MAFYA’NIN KÖKENİ
Roma İmparatorluğu dağılmaya başladığında, yerel bölgesel güçler ki bunlara Magnate “Kodaman” yahut bizde “Ağa” diyebiliriz, toprak sahibi olmuşlardı, acımasız, duygusuz ve gaddar bir şefin liderliğinde, silahlı adamlarla birlikte, adı, yağmalara karışacak, topraklarını genişletecek, nüfus alanı oluşturacaktı.
Kodaman, bunu, onları siyasal erkine almakla, meşruiyet kazanmalarını sağlamakta yapabilecekti. Böylelikle savaşçıları ile birlikte ilkel mafyanın doğumu gerçekleşiyordu.
Hiç şüphesiz feodalitenin oluşması, tümüyle yeterli değildi.
Önceki yönetimin, İmparatorluğun, tüm yapılarıyla çökmesi, eski mekanizmanın işlevsizleşmesi, adalet mekanizmasının ise olmayışına yahut nerdeyse yok denecek düzeyde çalışmasına bağlıydı.
Hayatta kalmak, yaşamak tek gayesi olan orta çağ insanının, sürünün, tutunacak dalı, acımasız ve öldürücü güçlere, silahlı yağmacılara, mafyaya bağlanması ve onunla donatılmasıydı.
Bozulan düzende ilk göze çarpan olay, silahlanmanın hızla artışı, işsizlikle çaresizlik arasında giden orta çağ insanının da bozulmada sınır tanımadığıydı.
Yaşama hakkı, beraberinde kuvvetli olmak, nefes alıp vermenin ön koşulu olarak karşımıza çıkıyordu.
Yönetecek bir Mafya Reisi ve vurucu kuvvet, orta çağda her devlette, Feodalitede, ilkel devletin otorite sağlaması için bu yolla toplumsal düzen kuralı oluşturmada kilittir.
Mafyöz ilişkilerin varlığının koşulu, orta çağ imparatorluklarının yok oluşudur.
Düzen bozulmakta ve yeni düzen, düzensizlik kendi koşularını beraberinde getirmekte, ikisi ortaklaşa birbirlerini tamamlamaktadırlar.
O halde bir İmparatorlukta Lordlar, Derebeyleri yahut Efendilerin çıkması, devletin egemenlik alametinin zayıflaması ve bunun zayıflamaya devam etmesi demektir.
Büyük toprak sahipleri genişlemeye başlayınca nüfuslu Kilise ve Soylular yahut eski Bürokrasi de öne çıkacakdı.
Devletin var olan egemenlik ve idari gücünü mafya ile ellerine alıyorlar, birbirlerinin nüfus alanlarını ya anlaşma yahut ele geçirme yollu kontrol altına almaya çalışarak, kendi kendilerinin özgürlük alanlarını çatışma ile daraltacaklardı.
Derebeyler ellerindeki silahlı güçlerle daha acımasız, yıkıcı ve kırıcılıkta beis görmüyorlar, sürü üzerinde irade kırma yollu korku salmayı, kendi düzenleri içinde meşru görüyorlardı.
Tabii burada sürünün yapabilecek hiçbir şeyi yoktur, çaresizdir, boyun eğmek ve kaderine razı olmak zorundadır; İmparatorluk düzenindeki bozulma ile hükümdar, kanunlar ve kolluk gittiği için, korkmaktadır, can güvenliği yoktur, her an öldürülme tehlikesiyle tedirginlik içindedir, şimdiki anayasalarda olan “kutsal yaşam hakkı”nı, can güvenliğini, mecbur, itaat ederek, diz çökerek sağlamaktadır.
Orta çağı ve koşullarını daha detaylı olarak gözümüzde canlandırmamız zorunludur. “Kara Ölüm”, “Büyük Veba Salgını” Avrupa nüfusunu 50 sene geriletmekle kalmıyordu, Batı Avrupa’da yetenek sahibi nerdeyse hiç kimse kalmamaktadır.
