İstiklal Harbinde Kırım Tatarları:
1783-1922 arasında 1,800,000 Kırım Tatarı’nın anayurtlarından çıkarıldığı tahmin edilmektedir. Bu hicretin, Tatarları Kırım’da azınlık hâline getirdiği bilinmektedir.[1]
Yapılan göçleri yıl olarak ifade edecek olursak “1783’te Kırım’ın ilhakından hemen sonra, 1790’larda, 1812’de, 1829’da, hiçbirisiyle kıyaslanmayacak derecede büyük olarak 1860-1861’de, 1874’te, 1878’de, 1890’da, 1903’te, 1918-1922 arasında ve 1933’te ve hatta II. Dünya Harbi’nden sonraki mültecileri de katarsak 1944’de Kırım’dan Türkiye’ye büyük göçler oldu.[2] İlk göçler Romanya topraklarına oldu. “1783’ten sonraki ilk Kırım göçlerinin öncelikli olarak Romanya topraklarına yerleştirilmesinin amacı “Osmanlı Devletinin Kırım’ı tekrar elde etme ümidinden kaynaklanmıştı. Ancak 1787’de Rusya ile girilen savaşta, Kırım geri alınamadığı için, bu göçmenlerin Romanya’da kesin olarak iskanı yoluna gidilmiş ve belirli bir iskan politikası oluşturulmuştu”[3] 20. Yüzyıl başlarına gelindiğinde özellikle Balkan savaşları nedeniyle bu bölgelerde tutunamayan Kırım Tatarlarının bir kısmı da Anadolu’ya yöneleceklerdir.
Anadolu’ya gelen göçler ise başta, Eskişehir, Konya ve Ankara olmak üzere, Adana, Diyarbakır, Şam, Mersin, Bandırma, İzmit dahil çok geniş bir bölgeye iskan edilmiştir. Ankara ve Eskişehir bölgesine yoğun nüfus yerleştirilmesinin sebebi ise Bağdat’a uzanan demiryolu hattına Alman kolonilerinin yerleşmesini engellemek ve bu güzergahı kontrol etmek gayesine dayanıyordu. Ha keza ileri tarım tekniklerine sahip ve üretimi artıran Kırım Tatarlarının ürünlerini ticari merkezlere taşımaları da şüphesiz bu iskan tercihinde rol oynamış olmalıdır.
En nihayetinde bu defa II. Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi, 1919 yılında Yunanlıların İzmir’e çıkarak Anadolu’da ilerlemesi, Kırım Tatarlarının “Aktopraklar” dediği “Son Vatan” Anadolu’yu tehlikeye atmış, vatan toprakların kaybının acısını çok iyi bilen Tatarların bu topraklara, Milli Mücadeleye katılmasını, sahiplenmesini sağlamıştır. Özellikle yoğun yerleşimlerinin olduğu Eskişehir-Ankara bölgesinin Eskişehir-Kütahya Savaşları, “Makus talihin yenildiği” 1. Ve 2. İnönü Savaşları yanında “geri dönüşün” yaşandığı Sakarya Meydan Muharebelerin doğrudan yaşandığı yerler olması ayrıca bu mücadelenin doğrudan içinde yer almalarına sebep olmuştur.
Biz bu yazımızda Kırım Tatarların Milli Mücadeledeki rolünü simgesel kimi portreler etrafında vermeye çalışacağız.
Samsun/Sakine Baturay:
Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başlayıp, Amasya’ya, Erzurum’a, Sivas’a yönelen, daha sonra Ankara’ya, ve 9 Eylül 1922’de İzmir’e ulaşan yolculuğundan Millî Mücadele tarihimiz oluşmuştur.[4] Bilindiği üzere, 16 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul’dan Samsun’a yolculuk eden Mustafa Kemal Paşa ve maiyeti, İtilaf Devletlerinin talebi ve İstanbul Hükümetinin görevlendirmesi sonucu, Karadeniz bölgesindeki karışıklıklara son vermek amacıyla 9. Ordu Müfettişliğine tayin edildi. Ancak kendisi, verilen görev ve emrin dışına çıkarak Türk ulusal kurtuluş savaşını başlatmış ve bu tarihten itibaren Millî Mücadele’nin lideri olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bandırma Vapurunun yolculuğu dört gün sürmüştür. 19 Mayıs tarihinde Samsun’a varmasıyla tarihi yolculuğunu tamamlayan gemide Mustafa Kemal Paşa’nın dışında, karargâhında bulunan 18 kişilik bir heyet de yer almıştır.[5] Samsun’a ulaşan Mustafa Kemal Paşa Karakaş Mustafa isimli kişinin motoruyla tütün iskelesine çıktı. İskeleye çıkan müfettişlik heyeti 55 kişiden oluşmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa ve karargâhı mensupları 15. Tümenden Kurmay Binbaşı Mahmut Ekrem Bey’in mihmandarlığında bir manga asker tarafından karşılandı. Mutasarrıf Edhem Bey, tümen kumandanı, belediye başkanı ve şehrin diğer ileri gelenleri karşılamada bulunmadılar. Şehir adına Boşnakzade Süleyman heyete hoş geldiniz dedi.[6] Karşılayanlar içinde tek bir kadın vardı. Kırım Tatar Sakine Baturay.[7]
Samsun'a Mustafa Kemal Atatürk'ün geleceğini öğrenen Sakine Hanım, 19 Mayıs 1919 günü o zamanki adıyla Reji İskelesi'ne gitti. Sakine Hanım, burada Atatürk'ü karşılayanlar arasında tek kadın olarak yer aldı. Sakine Hanım, Kurtuluş Savaşı süresince Samsun'daki kadınları da örgütledi. Beraberindeki kadınlarla birlikte, toplanan yünlerle cephedeki askerler için çamaşır dokudu.
İlk eşi Yemen Harbi'nde ölen Sakine Hanım, Kurtuluş Savaşı'nın sona ermesinin ardından, aynı hastanede görev yapan hasta bakıcı Abdullah Bey ile ikinci evliliğini yaptı. Daha sonra eşi ile birlikte Samsun'dan ayrılarak İzmir'in Torbalı İlçesi'ne yerleşti. İkinci evliliğinden 2 çocuğu daha olan Sakine Hanım soyadı kanunu ile birlikte 'Baturay' soy ismini aldı. 1976 yılında hayatını kaybeden Sakine Baturay, bu süre zarfında çocuklarına ve yaşadığı yerdeki yakınlarına 19 Mayıs 1919'da Atatürk'ü Samsun'da karşılayanlar arasında olduğunu ve tek kadın olarak yer aldığını anlattı.[8]
Selma Fındıklı’nın Tütün İskelesi’nde Bir Köhne Vapur adını taşıyan hikâye kitabında yer alan ilk öykü aynı adı taşır. Buradaki kahraman Sakine Baturay’dır. Hikâyedeki mesaj ise Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışı üzerine Sakine’nin “Canımıza, malımıza, vatanımıza göz koyan işgalcilere karşı kadınları uyandırmalı, bir araya toplamalıyım”[9] kararını alması etrafında şekillenen Türk kadınının Milli Mücadele’ye bütün zorluklara direnerek destek vermesi, bu yönde büyük fedakârlıklarla çalışmasıdır.[10]
Milli Eğitim Bakanlığı Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü’ne bağlı Eskişehir Olgunlaşma Enstitüsü, Atatürk ve 18 silah arkadaşının Samsun’a çıkarak milli mücadeleyi başlatmasının 100’üncü yılında özel bir çalışmaya imza attı. Sanatsal bebek atölyesinde yaklaşık 3 ayda tamamlanan 15 kadın kahramanın önce polimer kilden yüz şekilleri çıkarıldı. Ardından makyaj ve kostümleri tamamlanan küçük heykeller gerçek kıyafetleriyle hazırlanarak ‘kahraman kadınlar’ koleksiyonu haline getirildi. Heykeller serisine ise Cennet Vatanın İlk Adım Kadınları’ adı verildi. Heykeli yapılan kadınlar arasında Atatürk’ün Samsun’da karaya ayak basması sırasında karşılayanlar arasında tek kadın olan Sakine Baturay da bulunuyor.[11]
Amasya/Abdurrahman Kamil Efendi:
Mustafa Kemal Paşa Samsun’dan Havza’ya, oradan ünlü Tamim’ini yayınlayacağı Amasya’ya geçer. Abdurrahman Kâmil Efendi, Mustafa Kemal Paşa’nın 12 Haziran 1919’da Amasya’ya gelişinde kendisini ilk karşılayanlar arasında yer alır ve onunla uzun bir görüşmesi olur. Ertesi gün Beyazıt Camii’nde Kâmil Efendi’nin cuma vaazını dinleyen Mustafa Kemal Paşa’nın, “Eğer bu memlekette Abdurrahman Kâmil Efendi gibi on tane âlim olsaydı memleket bu hale düşmezdi” dediği aktarılır. Vaazı sırasında halka millî mücadelenin önemini anlattı ve Mustafa Kemal Paşa’yı cemaate tanıtarak hakkında takdirkâr ifadeler kullandı. Abdurrahman Efendi’nin bu vaazı şehirde büyük bir etki yaptı ve millî mücadele için harekete geçilmesinde önemli rol oynadı. Daha sonra düzenlenen mitingde de konuşan Abdurrahman Efendi halkı düşmana karşı mücadeleye teşvik etti. Bu sırada kurulan Amasya Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin on yedi üyesi arasında yer aldı. Öte yandan Abdurrahman Kâmil Efendi’nin biriktirdiği altınları bu cemiyeti desteklemek amacıyla Mustafa Kemal Paşa’ya vermesi Millî Mücadele tarihinde dikkate değer bir husus olarak kaydedilir. Abdurrahman Efendi 1920’deki Zile isyanının bastırılması esnasında oraya gönderilmek istendiyse de yaşlılığından dolayı gidemedi, fakat âsilere destek vermemeleri için halkı vaazlarıyla uyarmaya devam etti.
