Medeniyet kavramı birbirinden farklı açılardan ele alınarak farklı şekillerde tarif edilebilir.
Medeniyeti, insanın kendisini doğal halinden bir kültür varlığına dönüştürme çabasının ortaya çıkardığı bir “şey” olarak anlamak istiyorum.
Bu anlamda ele alındığında, insan kendisini ve çevresini inşa eden, etki eden, etkilenen, düşünce olarak değişen, dönüşen ve değer ortaya koyan bir varlıktır.
Kısaca, medeniyet insanın kendi varoluşunu toplumsal alanda gerçekleştirmesi, kendini var etmesidir denilebilir.
İşte insanın, toplumsal alanda bu çabasının, yapıp-etmelerinin, genel olarak bütün düşünce ve eylemlerinin kendilerine dayandığı kimi ilkeler vardır. Bu ilkeler, her birey ve toplum için mutlak anlamda ele alınabileceği gibi, kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişkenlik gösterebileceği de kabul edilir.
Yargıda bulunmak, aynı zamanda bir değer ifade etmek anlamına gelir.
Burada önemli olan yargıların dayandığı kaynağın ne olduğu ya da ne olması gerektiğidir.
Konumuza felsefece yaklaşacak olursak karşımıza, üç farklı eğilim çıkmaktadır.
Felsefe tarihinde, yargılarımızın kaynağını insana dayandıran görüşlerin yanı sıra topluma ve dinsel inanışlara dayandıran görüşler de vardır.
İnsan bir şeyi yadsırken veya benimserken ya da olumlu olumsuz, iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış tanımlamaları yaparken neye göre karar verir?
Yukarıda da bahsedildiği gibi yargılarımızın temeli insan, toplum ve dindir ya da bu alanda değer tanımaz bir görüşün savunulduğu da görülür. (ateist varoluşçularda olduğu gibi)
Medeniyetlerin bütünlüklü değer biçmeler olduğu düşünüldüğünde insanın, tarih sahnesine çıktığı ilk çağlardan bu güne birçok farklı medeniyet tarzı geliştirdiğini görürüz. Ve bu insan yaratımlarının farklı görünüşlerinin belirli coğrafyalarda öbeklendiğini fark ederiz. Bu coğrafi konumlanmaların medeniyetlerin birbirleri ile kurdukları ilişkilerde ayrıca bir önemi vardır.
Burada, çağlar boyunca İslam Medeniyeti ile birebir ilişkiler kuran Batı Medeniyeti(!)ni ele almak istiyorum.
Toplumların günümüz duygu, düşünce ve davranışlarına anlam verebilmemiz, onları anlayabilmemiz için o toplumun geçmişine, duygu, düşünce, inanış vs. tarzlarına bakmak gerektiği açıktır.
Barbar Batı Toplumları ( Cermenler, Franklar, Anglo-Saksonlar ve benzerleri) kanlı savaşlar sonrası Avrupa topraklarına yerleştikten sonra, medeniyet adına ortaya henüz bir şey koymamışken Roma’nın, Batı’da ve daha sonraları Doğu’da bir medeniyet duruşu sergilediği tarihi bir gerçektir.
Roma, Helenizm’le birlikte Yunan Felsefesiyle tanışmış ve doğuya doğru ilerledikçe de Hristiyanlıkla karşılaşarak bu dini benimsemiştir.
Bu dönemde yukarda saydığım topluluklarla Romalılar arasında, kültür anlamında önemli bir etkileşim olmamıştır.
Roma, Hristiyanlık’tan önceki yüzyıllarda Perslerle savaşmış, daha sonraki yüzyıllarda Orta Doğu’da Yahudilerle ve bu coğrafyada meskun Araplarla mücadele etmiştir.
Hz. İsa’dan 600 yıl sonra tarih sahnesine çıkan İslam öğretisi Arap Yarımadası’ndan yukarıya (bugün Orta Doğu denilen bölgeye) doğru yayılmaya başlamıştır.
Bu bölgelerde Yunan felsefesiyle tanışan Araplar, (Müslüman ve Hristiyan) Yunan Felsefe birikimini ( Sokrates, Eflatun, Aristoteles vs.) Arapça’ya tercüme etmişler ve bu yolla Yunan filozoflarının eserleri Latince’ye çevrilerek Avrupa kıtasına aktarılmışlardır.