Taş işleme sektörü bitmiş, tarım ve askeri alanda tahta işleme, bu yolla malzeme üretme, başta konut sektöründe yaygınlaşmaktadır.
Artık yapılan evler tahtadan mamuldür; bu yol, ısınma, aydınlanma ve barınma ihtiyacını olumsuz hale getirmektedir. Mevsime göre giyinme yoktur; tek elbise ile aylar geçirenler bir yana sokaklar, evsizler, hastalık ve salgınla koyun koyunadır.
Cinsellik daha doğrusu cinsel sapkınlık yaygın hale geliyor, tecavüzler, zaten tükenmekte olan toplumsal düzeni iyice bozuyordu.
Dahası var; cinsel ilişki yanında şiddet, yaralama, ölüm hep iç içeydi, hizmet edecek olanlar bir yana mezar kazıcısı bile bulunmuyordu; hayatta kalanlar o gün bulduklarını o gün tüketiyor, yiyecek bulabilenler kıtlıktan çıkmışçasına yiyor, tıka-basa doymak bilmiyordu, tokluk büyük zenginlik sayılmaktaydı.
Bir insan anca 500 gr ekmek bulabiliyor, kimi günler aç geziyordu. Sokaklar aç hayvanlardan geçilmiyordu, şehirdeki insan-hayvan her tür leşleri yiyorlardı.
Entelektüel seviye dipteydi, Kilise’nin elinde olan “Bilgi Tekeli”, din adamlarının vebadan kırılmasıyla, bitik durumdaydı.
Korku, tehdit, şiddet, açlık ve kara ölüm, çöken devlet ve otoritenin yerini, derebeylerine ve onların acımasız milislerine bırakacaktı.
Ortaçağ Avrupası evvelinde insanlar, “liberi” (Özgür) ve “Servi” (Köle) olarak ikiye ayrılıyordu, ortaçağla birlikte acımasız şeflerin, mafyanın, derebeylerinin elinde silah olmasından sonra, bu ayrım kendini geliştirerek “Milites” (Silah tutan kimse) ve “Rustici” (Çiftçi, köycü,köylü) ikilisine bırakacaktı.
Milites kelimesi “militare” ve ”milices” bizim lugatla “milis” silahlı birlikler, mafyöz ilişklerle Prens, Şef, Bey ya da Ağanın siyasal araçları halinde toprak arttırmak için şiddet kullanmanın aracıydı.
Zavallı insanlar, hayatta kalabilmek için mafyaya, milislere ses çıkaramıyordu, kapısına dayanmış yüzlerce şiddete eğilimli acımasızlara karşı insan, bireysel çabasıyla adaleti sağlayabilir mi?
Ailesini koruyabilir miydi?
Yaşama hakkı, adalet, hukuk var mıydı?
Hayatta kalmak, nefes almaktır; sürü aciz durumdaydı.
Sorunlar sadece içerde değil, dışardan da gelecekti.
“Viking” adı verilen Kuzeyin adamları, “Men of North”, İskandinavya’dan ganimetleri yağmalayarak İngiltere’yi biçiyorlar ve buraya yerleşerek kendi tohumlarını ekiyorlardı.
Manş’ı geçerek Fransa’yı da İngiltere akıbetine uğratıyorlardı.
Ortaçağ’da ortalama insan hep acı çekerdi, İsa’ya derinden bağlı Hristiyanlar, O’nu acıyı temsil ve sembolize eden olarak biliyorlar, dinin nihai amacı acı çekmekse eğer, sürünün ses çıkarmaması, İsa ve İsevilikte kendini bulmasıydı.
Acı, Ortaçağ’da her halükarda çekilecekti, öyleyse bunun nerden geldiğinin hiçbir önemi yoktur.
Kavramlaştırıyoruz…
Kalelerin inşaası bu dönemde tehlikeyi dışardan değil içerden, mafyavari derebeylerinden korumak için, birbirlerine karşı, hızlanıyordu. Elde kalan ustalar, daha dayanıklı kaleler inşaa ettiler, kalecilikte devrim yıllarıydı.