1918’de müftü tayin edilen Hacı Mehmed Tevfik Efendi vefat edince (Kasım 1921) Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından yeniden Amasya müftülüğüne tayin edildi (Temmuz 1922) ve ölümüne kadar bu görevde kaldı.
Amasya’da doğan ve ataları iki asır kadar önce Kırım Bahçesaray’dan gelerek Çorum’un Mecitözü Doğla köyüne yerleşmiş olan Abdurrahman Kamil Efendi’nin mahlası Mecitözü’ne nisbetle “Mecîdî”, lakabı Mecîdîzâde’dir. Babası ilmiye mensubu bir aileden gelen ve kadılık görevinde bulunan Ahmed Rifat, dedesi Mustafa Mecîdî’dir. Kardeşi Sâdık Efendi, oğulları Ahmed Emrî, Sabri, Mustafa Niyâzî müftülük ve vâizlik yapmıştır. 31 Aralık 1941 tarihinde vefat eden Abdurrahman Kâmil Efendi, Amasya Tekirdede Kabristanı’na defnedildi.
Hatunoğlu Süleyman Bey/Erzurum:
Mustafa Kemal Amasya’dan Erzurum’a geçer. 29 Ağustos 1919’da Erzurum Kongresini yaptıktan sonra, Sivas’a gidecektir.
“Fahrettin Kırzıoğlu’nun Erzurum Kongresi adlı kitabının 287’ci sayfasında bakın neler yazıyor Hatunoğulları için.
…Mustafa Kemal Paşa, 29 Ağustos 1919’da Erzurum Kongresini yaptıktan sonra, Sivas Kongresini yapmak için yola çıkacaklardı; ama hiç paraları yoktur.
Sivas Kongresinin yapılabilmesi için mutlak surette an azından 1000 Tl paraya ihtiyaçları vardı; ama nereden, nasıl bulunacaktı bu para?
Bu mühim zamanda Ş. Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin parasızlığımızı da kimseye söyleyemezdik.
Kara kara düşünürken…
Kars’lı Hatunoğullarından Emekli Binbaşı Süleyman Bey hızır gibi imdadımıza yetişti.
Her yönü ile bilge bir kişi olan Hatunoğlu Süleyman Bey çok zor durumda olduğumuzu görerek aramızdan çıkıp konuşmaya başladı;
“… Çocuklar,(Benim 900 liram var= 202.500.000 Tl.). Allahın rızasından ve milletimin selametinden başka bir dileğin yok. Ben parayı size veririm; fakat ne “”Mustafa Kemal Paşa’nın ne de başka birinin haberi olmayacak.” İlerde devletin parası olursa verirsiniz, olmaz ise helal olsun.
Ben devletimin verdiği tekaüt aylığı ile geçinir giderim…
Hatunoğlu’nun bu sözleri hepimizin gözleri yaşarmıştı.
Bu büyük adam (Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yolunda) bizi o günkü en büyük kayımızdan kurtarmıştı.
O gün Hatunoğlu Süleyman bey 900 lirayı getirdi, 100 lira kadar da aramızda topladık.
Bin lira parayı, (Kars caddesine adınını verdiğimiz) Kazım Yurdalan kanalı ile Mustafa Kemal Paşa’ya ulaştırdık. Kazım Yurdalan dönüşünde Mustafa Kemal’in çok memnun olduğunu sevinerek anlattı.
Bu görünüşte küçük ama çok büyük olan hadiseyi yalnızca birkaç kişi bilmekteydi.
Hatunoğlu Süleyman Bey Kars’ın kurtuluşundan sonra (30- Ekim’i 1920) Erzurum’dan Kars’a gelip Kaleiçi Mahallesine yerleşti. 1925 yazında da 69 yaşında rahmete kavuşur.
Hatunoğulları hakkında bir birine çok benzeyen birkaç görüş ve kaynak mevcuttur;
Hatunoğulları ile ilgili ilk yazılı belge, İspanyol gezgin Clavio’nun Kars bölgesinden geçtiği M.S. 1410’lu yıllardır.
Prof. Dr. F. Kırzıoğlu da Mağazberd’de hüküm süren kadının, Hatunoğullarına soyadlarını veren kişi olduğunu yazar.
·
…1167 ve sonrası yıllarda Cengiz Han tüm Asya’ya hakim olup devletini oğulları arasında bölüştürünce, Batu Han’ın payına Doğu Anadolu’yu da içine alan Altınordu Devleti düştü. Anadoluda’ki bu uç beyliği Hatunoğullarının atalarıydı.
1350’li yıllarda Ani’ye yaklaşık 4 kilometre deki eski kalenin üstüne Mağazberd’i inşa edip buraya yerleştiler.
Atatürk Üniversitesi tarih bölümü bilim dalı öğretim üyesi Prof Dr. Enver Konukçu'nun naklen verdiği bilgiye göre ise de;
HATUNOĞLU (Hatinoğlu) ailesinin tarihi ilk yerleşim yerini şöyle ifade etmektedir:
MAGAZBERD kalesindeki süslü HATUN kümbetinde yatan ve Hatunoğlu'larına soyadı veren NİNELERİ ile bunun Kocası, kalabalık bir oymaktır. Kars topraklarının Toktamış ordusuyla Kırım'dan geldikleri, buraları yurt edindikleri, sonradan İran Padişahı (Temur) bir gün ordu ile gelerek buraları almış ve kendisine karşı koymaları üzerine Kırım padişahının buradaki beyleri ile bütün erkek çocukları bile kılıçtan geçirmiş ve erkek soylarını kesmiş. Bu beyler ailesinden ancak hamile olan KHATUN (Hatun) ile bir de Trabzon'a kaçabilen MURADHAN (Murathanzadeler) adlı bey sağ kalabilmiş. Sonradan bütün oymağın baş tacı edip “büyük” tanıdığı bu hamile Hatun da Kars'ın Suregel ve Magazberd - Digor beylerinin babası doğmuş. Şah'ın adamlarının korkusundan dipte bucakta saklanarak büyütülmüş. Herkes bu öksüz bey oğluna, babasız büyüdüğü için KHATUN - KHATUNOĞLU yani Hatunoğlu demiştir. Bu yüzden bey çocuğundan doğanlara da bu aile soyadı olarak HATUNOĞLU denmiştir. Trabzon'daki Bey de bu aile mensuplarının amcasıdır. Trabzon ilinin en büyük ailesi MURATHANZADE'ler, Hatunoğlu (Hatinoğlu) ailesi mensupları bu ananeye bağlı olarak birbirlerine amca oğullarıdır… der.[12]
Cemal Bardakçı-Yusuf Akçura/Ankara
Mustafa Kemal, uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaşır.
