Ağlamak ibadetti…
Edebiyatın neresinden tutsanız nefes darlığı yapar diye düşündü.
Dağılmış masasının üstündeki düzene bakarak...
Üç noktayla tarif edilen şeylerin, yıllara meydan okuyan hali, bir süre sıtmayla mücadele etmiş ve bu duruma fena halde alışmış insanın hali gibiydi…
Perdelere bakınca hayatlarımızın perdeden oluştuğunu görmeye başladığından beri, olanı olduğu gibi kabul eden ama olanı, tüm çıplaklığıyla görmekten de asla vazgeçmeyen bir ruh halindeydi…
Yaz gelmişti artık, camlar açıktı... Tül ahenkle odanın ortasına kadar uçuyor ve kumlara vurup, gerileyen bir deniz dalgası gibi geri gidiyordu…
Sokakta ağdalaşan bir öğleden sonrası için biraz fazlaca koku vardı…
Taze fasulye kokusu, sardunya kokusu ve camının kenarında saksısı küçük gelmeye başlayan ama yerinden de hiç şikâyet etmeyen fesleğen kokusu…
İki çocuk, birkaç martı çığlığı…
Köprünün uğultusu, vapur düdüğü…
Mezarlık ağaçları arasından hep birlikte uçunca kendini kartal sanan serçeler…
Salıncak gıcırtısı…
Çaydanlık tıslaması…
Deli pınar, sokağın başından göründü, eline büyük çınar yapraklarını alıp, yan yatmış yumruğuna yerleştirip, diğer eliyle var gücüyle vurarak patlatıyor ve çıkan sese kahkaha atıyordu…
Çocuklar yine etrafına doluşmadan, bedeninin üstüne göre uzun olan bacaklarındaki paytaklıkla, yoldan seyirterek geçmeliydi…
Yoksa yine birinin acısı, birilerinin eğlencesi olacak, evlerine mühim bir işi daha halletmenin derin huzuruyla gireceklerdi.
Renkli su muhallebileri satan teyzenin iki tekerlekli arabası, köşedeki yerini almıştı…
‘58 T’ otobüsü saate göre hayli doluydu…
Her gün başı önde, temiz giyimli, bıyıkları yeni çıkmaya başlamış, saçlarını düzgünce yandan ayıran genç, yine ayakkabılarına bakarak yoldan geçti…
Yüzünün bütününü hiç görmemişti…
Profilden gördüğü kadarıyla keder doluydu…
Evde bulacağı şeyin kederi...
Dağınık masasının kendine mahsus düzeninde, emekliliği bekleyen memur edasıyla duran not kağıtlarını düzenledi.
Bir bardak su doldurdu.
Kedi maskara, bahçe duvarının üstünden siyah tüylerini dikmiş, yeşil yeşil ona bakıyordu.
Aklından geçenleri okuduğuna emindi…
Bir an, sırları aşikâr olmuş gibi hissetti.
Bu yüzden ona maskara demişti.
İnsan, kendi maskaralıklarını etrafındakilere yüklemekte mahirdi.
Telefonu çaldı…
Yetişemedi...
Kuşlar konuşsaydı uçamazlardı.
Herkesin hacmi, yüküyle sabitti.
An dediğimiz de bir zaman birimiydi ve öğrendiğine göre 2.25 saniyeydi…
Bu kadar kısa zamana, o anlar nasıl sığabiliyordu!..
Yıllarca aklımızda mıh gibi taşıdığımız anlar…
Yarımlarımız bu zaman biriminin kısalığı olabilir miydi!..
“İki nokta yirmi beş saniye” değil de altı dakika on beş saniye olsaydı tamamlanır mıydı!
Bitmesin istediğimiz anlar, sürenin biraz daha uzamasını dilediğimiz anlardı…
Ve ne kadar uzarsa o kadar daha yarım oluyorduk.
Yarımlığı sabitliyorduk.
Hatırlamak istemediklerimiz “iki nokta yirmibeş saniye”de bitip gidenler.
Maskaralıklarımız…
Hep bizim başımıza gelirdi…
Aklımıza gelmeyip, başımıza gelenler…
Ağdalı yaz akşamlarında bir kediyle göz göze gelmenizi bekleyen…
Üç nokta ile tarif edilebilen notlarını eline alıp, kapı girişindeki koltuğa oturdu, sesleri ve kokuları aynı anda duyabildiği için şanslıydı.
Gözlerini kapadı…
Hüzün, kendisiyle konuşmasına dahi engel oldu…
Düşündüğü tüm “iyi ki”lerin, ona buruk bir sevinç vermesinin sebebinin, ibadet eder gibi yaşaması olduğunu düşündü.
Uçuşan tül, yüzünü yalayıp geçti…
Ağlamak ibadetti.
.
Arzu Leyal, dikGAZETE.com
Saadet 1 yıl önce