Kaleler büyük ve görkemliydi, caydırma ve nihayetinde korku saçacaktı, içindekilere güvenlikli alan sağlıyor, dışardakilere de yağma, talan ve cana kasta caydırıcılık kazandıracaktı.
Orta çağın dili sembolcülük ve simgesi de kaleciliktir, mafyalar kale içinde rahatça silahlanır, derebeye hizmet ederdi, bu sebeple Avrupa’da kalelerin sayısı ibadethanelerden kat be kat fazladır.
Tanrı güçlüydü, insan ise korunmaya ve korunulmaya muhtaç, o halde ibadethaneye kaleden daha az ihtiyaç duyulmaktadır.
Sadece orta çağda değil, SSCB’nin dağılmasıyla da mafyavari yapılar “oligarklar” ortaya çıkacaktı.
'Mujik' yani toprak kölelerini devşirerek Sovyet işçisi haline getirmek, sosyalist bilince sahip olmalarını, tüm sorunların anahtarı, kilidi olarak görmek, çözümde, pratik anlamda sonuç alınması hedefleniyordu ve bu yolla umut bağlamak isteniyordu. Lakin teori ile pratik uyuşmazlığı, insan doğası parametreleri, denklemin içinde formüle edildiğinde sonuca ulaşılamıyordu.
Becerikli emek ile beceriksiz emek arasındaki farkın, sınıflar ortadan kaldırıldığında hala varlığı, ücret ödenmesinin emeğin karşılığında mı yoksa ihtiyaç fazlalığında mı ödenmesi gerektiği sorunu ortaya çıktı; bu sayede hiç kimse daha fazla kazanmak için daha fazla öğrenmek zorunda hissetmedi ve ilerlemeye olan inanç azaldı. İşçiler bir işletmeden ötekine gitmeye başladılar, hızlı sanayileşme atılımı yapmak, iş disiplini ve yetenek ister, yetenek için ise eğitim almak, inançsızlık büyüdü, bir işçi neden istekli davranıp üzerine ağır sorumluluk alsın ki, daha fazla öğrenmek daha yüksek ücret demek değildi ki, nitelik, liyakat, vasıf, çap önemli konular, kamu otoritesi ve iş barışı geldi ‘ücrette eşitlik’te tıkandı.
Ekonominin bozulması büyük sorun, gelişme perspektifini yok ediyor, Machiavelli’nin siyaseti nasıl işlediğine ve insan doğasının nihai amacının güç elde etmek olduğuna girmeyeceğim. Daha önce siyaset, din ve ahlak tartışması yaparken anlatmıştım.
SSCB’de ekonomik durgunlukla birlikte işsizlik patlayınca, kamu görevlileri dahi hayatta kalabilmek için mafyanın, daha doğrusu derebeylerin boyunduruğuna giriyor ve suç oranları alan arttırdıkça, rant büyüdükçe, toplumsal düzen kuralları, adaletsizlik de patlıyordu.
Fakat egemenliğin, kamu gücünün, halkın elinde olduğu durumlarda, ekonomik temeller sağlamsa, halkın inanması ile birlikte, toparlanma, ardından oligarkların da en nihayetinde kazandıkları, kolluk kuvvetleri yoluyla kamuya geri dönmektedir. Tarihten biliyoruz.
Bugün sizlere Mafyanın oluşumunu embriyonik seviyede anlatmaya çalıştım.
Rusya’yı tarihten çok severim; St. Petersburg’u da merak etmişimdir hep. Özellikle Dostoyevski’nin hayranıyım, tüm romanlarını defalarca okudum, belki bir gün nasip olur gidip, görebilir ve sizlere Dostoyevski çözümlemesi yaparım.
Saygılarımla.
.
Av. Mustafa Çelik, dikGAZETE.com
Taner Baykal 1 yıl önce