Mustafa Kemal Paşa ve Temsil Heyeti için yapılacak karşılamanın Ankara’da bulunan Fransız ve İngiliz işgal kuvvetlerine karşı bir gövde gösterisi olması istenmiştir. O dönem Ankara’da Polis Müdürü olan Cemal Bardakçı, bu amaçla Haymana’ya giderek yüz atlı toplamış ve Gölbaşı’na getirmiştir. Ancak Temsil Heyetinde bulunan Hakkı Behiç Bey’in rahatsızlanması üzerine heyet, Kayseri’de kaldığından üç günlük bir gecikme yaşanmıştır. Bunun üzerine Ankara dışından gelen atlılar, Samanpazarı’ndaki hanlarda misafir edilmiştir. Bu atlılar, 27 Aralık’a kadar İngilizlerin ve Fransızların kaldıkları binaların önünden geçerek işgalcilere gözdağı vermişlerdir.[13]
Peki Kırım kökenli Cemal Bardakçı kimdir?
1909 tarihinde Mülkiye’yi bitirdi.
Bursa maiyet memurluğu, Mihalıççık, Kalecik, Haymana, kaymakamlıklarında bulundu. Osmanlı yönetiminin Ankara'daki son ve aynı zamanda Mustafa Kemal yönetimindeki Ankara'nın ilk Emniyet Müdürüdür. Dikmen sırtlarından Ankara'ya giren Mustafa Kemal, Refet Bele ve Rauf Orbay'ı ilk karşılayanlardan biridir.
1920 tarihinde Mustafa Kemal tarafından Çorum mutasarrıf vekilliğine tayin olundu, ardından Çankırı mutasarrıflığı yaptı. 1923'te tüm mutasarrıflıklar vilayet sayılarak statüleri güncellendi.
1923-1925 yılları arasında Denizli, 1925-1926 yılları arasında Diyarbakır, 1926-1929 yılları arasında Elazığ,1929-1933 yılları arasında Çorum ve 1933-1938 yılları arasında Konya valilikleri yapmıştır. Devşirmeler'le Sığıntılar'dan ve Mütegallibe'den Neler Çektik? ve Alevilik Ahilik Bektaşilik ve Anadolu İsyanları adlı üç araştırma kitabı yazmıştır. Gazeteci ve yazar İlhan Bardakçı oğlu, gazeteci ve tarihçi olan Murat Bardakçı ise torunudur.[14]
Ankara’da karşımıza önemli bir portre çıkar. “Üç Tarz-ı Siyaset” ile bilinen Yusuf Akçura. Yusuf Akçura'nın 1904 tarihinde, Kazan'ın Züye Başı köyünden Mısır'daki Türk gazetesine göndererek yayınlattırdığı, "Üç Tarz-ı Siyaset" adlı makalesi, Türkçülüğü öncü bir ilke olarak teklif etmesi bakımından önemlidir. Bir kısım Batılı yazarlar, "Komünist Manifesto Marksizm için ne ise, Üç Tarz-ı Siyaset de Türkçüler için aynı şeydir" görüşünü dile getirmişlerdir.[15]
İsmail Gaspıralı ikinci evliliğini sanayici olan Akçuralardan İsfendiyar Bey’in kızı Zühre Hanım ile yapmıştır. Zühre Hanımın Yusuf Akçura’nın halası olması münasebetiyle Türk aydınlarının iki yüce ismi artık bir araya gelmiş ve hısım olmuşlardır.[16]
Çarlık döneminde Simbirsk olan adı oralı olduğu için Lenin'in 1924 yılında ölümünün ardından (Lenin’in asıl soyadı olan Ulyanov’dan dolayı) Ulyanovsk olarak değiştirilen[17] kentte dünyaya gelen Akçura Rusya’daki önemli faaliyetlerinden sonra Anadolu’ya gelecektir.
Yurda döndükten sonra, Ahmet Ferit (Tek) önderliğinde kurulan ve “Türk” adını taşıyan ilk siyasal parti olma özelliğiyle tarihimizde önemli bir yeri olan Milli Türk Fırkası’na katılan Yusuf Akçura[18], son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne Anadolu’daki milli direnişi destekleyen ve dönemine göre ileri bir özellik taşıyan ekonomik programa sahip olan Milli Türk Fırkası’nın Eskişehir-İstanbul milletvekili adayı olarak katılmıştır.[19] Fırka, Aralık 1919 seçimlerinde, sadece İstanbul adayı Dr. Adnan (Adıvar) Bey’i meclise sokabilmiştir. (…) Mart 1920’de İstanbul’un fiilen işgal edilmesinden sonra Türk Ocağı kapatılmış, Yusuf Akçura tutuklanarak Agopyan Hanı’na konulmuştur. Hapisten çıktıktan sonra Selma Hanımla evlenen Akçura, Mehmet Emin (Yurdakul) Bey’le 29 Mart 1921’de İstanbul ayrılmış, İnebolu üzerinden Ankara’ya geçerek milli harekete katılmıştır.[20]
Y. Akçura, İstiklâl Savaşı'na "seyif ve kalem" ehli olarak ilk katılanlardandır. İlk fırsatta erkânı harp yüzbası üniformasını bavuluna koyarak Ankara'ya gelir. Yaşı çok geçkin olmasına rağmen cepheye giderek, askeri vazifesini yapar.[21]
Balkan Harbi sırasında giymiş olduğu asker kıyafeti ve (Yedek) Kurmay Yüzbaşı rütbesi ile Akçura yaşı 45’e yaklaşmış, saçı ve sakalı ağarmış olmasına rağmen cephede okuryazar insana ihtiyaç bulunduğu düşüncesi ile Eskişehir Kütahya Muharebeleri’nden Sakarya Meydan Muharebesi’nin sonuna kadar Garp Cephesi’nin istihbarat akışında Garp Cephesi’nde (Alagöz Karargâhı’nda ve Mustafa Kemal Paşa’nın yanında) ve Polatlı’da istasyonun karşısında yer alan Erkan-ı Harbiye-i Umumiye İstihbarat Şubesi’nde (2. Şube) bazen de Ankara’da bulunarak askeri üniforması ile görev yapmıştır. (…) Akçura’nın görüşlerinin, İsmet Paşa tarafından fazlasıyla dikkate alındığı görülmektedir. (…) Milli Mücadele’nin sancılı askeri safhasında icra ettiği şerefli görevlerin yanı sıra, Halide Edip ve Yakup Kadri gibi isimleri etkileyerek cephede görev almalarını sağlamıştır.[22]
Akçura, Sakarya Meydan Muharebesi sırasında kendi öğrencisi olan Garp Cephesi İstihbarat Şube Müdürü Binbaşı Tahsin Bey’in başkanlığı altında 2. Şube’de çalışmaktadır. Akçura, aynı şekilde Binbaşı Tahsin Bey’e bağlı olarak 1. Şube’de görev yapan Halide Edip Hanım ve Yakup Kadri Bey ile beraber, Yunan ordusunun sivil halka karşı giriştiği mezalim ve tecavüzleri araştırmak üzere kurulan Tedkik-i Mezalim Şubesi’nde de görev yapmıştır.
