarda Ferid Vecdi’nin “Müslüman Kadın” kitabını Arapça'dan dilimize çevirmiştir.

Bu çeviri çabası, onun sadece kadın konusundaki fikirlerini ifadesi için değil bu konuda duyduğu endişelerini yansıtması açısından da önemli ve manidardır. Zira Ferid Vecdi, bu kitabı Mısırlı bir hukukçu olan ve Mısır'da ilk defa kadın hakları konusunda kitaplar yazan Kasım Emin'e cevap olarak yazmıştır.

Modern Kadın ve Kadınların Özgürlüğü” adıyla iki kitap yazan Kasım Emin'in kitapları hızlıca ve birçok yayınevi tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Bunu gören Akif, modernizmin ve feminizmin Mısır'da başlayarak ülkemizde ve tüm Müslüman coğrafyada yayılmasını büyük bir tehdit ve tehlike olarak görmüş ve bu iki kitaba cevap mahiyetinde kaleme alınan Ferid Vecdi'ninMüslüman Kadın” kitabını dilimize tercüme etmiştir.

Akif'in bu konudaki fikirlerini, tercüme ettiği kitaptan çıkarmak mümkün oldu benim için. Müslüman Kadın kitabını okuduktan sonra onun sıkı bir hayranı ve fikir olarak takipçisi olan Merhum Mehmet Doğan Bey ile yaşadığım bir hadise, iki beyefendinin de kadın ve aile konusunda da hemfikir olduğunu düşündürdü.

Bu kitabı ve diğer bahsi geçen kitapları içerik olarak incelemek başka bir yazının konusu olsun diye not düşerek bu yazının konusunu “Mehmet Akif'den Mehmet Doğan'a son asrın Müslüman, muhafazakar, ataerkil erkek zihniyetin kadın algısı üzerine bazı tespitlerde bulunmak”; gayesini de “kadın ve aile konusundaki sorunlarımıza farklı bir perspektif sunmak” olarak ifade edebiliriz.

***

Bir yazı yazmıştı.

Kadınlığımızın ahvalini anlatıyordu.

Bir kadın olarak konu bizdik ve fikirlerimizi söyleme hakkımız vardı.

Yazısını kaynak göstererek cevab mahiyetinde bir yazı yazmıştım. Yazı, epeyce beğenildi, kendisinin yazdığı yazıya oldukça makul ve mantıklı eleştiriler getirildi ‘facebook’ sayfamda.

Bunlara tek tek cevap vermek yerine, hepimizi “yazısını yanlış anlamış olmakla” suçladı ve mevzu kapandı.

Şimdi sırayla gideceğim, biliyorum yazı epey uzayacak ama meramımı anlatmamın da başka bir yolu yok.

Yazısı şöyle idi Merhum Mehmet Doğan Bey'in:

NİSA: ÇÖPTEKİ BEBEK YAHUT KADINLIĞIMIZIN AHVALİ!

Şiddet kime yönelirse yönelsin, kadın, çocuk ve hatta erkek kabul edilebilir bir şey değildir. Canlı varlıklar, hayvanlar için de bu böyledir.

Bugün “şiddet” denildiği zaman “erkek şiddeti” hatırlanıyor. Çünkü haberleşme cihazları, gazeteler, televizyonlar …tek şiddet çeşidi tanıyorlar: Erkek şiddeti! Bu mecraları besleyen, bazıları planlı programlı, resmî-yarı resmî veya gayri resmî yapıların varlığı da bilinmez değildir.

 

Erkek şiddeti acaba plastik kadınlara mı uygulanıyor? Ancak onlar şiddetin tarafı olacak iradeleri olmadığı için kusursuzdur. Kul kusursuz olmaz, bunun erkeği kadını yoktur.

