USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

KADIN RAPORU

10-03-2016

Ekonominin araç olmaktan çıkıp, amaç haline gelmesi, aile kadınlarını da kısa zamanda evlerinden uzaklaştırmıştır. Kadınların sosyoekonomik hayata aktif olarak katılmasıyla başlayan süreç, bütün dünyada hızını artırarak devam ediyor... Özellikle büyük şehirlerde, kadınların her alanda yoğunlaşması, kadınların ulaşılması zor gizemli yapılarını da aşağı çekmiştir... Bu bir değer kaybı olarak da algılanabilir!..page1image1328

Günümüzde kadınların birçoğu ev dışındaki hayatı tercih etmiştir. Kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanması, kadınlar açısından bir kazanç olarak değerlendirilebilir... Eğitim, meslek ve nihayet iş hayatına kavuşmak, kadının kendine olan güvenini artırmada önemli bir unsur olmuştur. Kadınlar, bir ölçüde kendilerine güvenmeyi ve eşlerine karşı daha dik durmayı da başarmışlardır. Kadın özgürlüğü açısından bakıldığında bu durum bir zafer sayılabilir. Özellikle hanımlarını ezen, maganda kocalara karşı bir güç elde edilmesi zafer sayılabilir... Fakat bu zaferin olumlu olduğu kadar, olumsuz yanları da var...

Tabi ki aile birliği sadece ekonomik değerlerle ölçülemez. Sonuçta, aile bir şirket ortaklığı değildir. Ekonomiyi belirleyici ve kurtarıcı bir unsur kabul etmek, aile üyeleri arasındaki ilişkileri düzenlemekte tek başına yeterli olamıyor... Ekonomik hayat, ailede birçok değişiklikleri de beraberinde getirmiştir... Çekirdek aile, siyasi olduğu kadar kapitalist ekonominin de kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır... Çekirdek aile üyeleri arasında yaşlılara, eşlere ve çocuklara karşı sorumluluktan kaçılması, aile bütünlüğü ve mutluluğu için olumsuzluğa da sebep olabiliyor.

25 Mart 2008’de bir cinayet gazetelere şöyle manşet olmuştu: “Profesörü kızı öldürdü“
"Evde bıçaklanmış olarak bulunan O... T...'nin kızı önce 'Eve hırsız girdi' dedi, sonra itiraf etti: Tartıştık, öldürdüm."

Bu üzücü olaydan dokuz ay önce, bayan profesör, bir gurup öğrenciyi odasına alıyor ve ilginç bir açıklamada bulunuyor: “Ben kariyerim için çok çalıştım ve çok şey elde ettim. Ancak, ailemi, yuvamı kaybettim.” Bu sözler, insanımız için önemli bir nasihat olmalıdır. Kazandıklarımızın kaybettiklerimizi karşılamadığını ancak tecrübeyle anlamaktayız.

Çocukların anne dışında üçüncü şahıslara terk edildiği, kadının dışarıda çalıştığı, evdeki işleri de yine kadının yüklendiği, yaşlıların dışlandığı "çekirdek aile modeli" arıza yapmadan nereye kadar dayanabilecek!?.
Eşler arasındaki ilişkinin materyalist anlayışla ele alınması, evlilik hayatını sevgi, saygı, fedakârlık, sabır ve vefa duygularından uzaklaştırmaktadır. Aile birliğinin şirket ortaklığına dönüştürmesiyle, eşler arasındaki bağlar her an kopmaya hazır olacaktır...

Çocukların en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda ne yazık ki çocuklar bakımı bile üçüncü şahıslara terk edilecektir... Çocuklarına ve eşine karşı görevlerini yeterince yerine getiremeyen, dışarıda çalışan kadınlar da eskisi kadar kocalarına sabır gösteremeyeceklerdir...
Eşlerden beklenen toleranslar, azalacak ve saygı sınırlarını zorlayacak bir noktaya savrulacaktır. Aile bireyleri arasında En ufak bir tartışmada bile evlilik hayatını riske sokabilecek maksadını aşan abartılı çıkışlar yapılması kaçınılmaz olacaktır... Çekirdek ailede ne yazık ki bu durumu dengeleyecek yaşlılar da bulunmayacağından aile kaosa sürüklenecektir...