Sekiz yüz sene sonrasında tarihi bir muharebede görev üstlenen Akçura’ya cephedeki hizmetlerinden dolayı 20.11.1927 tarihinde TBMM tarafından İstiklal Madalyası verilmiştir.[23]
Akçura, muharebenin bitmesini takip eden günlerde Tedkik-i Mezalim Şubesi’ndeki görevini bırakarak, hem derslerine katılmak hem de yeni alacağı resmi görevler için üniformasını çıkararak Ankara’ya hareket etmiştir. Sakarya Meydan Muharebesi’nin sonucunda Fransızlar ve Sovyetler ile başlayan diplomatik münasebetler göz önünde bulundurulursa Akçura’nın resmi görevleri için sivilleşmesi gerekmektedir.[24]
Garp Cephesi’ndeki işlerine son vererek Ankara’ya geçen Akçura, entelektüel birikimi, Fransızca ile Rusça biliyor olması, I. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’daki faaliyetleri ve tecrübesinin yanı sıra olayları çok iyi algılayan ve tahlil edebilen yeteneği, Ankara’da açılan Sovyet ve Azeri elçilikleri ile ilişkiler konusunda resmi görevler almasına neden olmuştur. Bakanlar Kurulu kararı ile Hariciye Vekâleti Müşavirliği ve aynı zamanda Hariciye Vekâleti Umur-u Şarkiye Müsteşarlığı görevlerine atanan Akçura’nın doğu işleri ve Sovyetlerle olan ilişkiler konusunda dikkat çekici bir rolü vardır. Ankara’da güven mektubunu sunan Ukrayna büyük elçisi Frunze için Hariciye Vekâleti’nin 30 Aralık 1921’de vermiş olduğu yemeğe de katılan Akçura, Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasından sonra Rusça bir konuşma da yapmıştır. (…) Tüm bunlarla beraber Büyük Taarruz’un kazanılmasını takiben saltanatın kaldırılmasına ve Lozan Barış’ı için görüşmelerin başlamasına rastlayan günlerde, Mustafa Kemal Paşa’nın mili iktisat bilincinin güçlendirilmesi konusunda bilinen hassasiyeti, Bursa, İzmir ve Antalya çevresinde çeşitli konferanslar vermek üzere 20 Kasım 1922’de Hariciye Vekâleti Müsteşarı Yusuf Akçura’yı görevlendirmesi ile görülmektedir.[25]
TBMM adına İstanbul’u teslim almak üzere görevlendirilmiş, bu görevi ifa etmiştir.
29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan edilip, Mustafa Kemal başa geçince, Y. Akçura gönüllü hizmete başlar. Bu dönemde Y. Akçura Atatürk’ün siyaset ve kültür konularındaki danışmanı olur, Büyük Millet Meclisine İstanbul’dan milletvekili olarak seçilir. O, Tarih Kurumu’nun kurulmasında ve onun birinci kurultayının düzenlemesinde, sürdürülmesinde yer alır ve kurultayın başkanı olur. 1928 yılında Türk alfabesini Latin alfabesine geçirmek konusundaki kanun kabul edilince, Osmanlıcayı Türkleştirmek, Türk dilini alıntı sözlerden temizlemek, yeni sözler yapmak ve Latin alfabesini hayata geçirmek için Dil Kurumu’nun kurulmasında ve onun çalışmalarında Y. Akçura ana güçlerden birisi haline gelir. Dil Kurumu’nun kurucularından biri olur ve iki kurumun da üyesi olarak seçilir. O yılarda Y. Akçura İstanbul Üniversitesinde siyaset tarihi profesörlüğü görevini yürütür, Ankara Hukuk Mektebinde siyaset tarihi üzerine konferanslar verir.[26]
Sivil hayatta, Büyük Millet Meclisi Hükümetine yararlı hizmetlerde bulunur. Hariciye Vekâleti Umuru Şarkıyye Müdürlüğünü yapar. Kurtuluştan sonra İstanbul ve Kars mebusu, Ankara ve İstanbul Hukuk Fakülteleri Kürsülerinde tarih öğretim üyesidir. Türk Tarih Kurumu Kurucu üyelerindendir.[27] TTK’nun ilk Başkan Vekillerindendir ve Kurumun 2. Başkanı olarak görevini ölümüne değin sürdürecektir.[28]
1934'te Yusuf Akçura'nın sıhhati tamamen · bozuldu, doktorlar durumunu ağır buldular, istirahat etmesini, sigarayı, çalışmayı bırakmasını, yürümemesini tavsiye ettiler. Fakat o çalışmalarından vazgeçemedi.[29] 12 Mart 1935 de İstanbul Üniversitesindeki vazifesinden gayet yorgun Göztepe'deki evine dönerken vapurda fenalaşır ve Haydarpaşa Hastahanesi’nde kalp kifayetsizliğinden vefat eder. Merasimle Edirnekapı Şehitliğine defnedilir, üzerinde Kazan Han Mescidinin tasviri olan Mezar Anıtını, tüccarlardan Bay Hasan Majgar yaptırmıştır.[30]
Yakup Satar/Eskişehir:
Son İstiklal Savaşı Gazisi. Sayın Satar, o dönemde Kırım'ın Akmescid yakınındaki Mamak'ta doğmuştur.1900'lü yılların başında aile, Kırım'dan Batum ve Trabzon üzerinden Eskişehir'e taşınıyor. Altı yaşındayken annesini ve babasını koleradan kaybetmiş, ablalarını geride bırakmıştı. Gençlik yıllarında Eskişehir çevresinde çeşitli işlerde bir esnaf, bir fırıncı, bir ırgat ve bir at arabası sürücüsü olarak çalıştı. “Ben yapacak [güzel] bir iş bulamadım” dedi; “Savaş çıkınca doğrudan oraya gittim. Aslında hiçbirini öğrenmek için fazla zamanı olmamıştı, [genç] yıllarım sadece askerlik yaparak geçti.”[31]
Uzun yılları askerlikle geçen Satar, İstiklal Harbi için “Düşman sadece Yunan gâvuru değildi ki yavrum...
İngilizi vardı, Fransızı vardı, İtalyalısı vardı, Rusyası vardı, Ermenisi vardı...
Bir de bunlara yardım eden bizim hocalar vardı, şeyhler vardı, ağalar vardı, hainler vardı...
Vardı da vardı...
Çok şükür bizim bir ALLAH'ımız vardı,
Bir de MUSTAFA KEMAL PAŞA'mız...[32]
diyen, Sakarya Meydan Muharebesi’nde de düşmana karşı mücadele etmiş olan Satar, savaş sonunda Eskişehir’e döndü. Uzun süre çiftçilik yapan Satar, 110 yaşında ve son İstiklal Savaşı Gazisi olarak Eskişehir merkezde Hayriye mahallesindeki evinde 2 Nisan 2008 de vefat etti. İsmi Eskişehir’de bir caddeye verilmiştir.
Ahmet Tevfik Paşa:
Son Osmanlı Sadrazamı. Üsküdar’da doğdu; Kırım hanzâdelerine mensup soylu ve zengin bir ailedendir.[33] Kısa aralıklarla dört defa sadrazam olan Tevfik Paşa, toplam olarak iki buçuk yıl kadar bu makamda kaldı. Yirmi bir gün süren ilk sadâretinin Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi hadisesine, ikinci sadâretinin düşman donanmasının İstanbul’u işgaline ve son sadâretinin de devletin çöküşü ve saltanatın kaldırılmasına rastlaması, çeşitli çevrelerce kendisinin “bahtsızlığına” veya “uğursuzluğuna” yorulmuştur. Tevfik Paşa namuslu, memuriyet hayatında son derece dürüst, muamelede sabırlı, açık sözlü ve doğru bir kimse idi. Herkes tarafından sayılır ve kendisine güvenilirdi. En kritik anlarda sadârete getirilmiş olması bu meziyetleri dolayısıyladır. Hâtıratı, torunu A. Şefik Okday tarafından, hayatı hakkında geniş bir incelemeyle birlikte Büyükbabam Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa adıyla yayımlanmıştır.[34] Damad Ferid Paşa’nın yerine 21 Ekim 1920’de Osmanlı Devleti’nin son kabinesini kurdu.