Romalılar vasıtasıyla hukuk ve Hristiyanlık’la tanışan Batılı Toplumlar, bu kez de Arapların ( büyük çoğunlukla Müslüman) Yunan Felsefesini tercüme ve şerh etmeleriyle büyük bir düşünce dünyasıyla tanışmış oldular.
Batı’da Ortaçağ denilen dönem, bu yüzyıllarda ortaya çıkmıştır ki bu dönemde, Hristiyanlığın dini ahlaki değerleriyle salt akla dayalı Yunan Felsefesi karşı karşıya gelmiş ve Ortaçağ Batılı düşünürleri, Hristiyan Teolojisiyle Yunan Felsefesini birleştirmeye çalışmışlardır.
Bu dönemde Hristiyanlık büyük yara almış ve batılı düşünce tarzı giderek dindışı bir rasyonalizme Descartes eliyle ulaşmıştır. Ve bütün bir değerler alanı “Akıl”a indirgenmiştir.
Bilgi’nin rasyonelleşmesi ve bilimsel bilginin (deneysel bilgi) kutsanmaya başlamasından sonra Hristiyanlık, hayatın dışına itilmiş Tanrı yok sayılarak, insan tanrının yerine oturtulmuştur. (Hümanizm) Batılılar bunu kendileri için aydınlanma olarak telakki etmişler ve bu çağın adını kendilerince Aydınlanma Çağı koymuşlardır. Bilimsel keşifler bu çağda yoğunlaşmıştır.
18. Yüzyılda Alman filozofu İ. Kant, aklın bu denli kutsanmasına bir eleştiri getirmiş ve kendisinden sonra Batılıların düşünce dünyası yeni yollar arayışına girmiştir.
Batı Ortaçağı’nda bir nebze de olsa din ve düşünceye dayalı değerler manzumesi böylece ortadan tamamen kaldırılmış oldu.
Yakın Çağda, Batı’da bir çok felsefe, sanat ve siyaset akımı ortaya çıktı.
Değer adına üretilen ne varsa hepsi insanla başlatıldı ve insanda bitirildi.
Hristiyanlıkça günahkar kabul edilen insan, bu defa aksi yönde kutsanmıştır. Ve insan kendi varoluşuyla baş başa bırakılmış adeta dünyaya terk edilmiş bir varlık derekesine düşürülmüştür. (-Dünyaya fırlatılmışlık felsefesi- Heidegger) Ateist Varoluşçuluğun bu dönemde ortaya çıkışı tesadüf değildir. (J.P.Sartre) Ve bu serüven giderek Nietsche’nin korku felsefesiyle son bulmuştur. (Angst philosophie) Sonuçta, Batılılar birkaç bin yıllık tarihlerinin bu son evresinde “KORKU”yu keşfetmişlerdir.
Tanrıtanımaz batılılar, kendi dünya görüşlerini İnsan’ın bu en olumsuz duygularından biri olan korkuüzerine inşa etmişlerdir denilebilir. Çünkü bu gün, her sahada kendinden olmayana karşı batılı bakışaçılarında gördüğümüz nefrete dayalı tutum, bu yaklaşımın zorunlu bir sonucudur.
Aşkın olandan, gelecekten umudu olmayan insanın farklı bir davranış sergilemesi beklenmemelidir.
Yüzyıllar içinde İslam Medeniyetiyle çatışan bu batılı kafa, İslam’ın vadeden, sevgi dolu mesajına hep yabancı kalmıştır.
Bu zihniyet, tarih boyunca “KORKU”yu Nefret’e, Nefret’i zulme dönüştürmüş kendi insani erdemine(!) kendi varoluşuna ihanet etmiştir.
Bu gün İslam Dünyası’nın yeniden, Batılılarla her alanda bir hesaplaşma dönemine girdiği söylenebilir.
Medeniyet “SEVGİ” ile kurulur.
Düşünce sevgiyle beslenir umutla yeşerir.
“KORKU”dan nefret, nefretten vahşet doğar.”KORKU”nun medeniyeti olmaz.
:
Orhan Beyoğlu, dikGAZETE.com