Şiddeti tek tarafa yıkmak yerine, kadın-erkek ilişkileri konusunda yatıştırıcı tedbirler almak daha hakkaniyetli ve insanidir. Bir cinsi korurken, diğerini peşinen mahkûm etmek hakkı, hakkaniyeti bir yana bırakmak demektir. Şimdilerde, neredeyse insanların bir cinsi bütünüyle potansiyel şiddet unsuru olarak görülmektedir. Son olarak İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı genelge bu görüşü zirveye çıkarıyor: 5 milyon erkeğin bu minval üzere eğitimden geçirilmesi planlanıyormuş! Kim kimi, hangi esasa göre eğitecek?

Bunun bir başlangıç olduğunu düşünebiliriz, önümüzdeki yıllarda beş milyonu 10 milyona, sonraki yıllarda daha yüksek rakamlara yükselterek bütün erkek cinsini eğitmek hedefleniyor olmalı! Bunu rastgele bir çılgınlık mı, yoksa sosyal paranoya olarak mı nitelemeliyiz? Erkekleri kitle halinde şiddet unsuru olarak görmek başka nasıl izah edilebilir?

Toplumun temelini dinamitlemek!

Türkiye’de Anayasa aileyi esas alıyor, “toplumun temeli ailedir” diyor, bu sürekli teyid ediliyor. Fakat aile merkezli yaklaşımların bilhassa son yıllarda terk edildiğini, şiddeti erkekleştirerek iki cinsin karşılıklılık esasının bir kenara bırakıldığını görüyoruz.

Erkeğin fizikî olarak kadın erkek eşitliğini bozduğu kabul ediliyor ve bunun üzerine bir şiddet kültürü bina ediliyor. Şiddetin fizikisi yanında başka türlü tezahürleri de olabileceği akıldan çıkarılıyor. Yerine göre söz bir şiddet unsurudur! Cinselliğin kullanılması bir şiddet unsurudur.

Kadın-erkek konusunu aileyi hiçe sayan saldırgan feminizm seviyesinde ele almak… 5 milyon erkeğe eğitim vermeye kalkışmak ancak böyle bir arkaplanla açıklanabilir.

Devlet madem aileyi temel olarak almış, uygulamalarda kadının veya erkeğin korunması değil ailenin korunması merkeze konulmalıdır. Eğer aile korunamazsa, ayakta tutulamazsa kadın da hakkıyla korunamaz, erkek de. Ve asıl olan çocuklara olur. Şunu unutmayalım: Milletin geleceğini tehdit eden bir mesele ile karşı karşıyayız. 

Meşruiyet çizgisinin dışına çıkmak

Son yıllarda revaç verilen bu anlayış, aile dışı çözümleri, yani cinsler arası gayri meşru ilişkileri yaygınlaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Ailenin çözülmesi en şiddetli tesirini çocuklar üzerinde göstermektedir. Evlilik dışında beraberlikler, arkadaşlıklar vs. neredeyse ailenin beraberliği kadar olağan karşılanır hale gelmiştir. Televizyonlarda aileyi şiddet unsuru olarak gösteren dizilerden biri bitmeden diğeri başlamaktadır. Kadın ve erkeğin meşru beraberliği evliliktir, bu kabul üzerinden yürünmedikçe ne kadınlar ve ne de erkekler gerçekten mutlu olabilir. Gayri meşru ilişkilerin toplumun geleceğini nasıl etkileyeceğini tahmin edemiyorsak, yapılacak bir şey yoktur: Millet varlığının nasıl tahrib edildiğini seyretmekten başka!

Bugün aile merkezli düşünülmediği için erkek ve kadın üzerinden yürünmektedir. Aile merkezli düşünüldüğünde baba ve anne devreye girer. Erkeği koca ve baba olarak görmeyen, kadını karı ve anne olarak saymayan bir bakış açısı insanî çözümler ortaya koyamaz. Bugün ortaya çıkan sonuçlar ailenin ve aile içindeki rollerin inkâr edilmesinde aranmalıdır. Bilhassa kadının aile dışında tanımlanması, onun anneliğinin bir değer olmaktan çıkarılması bir eşitlik davası gibi görülüyor. Bu noktada eşitlik adaletin önündeki en büyük engel haline gelmektedir.