Milli Mücadeleye yakın olarak bilinen Ahmet Tevfik Paşa’nın Milli Mücadele'ye katılan ve 16. Tümen Kurmay başkanlığı yapan oğlu İsmail Hakkı (Okday) Bey[35] Cumhuriyet döneminde Dışişlerinde başkonsolos olarak çeşitli başkentlerde görev yapacaktır. [36]
A. Tevfik Paşa’nın Londra Konferansı’ndaki tutumu oldukça önemlidir. Bu nedenle ayrıca değerlendirmeyi hak etmektedir.
A. Tevfik Paşa'nın konferanstaki tutumu her şeyden önce bir söz bırakma değil söz devri olarak ortaya çıkmaktadır. Söz devrinin Türk tarafının Londra Konferansı'nda ortaya koydukları diplomatik bir tavır olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim söz kendisine verildiğinde A. Tevfik Paşa çok hasta olmasına rağmen kendi muhtırasını sunup, taleplerini sıraladıktan sonra sözü başka bir müdahaleye imkan tanımadan Ankara heyetine devretmiştir. Tevfik Paşa'nın katılmadığı toplantılarda da İstanbul heyetinin öncelikle söz alıp kendi siyasi varlığını koruyarak, daha sonra milli davanın yabancılar nezdinde güçlendirilebilmesi için Sevr'e daha başından karşı çıkmış olan Ankara hükümetine sözü devretmiştir. Diğer taraftan zaten Tevfik Paşa'nın daha işin başında Konferansa Ankara heyetinin İstanbul heyetine dahil olarak konferansa birlikte katılma şeklindeki yaklaşımı göz önüne alındığında söz devrinin buna uygun bir tutum olduğu da göz önüne alınmalıdır. İstanbul Hükümeti olarak konferansta söz hakkını almış olan A. Tevfik Paşa Ankara temsilcisine bu şekilde söz devri yaparak kendi arzu ettiği şekilde de bir tutum sergilemiş oldu. Aksi takdirde söz söyleme hakkını Konferans başkanının Ankara Hükümetine vermesi halinde İstanbul hükümeti hem iki hükümetin ayrışarak çatışması hem de milli dava adına bir birleşmenin önünün tıkanması gibi bir durum da ortaya çıkabilecektir. İstanbul Hükümetini tanımayan Ankara ise bu gelişmeyi kendi adına söz devri değil sözün tamamen Ankara Hükümetine bırakılması şeklinde lanse ederek bir prestij unsuru olarak kullanmıştır.
Konferans boyunca Türk tarafından katılan her iki heyet temsilcileri birbiri ardınca ve birbirlerini tamamlar şekilde konuşmuşlardır. Böylece konferans öncesinde İstanbul ile Ankara arasında teati edilen telgraflarla oluşan olumsuz havanın ortadan kalktığını ve milli hassasiyetlerin öne çıktığını görmekteyiz. Her iki hükümet bir taraftan kendisini ön plana çıkarmak için gayret sarf ederken dışarıya karşı birliktelik vurgusu yapılarak milli dava hilaf Devletleri nezdinde güçlendirilmiştir.
Bu gelişmenin bir sonuç olduğunu da ifade etmek gerekir. Tevfik Paşa'nın fikri yapısına, geçmişte yaptığı faaliyetlere ve özellikle de Osmanlı son döneminin en uzun süreli Hariciye Nazırlığı ile Atina, Berlin, Londra gibi batılı merkezlerde diplomatlık yapmış bir bürokrat olduğu göz önünde bulundurulduğunda sözü Ankara heyetine bırakmasının çok şaşırtıcı olmadığını eklemek gerekir. Tevfik Paşa'nın hem kendisi hem de oğlu İsmail Hakkı (Okday) Bey Milli Mücadele'ye sıcak bakmaktadırlar. Son derece tecrübeli bir diplomat ve devlet adamı olan Tevfik Paşa'nın Londra'ya İtilaf Devletleri tarafından davet edilmiş olduğunu, Konferansın asıl toplanma sebebinin İstanbul Hükümetini değil Ankara Hükümetini ikna etmek olduğuna göre bu heyete söz verilmesinin olağan bir durum olduğunu bilmekteydi. O halde diplomatik bir jestle bu durumu usta bir tarzla milleti lehine kullandığı söylenebilir. Ayrıca daha önceki barış sürecinde 23 Haziran 1919'da Konferansa sunduğu Osmanlı taleplerinin daha sonra Meclis-i Mebusan'da kabul edilen Misak-ı Milli kararlarına çok yakın olması yanında Sevr'i de kabul edilebilir bir çözüm olarak görmüyor olması, A. Tevfik Paşa'nın Londra Konferansı'nda böyle bir tutum izlemesinde rol oynamıştır. Konferans öncesinde Fevzi (Çakmak) Paşa'nın birlikte hareket etme hususundaki önerisinin de kabul gördüğü anlaşılmaktadır. İtilaf Devletlerinin İstanbul heyetini elde bir sayarak diğer heyeti de ikna ederek ve Sevr'in tasdikinin sağlanacağı tasavvurları ise bu jestin de bir sonucu olarak suya düşecek ve Misak-ı Milli dünya kamuoyuna tanıtılmış olacaktır.
A. Tevfik Paşa'nın bu tavrı Milli Mücadele'ye muhalif basın ve çevrelerde, Ankara'yı öne çıkardığı, saltanat ve hilafet hukukunun çiğnendiği gerekçesiyle son derece olumsuz karşılanmış, durum Padişaha da olumsuz bir şekilde aksettirilmiştir. Ancak Padişah bu durumdan hoşnut olmamakla beraber güvenilir ve tecrübeli bir devlet adamı olarak gördüğü A. Tevfik Paşa'ya güvenini sürdürmüştür.[37]
İsmail Hakkı Okday, Ulviye Sultan’dan ayrıldıktan sonra ikinci evliliğini Bülent Ecevit’in annesi ressam Nazlı Ecevit’in teyzesi Ferhande Hanım ile yapmıştır. Başka bir deyişle, Bülent Ecevit ile İsmail Hakkı Bey arasında, çok dolaylı yollardan da olsa üvey kuzen akrabalığı vardır.[38]
Ecevit, 70 yıl kullandığı meşhur Erika marka daktilosunun hikayesini Murat Bardakçı’ya anlatmıştı. Erika Aşkının Sırrı Çözüldü başlıklı haberde[39] Ecevit; Bülent Ecevit, bana dillere destan ‘Erika’ marka daktilosunun sırrını da açıkladı: Çocukluğundan itibaren, yaklaşık 70 yıl boyunca kullandığı ve geçtiğimiz yılın Şubat ayında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin Bilim ve Teknoloji Müzesi’ne bağışladığı daktilo, Sultan Vahideddin’in eski damadı olan eniştesi İsmail Hakkı Okday’ın hediyesiydi. Erika’sından bahsederken ‘Daha ilkokula giderken, böyle şeylere merakım vardı. Merakımı gören eniştem İsmail Hakkı Bey o daktiloyu alıp bana armağan etti’ demişti.
Ahmet Tevfik Paşa 8 Ekim 1936’da ölmüştür.
Kırımlı Şerafettin/İzmir:
Yüzbaşı Şerafettin Bey Kırımlı Yzb. İbrahim Bey adlı bir baba ile Maçkalı Zülüfoğullarından Bahriye Hanım adlı bir anneden 1889’da İstanbul’da dünyaya gelmiştir. 1906’da Harp Okulu’na girmiş, 1909’da subay çıkmıştır. Okuldan mezun olduktan sonraki ilk görevi, 1909-1911 tarihleri arasında, Numune Süvari Alayı 4. Bölüğündedir. 1912’de Süvari Tatbikat öğretmeni olan Şerafettin Bey 15. Piyade Tümeni’nin ve Şehzade Osman Fuat’ın yaverliğini yapmıştır. Bu görevi sırasında Şehzade Osman Fuat Bey, Şerafettin Bey’e bir saat hediye etmiştir. Fransızca bilen Şerafettin Bey 1913’te Üsteğmen, 1917’de Yüzbaşı olmuş; 1922’de İzmir’in kurtarılışından sonra da binbaşılığa getirilmiştir. Kurtuluş Savaşı’ndan önce, Balkan ve Birinci Dünya Harpleri’ne katılmıştır.1912’de Çatalca muharebelerinde savaşan Şerafettin Bey aynı yıl binicilik mektebinde muallimlik de yapmıştır. 1913’te Gelibolu, Lüleburgaz, Bolayır; 1915’te Seddülbahir, Kirte;1916’da Dobrice; 1917’de Bir’üs-sebi, 1918’de Trablusgarp cephelerinde dövüşmüştür. Anadolu’nun emperyalist güçlerce işgal edilişine, pek çok vatansever gibi onun da yüreği yanmış, vatan savunmasında, kanlı vuruşmalarda yer almıştır. Türk Ulusu’nun adeta bir kader dönemi olan Sakarya Muharebelerinde, Döger Cephesinde, olağanüstü bir gayretle, bölüğünün başında savaşmıştır. Büyük Taarruzda 2. Süvari Tümeni, 4. Alayı ile de Belova, Kula, Dereköy, Sabuncubeli ve Bornova’da savaşmış; bu cephelerde adını asıl Sabuncubeli Muherebeleri’nde, bu muharebe sonrasında gerçekleştirilen Bornova’nın ve İzmir’in kurtarılışında duyurmuştur.