Kadınların, erkekle bütünleşmek yerine erkeği bir rakip olarak görmesi çok da akıllı bir tutum olamaz. Kadın cinayetleri ve boşanmaların artmasının altında yatan sebepler incelendiğinde eşlerdeki manevi değerlerin azalması ve -eşitlik adına- sorumsuzluğun artmasını görmekteyiz. Avrupa’daki ailelerin düştüğü çıkmazı, şimdilerde Türkiye’de yaşamaktayız.

Bir kadının evde yaptığı önemli işleri yok saymak ne kadar doğru olabilirdi! Neden kadının dışarıda çalışması teşvik ediliyordu ve de ev hanımları neden hafife alınıyordu!
Oysa, ev hanımı dediğimiz bir kadın evde en az 5 - 6 profesyonel meslek icra etmekteydi. Ev hanımlarının başta aşçılık olmak üzere, çamaşır, ütü, temizlik, çocuk bakımı, sağlık, alış-veriş, vb. görevleri üstlenmesi, kocasının kazancından daha fazla evine ekonomik kazanç sağlıyordu. Kadınların evde yapmış olduğu aşçılık bile, kadının ev dışındaki çalışmasından daha fazla bir ekonomik katkı sağlamaktadır... Buna rağmen, her şeyin tersine çevrildiği günümüzde, toplum mühendisliğinin telkinleriyle ev işleri ve ev kadını sıfıra indirgenmiştir.

New York’ta yapılan bir araştırmaya göre:
ABD’de ev kadını bir anne, bakıcı, aşçı, psikolog ve üstlendiği diğer görevler de göz önünde bulundurulursa yılda yaklaşık 138 bin dolar maaş alması gerekir... (Bu haber televizyonlarda Mayıs 2007’de yayınlanmıştı.)

(Salary.com araştırmasını 26 bin ev kadını anne ve 14 bin çalışan annenin katılımıyla gerçekleştirdiği açıklandı.)


Nedense, ülkemizde “Ev hanımlığı” alt düzey bir konum olarak algılanıyor ve kadının dışarıda çalışması teşvik görüyor. Hatta soru ve cevaplarımızda bile bu anlayışa hizmet vermek yanlışlığıyla karşı karşıya bırakılmaktayız. ”Hanımınız çalışıyor mu?.. Cevap: Hayır.” Bu tuzak bir sorudur... Dikkat edildiğinde, bu soruda ve cevaptaki kelimelerin yanlış seçilmesi, toplum mühendisliğinin bir sonucudur. Giyim ve kuşamlarımızı belirleyen ve toplumu yönlendiren odaklar, kelimelerimizi nerede nasıl kullanacağımızı da bizlere ezberletmişler.

Yukarıdaki soruya verdiğiniz “Hanımım çalışmıyor” tarzındaki cevaplar, bizi yönlendiren ezberlerden başka bir şey değildir... Bu tür yaygınlaştırılmış cümleleri düşünmeden kullanmak, toplum mühendislerinin ideolojik tuzaklarına katkıda bulunmaktır... Bu cümlenin anlamı, ev hanımlarının akşama kadar hiç iş yapmadan evde oturdukları anlamına gelir... Ne dediğimizin bazen farkında bile olmuyoruz... Kısacası, ezberlerimizi bozamaz hale getirildik.

Oysa evde görev üslenen kadın, aileye maddi ve manevi büyük katkılar sağlamaktadır. Ev hanımlarının oluşturduğu katma değer ve toplumsal verimliği arttırmadaki rolü inanılmaz boyutlardadır.
Milli hâsılada gösterilmediği halde, bütün dünya evde yapılan işlerin dünyada yapılan mal ve hizmet üretiminde ilk sırada olduğunu kabul etmektedir.