Anneliğin reddi, mücerred kadınlık ideolojisi, kariyercilik Türkiye’nin sosyal yapısını uzun vadede ciddi sarsıntılara maruz bırakacaktır, hatta şimdiki görmezden gelinen sarsıntılar büyük yakımların işaretini vermektedir.

Anne şefkati, baba merhameti olmadan çocukların geleceği karanlıktır. Bu karanlığın ülkemizde gittikçe daha fazla hissedildiğini fark etmemek mümkün değildir. Boşanma temayülünün zirveye tırmandığı bir zamanda, çocukların geleceğini nasıl teminat altına alabiliriz.

Oyun kadın üzerinden oynanıyor!

Bugünkü düzen oyununu kadın üzerinden oynamaktadır. Kadını eş olmaktan, anne olmaktan uzaklaştırdıktan sonra çatışma, münaferet had safhaya varmaktadır. Kadın eğer çocuk sahibi olmuşsa, anne olmayı değil kariyeri tercih etmektedir. Bunun da bir başka şekilde çocuğu sokağa bırakma fiili olduğu ortada.

Kadınların çalışması toplumumuzun yabancısı olan bir şey değildir. Her devirde kadınlarımızın aileyi ihmal etmeden çalıştığı tarihî hakikattir. Mal mülk sahibi olmak, Avrupa’da ancak 19. Asırda kadınlara tanınmışken, bizde tabiî bir hak olarak bilinir. Osmanlı döneminde vakıf yapanların yüzde kırka yakınının kadınlar olması bir fikir verebilir.

Kadınların ille de her alanda çalışması, kendini göstermesi, beklenmemelidir. Ayrıca bu matah bir şey de değildir. Bu komünist rejimlerde, faşist rejimlerde en had safhada görülmüştür. Kadınların her türlü ağır ve pis işlerde istihdam edildiği menfur rejimlere benzemenin âlemi yoktur.

Kadınlık üzerinden oynanan oyunlar ve Nisa bebek

İstanbul’un bir semtinde 3 aylık bir bebeğin sokağa terk edilmesi bu konular üzerinde bizi ciddi olarak düşünmeye zorluyor. Çocuk bulunduktan sonra onunla âcil tıp teknisyeni bir hanım ilgileniyor. İşte bu sırada kız çocuğuna takılan isim dikkat çekici: Nisa!

Eskiden hastahanelerimizde “nisaiye” bölümleri vardı, şimdi galiba “jinekoloji” deniliyor. Nisa, günümüzde daha çok Kur’an-ı Kerim’de bir sûre olarak biliniyor. Kur’an’ın 4. Sûresi bu adı taşır. Bu sûrenin ilk âyetinde insanların kadın erkek tek nefisten yaratıldığı beyan ediliyor. Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının, deniliyor…

Modern dönemde kadınların hali günümüzde Nisa bebeğin ahvaline bakılarak okunabilir. Her türlü aldatıcılıkla kuşatılmış olan kadınlığımız bugün sokağa atılmış kız çocuğunun akıbetinden hisse çıkarılmalıdır. Kadınları yüceltmek için özendirici şekilde önlerine konulan saptırıcı imkânlar, aldatıcı fırsatlar onların felaketini hazırlıyor. Kadın erkek ilişkilerinde meşruiyeti gözetmek, en başta kadınların hayrınadır. Ailenin güçlenmesi işte bu meşruiyetin sağlanmasına bağladır. Meşruiyeti zedeleyen her yanıltıcı seçim, felaketi katlamaktan başka bir sonuç doğurmuyor.

Meşruiyeti devreden çıkardıktan sonra ortaya dökülen olumsuzlukları gidermeye çalışmak, esaslı çözümden kaçmaktan başka bir şey değildir. Esastan çözüm düşünülmüyorsa, palyatif çözümlerin göz boyamaktan başka tesiri olmaz!