İzmir'e ilk giren ise Fahrettin Altay Paşa'nın[40] 5. Süvari Kolordusuna bağlı atlı birlikleriydi. Nal sesleri şehri inletirken, birliklerin en büyük arzusu da Yunan karargâhlarına girerek Türk bayrağını dikmektir...
İzmir'e ilk olarak şu birlikler girerek bayrak astı: Albay Mürsel Bakü komutasında Birinci Süvari Tümeni Kadifekale'ye, Kurmay Yarbay Zeki Soydemir komutasındaki İkinci Süvari birlikleri Bornova-Mersinli- Konak arasındaki bölgeden kente girdi ve başlarında Yüzbaşı Şerafettin Bey komutasında Teğmen Ali Rıza Akıncı ve Teğmen Hamdi Yurteri Hükümet Konağı balkonuna çıkarak Türk bayrağını dikme şerefine ulaştı. Yaralı halde bayrak değiştiren Yüzbaşı Şerafettin Bey, o dakikaları, “Yaraları kim düşünür, ölsem ne gam. İzmir'i kurtarmıştık ya. Bu şerefin öncüleri biz olmuştuk” diye anlatır.
Buhara Cumhuriyeti, Anadolu’daki yeni hükümete üç tane kılıç ve bir de Kuran-ı Kerim göndermişti. Ayrıca kalpaklık astragan deriler de bu heyetin Ankara’ya getirdikleri hediyeler arasında yer alıyordu. Asıl ilginç olan ise o yıllarda Buhara Cumhuriyeti’nde bulunan Enver Paşa’nın Ankara’ya gönderilen kılıçları bizzat kendisinin Buhara Cumhuriyeti hazinesinden seçmiş olmasıdır. Arı bu durumu şöyle açıklamış; “Buhara Hükümeti, Kuran-ı Kerim’in Türk Milleti’ne armağan edilmesini, üç kılıçtan birini Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, ikincisini Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın kabul etmesini rica etmişti. Üçüncü kılıcın ise, İzmir’e ilk giren kahramana verilmesini Mustafa Kemal Paşa’dan istemişti… “Üçüncü kılıç”, İzmir’in Kurtuluşu ile sanki özdeşleşmiş gibiydi. Batı Cephesi Komutanlığı bir genelge yayınlayarak, bu değerli kılıcın, İzmir’e ilk girecek zabite verileceğini açıkladı… Yüreği İzmir düşüyle yanan bütün subay ve erlerin arzusu, üçüncü kılıca sahip olmaktı…” Üçüncü Kılıç İzmir’e ilk giren Türk Süvarisi Yüzbaşı Şerafettin Bey’ e verilmiştir. Kurtuluşun ilk günlerinde adı sıkça dönemin basının da yer alan ancak bugün konunun uzmanları dışında adı hiç duyulmayan bu kahraman Türk subayı o günler de İzmir Fatihi olarak da isimlendirilmiş, Mustafa Kemal Paşa tarafından kendisine İzmir soyadı verilerek adı adeta İzmir’le özdeşleştirilmiştir.[41]
Bu noktada, Buhara Hanlığı’na kısaca değinmekte fayda vardır.
Altın Orda’nın önemli kabileleri arasında sayılan ve devletin dağılmasıyla ortaya çıkan Nogay Orda’sının içerisinde varlıklarını sürdüren kabilelerden biri Mangıtlardır.[42] Mangıtlar, 15. yüzyılda Ebülhayr’ın döneminde olduğu gibi Şeybanîlerin saltanatında da etkin rol oynamıştır. Daha sonra Kazan Hanlığı içerisinde de rastladığımız Mangıtlar, hanlığın Ruslar tarafından işgali ile iki parçaya ayrılmış ve bunlardan Kafkasya, Kırım tarafına göç etmeyenler Büyük Nogay ulusu içerisinde kalmayı başarmıştır. Ancak Kalmukların baskısı ile İdil’den Hive Hanlığı topraklarına gelen Mangıtlar, burada Kongratlar ile girdikleri nüfus mücadelesinde başarılı olamayınca Harezm’deki hâkimiyetlerini koruyamamıştır.[43]
Onlardan Maveraünnehir’e göç eden hanedan üyeleri buradaki siyasi otorite boşluğundan faydalanarak 18. yüzyılda karşımıza Buhara Hanlığı yönetici hanedanı olarak çıkmaktadır.[44] İşte 1785-1920 yılları arasında hüküm süren Buhara Hanlığı’nın son Han’ı, bu hanedana mensup Alim Han olup, istiklal harbinde kılıçlarla birlikte Buhara hazinesinden Rus yardımı olarak gönderilen altınlar Mangıt/Nogay hanedanının bıraktığı hazinedir.[45] Kısacası, Kırım Hanlığı’ndan gelen Nogay Hanedanı’yla başlayan süreç, İzmir’e ilk giren Kırımlı bir subay ile noktalanmıştır.
Şerafettin Bey, 1942’de parkinson hastalığına yakalandı; doktorlar bu hastalığın nedenini İzmir’in kurtarılışı sırasında aldığı şarapnel yaralarına bağlıyorlardı. 28.08.1944 tarihinde hastalığı nedeniyle görev yapamayacak duruma gelince, birinci derecede malul olarak Albaylıktan emekliye ayrıldı. 6 Kasım 1951’de, yurt savunmasında büyük özveriler göstermiş bu kahraman Türk askeri, vefat etti. Eşinin yanına, İstanbul’daki Yahya Efendi Kabristanı’ndaki aile mezarlığına gömüldü.
İzmir’e ilk giren ve Hükümet Konağı’na Türk Bayrağı’nı çekme onuruna ulaşan İkinci Süvari Tümeninin 4. Alayında Bölük Komutanı olan Yüzbaşı Şerafettin’e Gazi Mustafa Kemal tarafından 15 Eylül 1922’de verilen (ve İzmir’i fetheden Emir Timur’a ait olması nedeniyle ayrı bir manevi değeri olan) kılıç, eşi Siret İzmir tarafından o sıralar İzmir’de açılması düşünülen İzmir İnkılâp Müzesi’ne verilmek üzere İstanbul Valiliği’ne teslim edilmiştir. Ancak, kılıcın akıbeti o günden bu yana maalesef bilinmemektedir.[46]
Peki, Buhara Hanlığı vasıtasıyla İstiklal Harbinde kullanılmak üzere gönderilen silahlar Anadolu’ya nasıl ulaşmıştır? Büyük ölçüde Kırım’dan ve İnebolu üzerinden…
Kendisi de Kırım kökenli olup hikayelerinde gerçek yaşamları konu alan Rıfat Ilgaz’ın daha 12 yaşında yazmayı kafaya koyduğu Rahime Kaptan’ın hikâyesini komşusu Ali Bey’den dinledik. Cide’ye gelene kadar Halime Kaptan diye bildiğimiz bu kahraman kadının Rahime Kaptan olduğunu öğrendik.
Şöyle anlattı Ali Bey:
“Rahime Kaptan’ın doğum yılı nüfusta 1882 olarak gözüküyor. Rahime Kaptan Cide’nin Malyas köyünden Kedioğullarının kızıdır. Buraya genç yaşta gelin gelir. Kocası İzzet, manda besleyerek, büyük çapta olmamak kaydıyla kasaplık yaparak evin geçimini sağlar. Rahime Kaptan’ın kocası genç yaşta öldükten sonra, köy yerinde hayvancılığı kadın başına yapması pek kolay olmaz.