Bir kadının maddi olarak aileye sağladığı gelir, dışarıda kazanacağından daha fazladır. Üstelik kocası ve çocuklarına karşı verdiği hizmetin aile bütünlüğüne sağladığı katkılar inkâr edilemeyecek kadar büyüktür. Kadının hem dışarıda hem evde görev yapmasının, kadına yapılan bir haksızlık olduğu da bir gerçek. Bu yüzden kapitalist sistemin emellerine kadının araç olmasının getireceği aile problemlerini de iyi hesap etmek gerekiyor.

Ailede iş bölümü yapılırken kadın ve erkeğin biyolojik ve psikolojik yapısı ihmal edildiğinde, çıkacak problemlerin sürpriz olmayacağı gerçeğini anlamak zorundayız.
Kadın ve erkek farklılığının bize tanıdığı doğal alanları iyi tespit etmeliyiz. Ailede iş bölümü yapılırken, sadece görünen bedensel yapımız değil, hormonlarımız ve psikolojik yapımızın da görevimize etkisi olduğunu unutmamalıyız. Bu yapıyı hiçe sayan zorlamalar, aile huzurunu da tehlikeye sokabilir. Aslında, mutluluk ve huzur sadece paraya dayalı bir unsur da değildir. Birçok zengin insanın bile mutlu olamaması veya huzursuzluk çekmesi ne anlama gelmektedir!

Birçok sosyolojik önemli araştırmalara imza atan Amerikalı yazar Dale Carnegie “İnsanlar elde ettikleriyle mutlu olacaklarına, elde edemedikleriyle mutsuz oluyorlar” demiştir... Bu doğru bir tespit olduğu kadar, İslami bir anlayışa da uygun düşmektedir... (tercümelerde anlam kayması da söz konusudur) Gerçi mutluluk ve huzur kavramları birbirleriyle farklılık göstermektedir... Mutluluğu, özlemlerimize kavuşmanın bir tezahürü olarak adlandırabiliriz... Huzur ise, kendisiyle barışık, daha istikrarlı bir dengeyi ve tatmini devam ettiren pozitif bir kavram... Pesimist (kötümser) görüşlü insanların geçici olarak mutluluğu yakalamaları mümkün olsa da huzura ermeleri mümkün değildir... Ailenin ise geçici hazlardan çok, istikrarlı bir müessese işlevi gördüğünde huzura ereceğinden şüphe yoktur... Huzura ermek için ise, optimist (iyimser) bir görüş sergilemek gerekiyor... Var olanlarla (elde etiklerimizle) sevinmek "polyannacılık" da olsa, bunun hayatımız için kendimize, ailemize ve toplumumuza olumlu katkıları olacaktır.

Aile, toplumun en küçük birimidir; ailenin dağılması toplumun dengesini de bozacaktır... Bu açıdan ailenin korunması esastır... Aileyi sadece ekonominin belirlemesi söz konusu olamaz... Çünkü aile, ekonomi için kurulmuş bir müessese değildir... Günümüzde uygulanmakta olan kapitalist ekonomi, ailenin manevi özelliklerini de zaafa uğratmaktadır... Aile yapısının ayakta kalması, kadınla ilgili politikaların doğru seçilmesiyle sağlanabilir.

Kadınların, ekonomik hayatı tercihten çok (müsait şartlarda) sosyal, kültürel ve siyasi hayata katılmasının insanlığa fayda sağlayacağı da bir gerçek... Özellikle erkeklerin egemen olduğu bir dünyada, savaş kararlarının alındığı yönetim noktalarında ve de çocuklarımızın eğitimine ait alanlarda erkek yöneticilerin insanlığa verdiği zararları biraz olsun önleyebilmesi için kadınların sosyal ve siyasi alanlarda görev almasının faydalı olacağı da kabul edilmelidir... Tabi, bu görevi üstlenirken aileye ait görevlerinin aksatılmaması da gerekir. Aksi takdirde, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi ailelerin dağılması veya evliliklerin zaafa uğratılmasının getirdiği problemleri yaşamamız sürpriz olmayacaktır.

