Bir siyaset bilimci olarak bana, özel yetişmiş kalifiye personeliyle bugün “Türkiye’nin en ‘kritik’ kurumu hangisidir” diye sorarsanız size ‘Dışişleri Bakanlığı’ derim.
Özel olarak disiplinler arası bir eğitim almış yabancı dil bilen geniş bir vizyona sahip, genç bürokratlarla çalışan Dışişleri Bakanlığı, buna rağmen gelmiş geçmiş neredeyse tüm iktidarlar tarafından ötelenerek bu dinamik kapasitesi görmezden gelinmiştir.
Örneğin, dış politikada bürokrasinin daha çok savunmacı mantıkla davrandığını savunan Turgut Özal, bir cumhurbaşkanı olarak dış politikayla bizzat ilgileniyor, ilgili bakanlığın inisiyatif almasını engelliyordu.
Bu “Dışişleri Bakanlığı’nı dikkate almama” politikası 1996-1997 yıllarında Tansu Çiller’in Dışişleri Bakanlığı sırasında Necmettin Erbakan tarafından da devam ettirilerek Recep Tayyip Erdoğan’a kadar sürmüş, Erdoğan, Dışişleri Bakanlığı bürokrasisinden çok, kendi çevresindeki Ahmet Davutoğlu, Egemen Bağış, Cüneyt Zapsu ve Ömer Çelik gibi danışmanlarla çalışmış ve bu bürokrasiyi dikkate almama “Özalvari” geleneği devam ettirmiştir.
Fakat 1960’lardan itibaren, Türkiye’nin Orta Doğu politikasında İsrail’e yakınlıktan Arap ülkelerine yakınlığa doğru evrilen bakış açısı, Ahmet Davutoğlu’nun bakan olması ile birlikte üç jeopolitik havza alanları kategorilerine ayrılarak “Dışişleri Bakanlığı’nı dikkate almama geleneği” sonlandırılmıştır. Davutoğlu ile birlikte başlayan “havza alanları” jeopolitikası birinci olarak; Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya, ikinci olarak yakın deniz havzası olarak ifade edilen; Karadeniz, Adriyatik Denizi, Doğu Akdeniz, Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hazar Denizi ve üçüncü olarak da kıta havzası olarak adlandırılan; Avrupa, Kuzey Afrika, Güney Asya ve Orta Asya bölge kategorileri olarak saptanmıştır.
Davutoğlu ile başlayan yeni yaklaşımın ise beş temel esası var.
İlki, güvenlik ile insan hakları, temel hak ve özgürlüklerin korunması arasında bir denge sağlanması.
İkinci olarak, “komşularla sıfır sorun” politikası.
Üçüncü olarak, özellikle komşu coğrafyalarda sorunlara zamanında ilgi gösteren ve gerektiğinde müdahale eden bir politika izlenmesi.
Dördüncü olarak, çok yönlü bir dış politika uygulanırken bunları birbirinin tamamlayıcıları olarak hayata geçirmenin sağlanması.
Beşinci olarak da küreselleşen dünyada Türkiye’nin dış politikasını mevcut tüm zeminlere yayarak ritmik bir diplomasinin “yumuşak güç” kategorisinde ekonomik ve kültürel dış politika imkân ve araçlarının ön plana çıkarılarak uygulanmasıdır.
AK Parti döneminde Dışişleri Bakanlığı’nın faaliyet ve yetki alanındaki yükselişi zamanla olumlu yönde artmış, kadrolar önemli ölçüde genişletilmiş, ekonomik imkanların da artmasıyla bütçesinde ciddi bir artış yaşanmıştır.
7 Temmuz 2010 tarihinde kabul edilen 6004 sayılı kanunda “İlke, görev ve yetkiler” şu şekilde sıralanmıştır:
Bölgesinde ve dünyada barışçıl, adil ve kalkınmaya imkân tanıyan bir ortamın kalıcı şekilde tesisi ve güçlendirilmesi.
Ulusal hak ve çıkarların savunulması ve korunması. Her türlü toplumsal yaşamın temelini oluşturan insan haklarının ve demokratik değerlerin savunulması ve ileriye götürülmesi, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle yapılan her türlü ayrımcılık ile mücadele edilmesi.
İnsanlığın kültürel mirasının, çevrenin ve yerkürenin doğal yaşam alanlarının korunması.
Uluslararası hukukun ve ona olan saygının geliştirilmesi ve güçlendirilmesi.
Bu vesileyle, teşkilatın yapısında oluşturulan ve aralarında Küresel ve İnsani Konular Genel Müdürlüğü, Komşu Ülkelerle İkili Ekonomik İlişkiler Genel Müdürlüğü, Çatışmayı Önleme ve Kriz Yönetimi Genel Müdürlüğü’nün de bulunduğu on yeni genel müdürlük ihdas edilmiştir.
Bununla birlikte, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, Avrupa Birliği Bakanlığı haline dönüştürülerek ayrı bir bakanlık olarak sürdürülmüştür.
Ayrıca Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nı da Türk dış politikası çerçevesinde değerlendirebiliriz.
Asıl önemli gelişme ise Dışişleri Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı ile TİKA’nın inisiyatif aldığı ve sivil toplum kuruluşları ile sağlanan koordinasyon çerçevesinde “yumuşak güç” olarak sürdürülen kültürel diplomasi olmuştur.
Bu çerçevede, önceleri Balkanlar daha sonra da Batı Avrupa ve Orta Doğu’da faaliyet göstermeye başlayan Yunus Emre Kültür Merkezleri, gerçekleştirdiği dil öğretimi, film gösterimleri, konserler vb. faaliyetleri ile Türkiye’nin dış politikadaki somut kültürel diplomasi adımları olarak ön plana çıkmıştır.
Günümüzde ise dış politika açısından “yumuşak güç” (soft power) ve “sert güç” (hard power) unsurlarını birlikte içeren “akıllı güç” (smart power) kavramı dikkat çekmektedir.
Çünkü, günümüz dünyasında güncel sorunların çözümünde doğrudan sert güce dayalı tutumlar izlemek gün geçtikçe zorlaşmaktadır.
O yüzden Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerini sürdüren Türkiye’nin dış politikası da bu minvalde devam ettirilmelidir.
Son tahlilde otoritelerce AK Parti’nin dış politikanın giderek önem kazanan ekonomi ayağını iyi yönettiği ve geliştirdiği söyleniyor.
Bu kapasite artışı, vizyon ve kendine güven duygusu ile dış dünyadaki varlığını arttıran Türkiye’nin yeni girişimler ve hamleler ile güç öğelerini “küreselleşme” ve “karşılıklı bağımlılık” gibi gerçekleri göz önüne alarak içe kapanmadan etkin bir biçimde kullanacağından şüphe yok.
Görüşlerimizi ve düşüncelerimizi bir otoriteye dayandırmak sözlerimizin meşruiyeti ve haklılığı açısından çoğu zaman önem taşır.
Hz. Süleyman’ın “Yol göstereni olmayan ulus düşer, danışmanı bol olan zafere gider" sözü de bu açıdan herkes için ayrı ayrı anlamlar ifade ederek gerek içeride ve gerekse dışarıda her vatandaşa düşen sorumluluklar olduğunu hatırlatıyor.
Unutmayın, ülkesinin geleceği için kaygılananları “hain”, ülkesini satanları ise “kahraman” ilan eden muhalif bir garabet peydah oldu.
Aman dikkat!
.
Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com
Necdet Çelikdönmez 5 yıl önce