Balkan Savaşı sonlarına doğru, bütün erkekler askere alınmışken ve ardından Çanakkale Savaşı’nın en kızgın zamanlarında burada piyade dediğimiz bazı yerlerde barka diye söylenen iki başlı büyük kayıklar vardır. Bunlar iki buçuk 3 tonluktur. Daha önceden yaşlı denizciler ticareti Cide’den Rusya’ya yapardı. Çünkü İstanbul Rusya’dan daha uzaktır. Ve uygun rüzgârla buradan yelkenle gidilir. Doğaldır ki buradan kürekle 90 mili geçmek kolay değildir. Sabaha karşı esen kıyı meltemine yelken basıldığında yedi sekiz saat gidildikten sonra orta suyun öbür tarafına geçilir. Arap yelkeni denilen aktarmalı yelkenlerle sancak iskele aktarılarak o istikamet bulunur.
Yaşlı denizciler Sivastopol’u, Kırım’ı bilmektedirler. Yukarıdaki Nazlımehmetoğullarıyla Rahime Kaptan yan yana otururlar. Nazlımehmetoğulları gemi yapımcısıdır ve Kırım kökenlidir. Ve onlar da zaten bu yolu bilmektedirler.
Gelelim tekrar Rahime Kaptan’a. Bu gözükara kadın, korkuyu pek yanında taşımayı alışkanlık hale getirmemiş. Buradan 5-6 yaşlı denizciyi yanına alır. Bunlarla birlikte Sivastopol’a Kırım’a gider ve bu ticaret işine başlar.1918 yılında Mondros imzalandığında büyük bir boşluk vardır ve ticaret inadına kızışır. Bolşeviklerin Ekim Devrimi’yle başa gelmesi Türkiye’nin lehinedir. Çünkü Bolşevikler Kurtuluş Savaşı’na destek vermiştir.
Bolşevikler her buldukları yerden, Soçi’den, Samsun’a, Trabzon’a, İnebolu’ya doğru her boş buldukları yere cephane çıkarırlar. Bu arada İstanbul’dan insan kaçırma işi vardır. Ufak çaplı silahlar da gelse silahın menşei İstanbul değildir. Daha doğrusu silah işi bu 3 tonluk takaların yapacağı iş değildir.
Rahime Kaptan gibileri ne yapar? Bunlara düşen görev örtü görevidir. Zaman zaman adam kaçırırlar. Ama daha çok silah veya insan taşıyormuş gibi yapacaklar ve İngiliz devriyeleri onları yokladıklarında boş çıkacak.
Bu barkaların diğer bir özelliği ise koyları ve kıyıları çok iyi bilmeleridir. Siz rampa edilmiş kayıkları ağaçlıklı kıyılarda çok iyi saklayabilirsiniz. Elbette her zaman bu iş yapılmaz. Ancak baskın anında ya kıyıya çıkarsınız ya da malları denize atarsınız. Bu bir adanmışlıktır. Burada kayıt tutulmaz.
7 buçuk sene deniz askerliği yapan Hasan Coşkun da bu durumu teyit eder. Soçi’den Samsun limanına kadar bütün kayaları bilen birisidir. Onun anlattıklarıyla kendi bilgilerimi düzeltebildim. İnsanların aklına şu geliyor, bir kadın nasıl denizde kaptanlık yapabilir?
Fakat işler öyle değildir. Rahime Kaptan, yolda yürüyen bir otoritedir. İki ayak üzerinde, sarı yazma takmış, beline Acem şalı takmış ve arasında toplu tabancasıyla birlikte dümdüz yürüyen bir kadın.
Size kendi anlatımından bir örnek vereyim:
Bartın deresinde tayfa karaya çıkmıştır. Kıç üstüne uzandım, başımı yekenin yanına koydum. O sırada iki saat önce alınan bir sığır buduna doğru yılan çıkmaya başlamış. Belimden tabancayı çıkardım, birinci mermiyi attım tutmadı, ikinciyi attım yılan ikiye bölündü. Bunları anlatırken bir korku veya böbürlenme yok. Sıradan bir işi, bir yemek yiyişi anlatır gibi anlatıyordu.
Rahime Kaptan’ı korkuyu martının kanatlarına bıraktığı, Kurtuluş Savaşı’nda kendisine verilen görevleri yerine getirdiği için şan ve şerefle anıyorum.”[47]
Gerçekten de; “Kastamonulu tüccarlarında ticaret maksadıyla İstanbul, İzmir, Kefe, Sofya, Razgrat, Vidin, Özi, Belgrad ve Bender gibi şehirlere gidişleriyle ilgili kayıtlara rastlayışımız sebebiyle, onların iç ticaretten daha çok Avrupa ve Kırım’a yönelik ticareti tercih ettiklerini söyleyebiliriz. (…) Kastamonu’nun iskelesi konumundaki İnebolu’dan Kırım’a büyük miktarlarda pamuk ve pamuklu dokumanın ihraç edildiğinin İnalcık tarafından tesbiti”[48] İnebolu’nun Kırım bağlantısını ortaya koymaktadır.
1920’lerde Kırım’da yaşanan açlık konusunda Ankara’da önemli girişimleri olan ve Sovyet Büyükelçi Aralov’un Milli Mücadele önderleriyle yaptığı görüşmelerde tercümanlık yapan Gaspıralı’nın öğrencisi Hasan Basri Ayvazov da anılması gereken Kırım Tatarlarındandır.
Sonuç Yerine:
Kırım Türkleri, Türk tarihinin dönüm noktalarından Millî Mücadele Dönemi’ne önemli katkılar sağlamıştır. Osmanlı Devleti ve Kırım Hanlığı arasında yaklaşık üç asır süren ve himaye/hizmet anlayışına dayanan ilişki, Kırım Türkleri’nin söz konusu döneme katkılarının uzun vadeli temelini oluşturmuştur. Kısa vadedeyse XX. yüzyılın ilk çeyreğinde nicelik ve nitelik olarak Anadolu’daki demografik yapıları, iskân edildikleri yerler, sosyal ve kültürel özellikleri, ekonomik potansiyelleri ve toplumsal psikolojileri mücadelelerinde belirleyici faktör olmuştur. Bu bağlamda Millî Mücadele Dönemi’nin tüm aşamalarında yer almışlardır. (…)
Bunun en bilinen örneği, İzmir’in işgalinden sonra Kırımlı Ayşe Çavuş’un kendi adıyla kurduğu müfrezedir. Sayısı değişmekle beraber yaklaşık 350 kişiden oluşan müfreze, Batı Anadolu’da Turgutlu, Demirci, Simav, Gediz ve Kütahya’da Yunan kuvvetlerine karşı çarpışmıştır. Hatta kimi ünlü Kuva-yı Milliyecilerin aksine 1920’nin ikinci yarısında müfrezesiyle düzenli orduya katılan Ayşe Çavuş, Batı Cephesi’nde tüm muharebelerde görev alarak Millî Mücadele’ye önemli katkılar sunmuştur. (…)
Bunun yanında Kırım Türkleri’nin yaşadığı köyler de Türk ordusunun er ihtiyacını karşılamaya çalışmıştır. Büyük bölümü süvari olsa da topçu ve piyade sınıfından olanlar vardır. Ayrıca cephe gerisine yönelik faaliyetlerde bulunan sıhhiyeciler, köprücüler, levazımcılar, ekmekçiler ve demiryolcular mevcutttur. Bu bağlamda 31 köyden yaklaşık 432 kişinin millî orduda görev yaptığı tespit edilmiştir. Bunlardan 31’i şehit düşmüştür. Gazi olarak köylerine dönen yaklaşık 401 kişiden 195’i, İstiklâl Madalyasıyla ödüllendirilmiştir. İstiklâl Madalyası almayı reddeden, alamayan veya çeşitli nedenlerle geri alınanların sayısı ise yaklaşık 206’dır. Bu verilerden hareketle Anadolu genelinde 200’ün üzerinde köye iskan edilen Kırım Türkleri’nin düzenli orduya sundukları katkı, askerî terimle bir alay kadar olmalıdır.[49]
Yazımızı Mustafa Kemal’in bir sözü ile sonlandıralım: Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. (1931)[50] Bu bağlamda, Kırım Tatarları Cumhuriyet döneminde de Aktopraklara katkılarını her alanda sürdürecek, tarihi de Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık, Kemal Karpat, İlber Ortaylı gibi isimlerle yazmaya devam edecektir.