Aile için evlerin huzur ve güç merkezi haline getirilmesi gerekir... Evler akşamları yatılacak bir otel gibi düşünülmemeli. Ev, sadece bedenin biyolojik ihtiyacını karşılayan bir mekân değildir. Ev, aile bireylerinin yüreklerinin birleşerek güç kazandığı bir kaledir. Ev, bütün aile bireylerini kuşatan, koruyan, sevginin, şefkatin, dayanışmanın ve doğal eğitimin bir karargâhıdır... Ev, hayat dalgalarının yıkıcı etkilerinden kaçıp sığınılacak önemli bir limandır...

Ailede eşlerin eşit olması değil, mutlu ve huzurlu olması hedeflenmelidir. Mesleğim icabı kadınla ilgili bir belgesel yapmak için Türkiye’de ve Batı’da kadın hakkında yazılan kitapların çoğunu okudum.
Batı’daki kadınların çoğunun boşanmış olması veya psikolojik tedavi alması, çocukların daha küçük yaşta aileden kopması ve uyuşturucuyla tanışması toplumu tehlikeye sokmuştur. Avrupa toplumu -Amerika’nın aksine- kendi yaşamlarında ayak bağı olmasın diye devletin çocuk parası vermesine rağmen çocuk yapma mesuliyetinden de kaçmaktadır. Batı, kadınların yalnızlığa itildiği bir toplum haline gelmektedir. Kadını en fazla mutlu edecek olan davranış, aslında erkek tarafından sahiplenilmesidir... Bu duygu, daha çok kadının ekonomik alana katılmasıyla yok olmaktadır ve kadın da yalnızlığa sürüklenmektedir... Amerika toplumu, kadının aktif olarak ekonomik hayata katılmasının zararlarını fark ettiği için kadınların evlerine dönmesi için çağrılar yapmaktadır.

Kadın ve erkek biyolojik ve psikolojik olarak eşit değildir. Bu doğal gerçek, bizi iş bölümü ve sorumlulukların farklı olması gerçeğine götürmektedir. Yasalar yapılırken kadınların yaş itibarıyla erkeklerden önce emekli olmasının kadın ve erkeğin haklar bakımından da eşit olmadığını gösteriyor.

Burada kadın ve erkeği bağlayan temel insan hakları olmalıdır. “İnsan Hakları Beyannamesi” şu anda bütün dünyanın ölçü olarak kabul ettiği ve altına imza attığı bir sözleşme olarak karşımıza çıkıyor. Uygulamalara bakıldığında ise, maalesef devletlerin çoğu kendi dayatma ve politikaları yüzünden insanlara zulüm etmekten geri kalmıyor.

Bu noktada erkekler de kadınlar da eziliyor. İnsan olarak, istismara açık “Kadın Hakları” yerine “İnsan Hakları” nı savunmamız tüm insanlığın hayrına olacaktır. Kadınların sosyal ve ekonomik alana aktif olarak itilmeleri önlenmediği sürece aile müessesesinin korunamayacağını bir kere daha vurgulamakta yarar var. Hükümetin politikalarını değiştirerek, ailedeki bu olumsuzlukların giderilmesine katkı vermesi gerekiyor...

KADINLA İLGİLİ POLİTİKALAR AİLEYİ TÜKETİYOR

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2014 yılında evlenen çiftlerin sayısı bir önceki yıla göre yüzde 0.1 azalarak 2014 yılında 599 bin 704'e geriledi. Buna karşılık, boşanan çiftlerin sayısı bir önceki yıla göre yüzde 4.5 kat artarak 130 bin 913’e yükseldi.

Avrupa’da ailenin yok olması, tesadüfü bir sonuç değildir. Batı’da kadının ekonomik ve sosyal hayata aktif olarak itilmesiyle bu süreç başlamıştır... Yani, bu başlangıç Sanayi Devrimiyle başlamış ve günümüze kadar gelmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda başlayan sanayi devriminin işçi ihtiyacı ister istemez kadınları da ekonomik hayata itmiştir... Zaten o zamana kadar kadınlara değer vermeyen Batı ülkeleri, kadınlara yeni haklar tanıyarak, onları sanayinin dişlileri arasına yerleştirmeyi başarmıştır... İngiltere’de başlayan bu devrim, kısa zamanda bütün Batı ülkelerine yayılmıştır...