Şu noktadayız: Kadını koru, erkeği yok say! Hayvanı koru, insanın canı cehenneme!

***

Bu yazısına cevaben şöyle bir yazı yazmıştım:

Türkiye Yazarlar Birliği Başkanı, Gerçek Hayat dergisinin Mayıs ayı sayısındaki yazısında İçişleri Bakanlığı'nın beş milyon erkeğe vermeyi planladığı eğitimin, erkekleri şiddete meyyal gösterdiğinden, bunun kabul edilemez olduğundan, “erkek şiddeti acaba plastik kadınlara mı uygulanıyor?” diyerek şiddetin tek taraflı olmadığından, kadınların da bunda payı olduğundan bahsetmiş.

Yazarımızın ifadeleri aynen şöyle:

"İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı genelge bu görüşü (erkekleri kitle halinde şiddet unsuru olarak görme) zirveye çıkarıyor: 5 milyon erkeğin bu minval üzere eğitimden geçirilmesi planlanıyormuş! Kim kimi, hangi esasa göre eğitecek?

Bunun bir başlangıç olduğunu düşünebiliriz, önümüzdeki yıllarda beş milyonu 10 milyona, sonraki yıllarda daha yüksek rakamlara yükselterek bütün erkek cinsini eğitmek hedefleniyor olmalı! Bunu rastgele bir çılgınlık mı, yoksa sosyal paranoya olarak mı nitelemeliyiz? Erkekleri kitle halinde şiddet unsuru olarak görmek başka nasıl izah edilebilir?"

Yazının devamında şu olayı örnek veriyor ve kadın erkek ilişkilerinde aile yerine konulmaya çalışılan mevcut ahvalin gayrı meşruluğunu bu misal üzerinden anlatıyor:

"İstanbul’un bir semtinde 3 aylık bir bebeğin sokağa terk edilmesi, bu konular üzerinde bizi ciddi olarak düşünmeye zorluyor." diyor yazarımız.

Bunu okuyunca aklıma, aynı tarihlerde yaşanan şu vaka geliyor: “Denizli’de yaşanan trajedide aile içi şiddet iddiasıyla evden uzaklaştırma kararı verilen koca, üç aylık çocuk annesi 18 yaşındaki eşini 5 kurşunla öldürerek kayıplara karıştı…"

İstanbul'da üç aylık bir kız bebek sokağa atılıyor, bu durum sonuçları itibariyle aile kurumu yerine konulmaya çalışılan birlikteliklerin gayrı meşruluğu ile özdeşleştirilirken; Denizli'de üç aylık bir bebeğin 18 yaşındaki annesi, babası tarafından öldürülüyor.

Üç aylık bir bebeğin annesini mezara, babasını hapishaneye gönderen sebepler üzerine düşünmek aileyi kötülüklerin merkezi olarak yansıtmak olarak görülüyor ve bunların önüne geçmek için devlet tarafından erkeklere verilmesi planlanan eğitim eleştiriliyor.

18 yaşında, üç aylık bebeği olan bir kadın neden kocasını, bebeğinin babasını hem de ona en çok ihtiyacı olan bir dönemde evden uzaklaştırır diye sorulmuyor.

Sorulsa belki içişleri bakanlığının ne kadar doğru ve isabetli bir karar verdiği ortaya çıkacak, ülkemiz erkeklerinin eğitime muhtaç olduğu gerçeğini görmüş olacaklar.

Ortada bir vaka var, rakamlar var. Ölenler var.

Şiddetten öte can kayıpları var.

Uluslararası sözleşme imzaladık.

Erkekler evden uzaklaşıyor, daha da öfkeleniyorlar, bu durumu daha da kötüleştiriyor denildi, sözleşme feshedildi.

O zaman erkeklere öfke kontrolü eğitimi verilsin dendi, bu da ne demek, erkekler potansiyel olarak şiddet yanlısı mı denilip eleştiriliyor şimdi de.