Türkiye’de ise cumhuriyetin kuruluşuyla, kadının statüsü değiştirilmiştir. Ancak, devrimlerin birçoğu kolayca uygulandığı halde kadınla ilgili olan baskılara rağmen aile yapısı devam edebilmiştir... Aile kurumu, daha sonraki hükümetlerin “çekirdek aile ve az çocuk” politikalarıyla olumsuz etkilenmiştir... Özellikle AK Parti hükümetleri döneminde birbirine tezat teşkil eden uygulamaların gerçekleşmesi, aileleri derin etkilemiştir... Bir taraftan üç çocuk teşvik edilirken diğer taraftan kadın, aktif olarak, siyasete, sosyal hayata ve ekonomiye itilmiştir.

Peki, kadını politikaya, sosyal hayata ve ekonomik hayata aktif olarak kattığınızda bu üç çocuğa kim bakacak!?. Onun da çaresini bulmuşlar; kreşler var... Üstelik kadının iş hayatına girmesini teşvik edici doğum paraları, izin avantajları vs. ek kanunlar da çıkarıldı...

SONUÇ:

  •   Karı-koca kavgaları artı.
  • Boşanmalar artı.
  •   Evlenmeler azaldı.
  •   Kadın cinayetleri artı.
  •  Kreşler ve huzur evleri artı.
  •  Erkek işsizlik sayısı artı.
  •  Korunacak çocuk sayıları artı.
  •  Aileler küçüldü.
  •  Aile müessesesi yara aldı.

ÇARPITILMIŞ KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ, KADINI ERKEĞE RAKİP YAPTI

Kadın ve erkek biyolojik ve psikolojik açıdan eşit değildir. Bu nedenle, kadının ve erkeğin toplumdaki yeri de bu genel özelliklere göre olmalıdır... İnsanlar, yaradılışlarının dışına çıktıkları miktarda problemlerle karşılaşmaktadır... Doğal hayat olan yaradılış sürecini devam ettirmek, kadın ve erkek için bir hayat rehberi olmalıdır.

Prof. Nevzat Tarhan'ın kadın hakkındaki görüşü
Üstün kültürler kendilerinden altta kalan kültürleri kendine benzetmek için birtakım taktikler uygular. Bu tip üstün kültürler farklı olan insanları kendine benzetmek için onlardaki bazı değerleri yozlaştırıp küçülterek karşı tarafta aşağılık ve eksiklik duygusu oluşturmak isterler. Böylece kendisine benzetmeye çalışırlar.

Bu, Hollywood kültürünün dünyada etkisini yaygınlaştırmak ve tüketimi artırmak için yapılan bir plandır. "Bir moda çıkaralım tüm dünya alsın" diyen bir tüketim ekonomisinin felsefesi vardır burada.
Bunun için sinema etkili bir silah olarak kullanılıyor. Buradaki tek tipleşmede ve yozlaşmada sinemanın büyük bir etkisi var. Kadını iş hayatına sokup tüketime katarak ve hanımları cinsel sömürü objesi haline getirerek onların değerini azaltmaya çalışıyorlar.

İyi çocuk yetiştirmek ve annelik yapmak iyi bir fabrika kurmaktan daha kıymetlidir.
Anneliğin değerini düşüren topluluklar kendilerine zarar veriyor. Anneliği bu yüzden en önemli meslek olarak görmek gerekiyor. Hatta devletimizin onlara zorunlu sigorta yapması gerekiyor. Bu onların özgüvenini artıran bir uygulama olacaktır. Böyle yapılırsa evde kadının çocuğuyla ilgilenmesi külfet olarak algılanmayacaktır.           -Prof. Dr. Nevzat Tarhan-

:
Raşit Anaral, dikGAZETE.com

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?