O zaman çözüm önerileri nedir diye sormadan edemiyor insan.

Yazının devamında mevcut aile yapımızın sebebi kadınların kariyer düşkünlüğü sebebiyle evlerini ve çocuklarını ihmal etmelerine; bazı dış güçlerin kadınları kandırmalarına bağlanıyor.

Başka? Başka hiçbir sebepten bahsedilmiyor.

Yazarımızın yazısı, yazının sonunda tanımını verdiği palyatif yani sorunun kaynağını tek taraflı görme kelimesine de örneklik teşkil ediyor.

Peki yazının eksik bıraktığı sebeplere ve durumlara biz değinelim o halde: Sahi bizde neden hiçbir anne kızını evlendirirken şunları diyemez?

"Aman kızım ben ev hanımı olarak çok mutlu mesut bir hayat yaşadım, baban dışarda ben evde çalıştım baban çok kadir kıymet bildi, akşam eve gelip akşama kadar ne yaptınki falan demedi, hanım sen de evde emek veriyorsun benim kazancım da ikimizin dedi, çalışmadım doya doya annelik yaptım size, ev hanımı olmak çok güzel ve keyifli, boşver kendini yorma evinin hanımı çocuklarının annesi ol, hobiler edin, seramik kursuna git, spor yap, kendine iyi bak hep bakımlı ol, evinde kitaplar oku kendini geliştir, bizde kavvam erkektir kızım "

Yıllarca hep yalvardık...

Annenizle eşiniz arasında adil durun dedik.

Evde bize destek olun, bir işin ucundan tutun dedik.

Çocukların yükünü biraz daha alın dedik.

Kazandığınız parayı biz de bilelim malımız mülkümüz diye özenelim dedik.

Hadi kendimizden geçtik, iyi bir baba olmasını bekledik.

İslam’da kadını hep konuşacağımıza erkekleri de konuşmayı bekledik.

Kendi içinizde bir özeleştiri yapmanızı bekledik.

Biz bunları beklerken siz hep bizi konuştunuz.

Biz de artık beklemekten vazgeçtik.

Şimdi yine konuşulan siz değil

AİLE...

Kadınlar bekledi, konuştu, bekledi.

En sonunda sustu.

Beklemekten de vazgeçti.

Şimdi suskun kadınların gittiği yuvalar sadece ev.

Ve şimdi erkekler virane olmuş evlerinin yasında.

Konuştukları yine kendileri değil.

Koruyamadıkları AİLE...

Velhasıl;

Kadınlığımızın ahvalinin en büyük müsebbibi erkekliğimizin  ahvalidir..."

***

Bu yazıdan sonra başka bir yazıma, kalp kırıcı bir yorumu olmuştu.

Kibarca cevap vermiştim, çok üzülmeme ve kırılmama rağmen. Bir açıklaması olmadı daha sonra, telafi çabası da.

Ölüm haberini alınca, geçmeyen kalp kırıklığına rağmen; “iyi ki ben de karşılık verip, saygısızlık etmemişim” dedim.

Ve sanki yarım kalmış bir diyaloğa şimdilik ara vermiş gibi şunları geçirdim kalbimden...

Doğru anlaşılma yeridir değil mi cennet? Kalbimizin kırılmadığı...

Mutmain olduğu.

Umarım orada buluşuruz ve ben kendimi daha iyi anlatabilirim ve siz de daha doğru anlarsınız...

Ruhunuz şâd olsun Mehmet Doğan bey...

Not:

Bu yazı, asla ölenlerimizin ardından onları kötüleme niyetiyle değil, ölümün son olmadığı, sadece var oluşun farklı boyutu olduğuna inanan biri olarak iletişime devam edecek olmanın bilinciyle ve her hâlükarda sorunlara çözümler üretebilmek umuduyla kaleme alınmıştır.

.

Sevim Korkmaz, dikGAZETE.com

.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?