.
Rıdvan Aras, dikGAZETE.com
Sakine Baturay
Abdurrahman Kamil Efendi
Hatunoğlu Süleyman Bey
Yusuf Akçura
Yakup Satar
Kırımlı Şerafettin
Ahmet Tevfik Paşa
[1] Alan W. Fisher, The Crimean Tatars, the USSR, and Turkey, Soviet Asian Ethnic Frontiers, Haz. William O. Mc Cagg, Jr. ve Brian D. Silver, New York, 1-24, 1979, s. 93.
[2] H. Murat Arabacı, 1783’ten II. Dünya Savaşı’na Kadar Kırım’dan Anadolu’ya Yapılan Göçler (Sebepleri ve Sonuçları), Tarih ve Medeniyetler Tarihi, Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika çalışmaları kongresi) 10-15 Eylül 2007,Ankara/Türkiye Icanas 38, Ankara, 2007, s. 23.
[3] Süleyman Erkan, Osmanlı Ansiklopedisi, Cilt: 4, 1999, s. 613.
[4] İsmet Giritli, Samsun'da Başlayan ve İzmir'de Biten Yolculuk (1919-1922). Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C: 3, S: 7, s. 49.
[5] Umut Karabulut, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/bandirma-vapuru/
[6] Nedim İpek, Kuruluşundan 19 Mayıs 1919’a Samsun, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İnsan Bilimleri Dergisi, Kasım 2021, 2(2), s. 93.
[7] https://kiriminsesigazetesi.com/ataturkun-samsuna-ayak-basmasi-sirasinda-karsilayanlar-arasinda-tek-kadin-kirim-tatar-sakine-baturay/
[8] https://www.biyografya.com/biyografi/23547
[9] Selma Fındıklı, (2012) Tütün İskelesi’nde Bir Köhne Vapur, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2012, s. 23.
[10] Meral Demiryürek, Selma Fındıklı’nın Hikâyelerinde Kadının Sesi, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi C: 12, S: 2, Haziran 2015, s. 124.
[11] https://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/eskisehir/kurtulus-savasi-kadinlarinin-heykelleri-yapildi-
[12] https://www.gazetekars.com/hatunogullarini-taniyor-muyuz-1559h.htm
[13] Meryem Orakçı, ATATÜRK’ÜN ANKARA’YA GELİŞİ KUTLAMALARI (1932-1938), Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları (HÜTAD), (39), s. 148. “İlhan Bardakçı, İ. Taşhan’dan Kadifekale’ye, Milliyet Yayınları, 1975”
[14] https://tr.wikipedia.org/wiki/Cemal_Bardak%C3%A7%C4%B1
[15] Ahmet Temir, Yusuf Akçura, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları No: 836, Ankara, 1987, s. 33,34.
[16] Türkçülük Yolunda Abide Bir Şahsiyet: İsmail Gaspıralı, Anadolu Tarih, 20 Ocak 2021, https://anadolutarih.com/turkculuk-yolunda-abide-bir-sahsiyet-ismail-gaspirali/
[17] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ulyanovsk
[18] Kemal Şenoğlu, Cumhuriyet Dönemi Fikir Hayatında Yusuf Akçura’nın Yeri, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara, 2008, s. 14.
[19] Gürkan Kat, Milli Mücadele’de Yusuf Akçura’nın Faaliyetleri, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Yıl: 2010, Cilt: 26, Sayı: 78, s. 592.
[20] Kemal Şenoğlu, a.g.t., s. 15.
[21] Hamit Z. Koşay, Yusuf Akçura, Belleten, Cilt: 41, Sayı: 72, Nisan 1977, s. 397.
[22] Gürkan Kat, a.g.m., s. 595, 596, 605.
[23] Gürkan Kat, a.g.m., s. 598.
[24] Gürkan Kat, a.g.m., s. 599.
[25] Gürkan Kat, a.g.m., s. 600, 602.
[26] Ramile Yarullina, (Türkiye Türkçesi: Sinan Güzel), Atatürk’ün Siyasetinde Tatar Aydınlarının Rolü, EÜ. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt: XVIII, İzmir, 2010.
[27] Hamit Z. Koşay, a.g.m., s. 397, 398.
[28] https://www.ttk.gov.tr/tarihce/
[29] Nadir Devlet, Nadir Devlet, Yusuf Akçura’nın Hayatı (1876-1935), Türklük Araştırmaları Dergisi, Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Sayı: 2, 1986, İstanbul, 1987, s. 102.
[30] Hamit Z. Koşay, a.g.m., s. 398.
[31] Veysel Şimşek, Under Fire and Lice: Experiences of an Ottoman Soldier in the First World War (1914–1918) and the Turkish War of Independence (1919–1922). https://www.academia.edu/43666219/2019_Under_Fire_and_Lice_Experiences_of_an_Ottoman_Soldier_in_the_First_World_War_1914_1918_and_the_Turkish_War_of_Independence_1919_1922_
[32] İlyas Aktaran, Son Gazi Yakup Satar, Galeati Yayıncılık, Ankara, 2022.
[33] “Ahmed Tevfik Paşa’nın babası, Kırım Harbi ve Doksan üç Harbi gibi iki önemli savaşta görev yapmış ve aslen Kırımlı Ferik İsmail Hakkı Paşa’dır.” Mahmut Akpınar, Osmanlı Hariciye Nazırları (1836-1922), Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırmaları Dergisi, Sayı: 35, Güz 2015, s. 183.
[34] Kemal Beydilli, https://islamansiklopedisi.org.tr/ahmed-tevfik-pasa
[35] Bilgi için: Ümit Özkan, Bir Asker Ve Diplomat Olarak İsmail Hakkı Okday”. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 40, S: 109, Mayıs 2024, ss. 69-112.
[36] Adnan Sofuoğlu, Seyfi Yıldırım, 1921 Londra Konferansı'nda Türk Diplomasi: Sadrazam A. Tevfik Paşa'nın Sözü Türkiye Büyük Millet Meclisi Temsilcilerine Bırakması Meselesi, Belleten, Cilt: 79, Sayı: 284, s. 376, 377.
[37] Adnan Sofuoğlu, agm, s. 377.
[38] Süleyman İnan, Son Osmanlı Damatlarının Millî Mücadele’yle İlişkileri, Erdem İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, Sayı: 61, s.141.
[39] Murat Bardakçı, Erika Aşkının Sırrı Çözüldü, Hürriyet Gazetesi, 31.07.2005. https://www.hurriyet.com.tr/gundem/erika-askinin-sirri-cozuldu-338841
[40] Fahrettin Altay, “Tatar Osman Paşa benim anne tarafından büyük amcamdır.” Ve “Kendisinin anılarını eski Türkçe olarak el yazması halinde torunu yüksek, mühendis Fevzi Akkaya’dan alıp Deniz müzesi kitaplığına verdim.” diye ekler. Fahrettin Altay: 10 Savaş yılı ve sonrası (İnsel yayını) sayfa. 71. Afif Büyüktuğrul, Balkan Savaşı Deniz Harekatı Üzerine Gerçekler (1912-1913), Belleten, Cilt: 44, Sayı: 176, Ekim 1980, s. 717, Dipnot: 2. Dolayısıyla İzmir’e ilk giren Kolordu’nun başında da bir Tatar altsoya tabi komutan vardır.
[41] Alev Gözcü, İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2006-Cilt: 5 - Sayı: 13, s. 224, 225.
[42] W. Barthold, Mangıt, İslam Ansiklopedisi, C. VII, s. 284, 285.
[43] Hayrunnisa Akbıyık, Mangıtlar, TDVA, C. XXVII, 2003, s. 571.
[44] İnci Yelda Dumlupınar, Astrahaniler ve Mangıtlar Devri Buhara Hanlığı (1599:1920): Genel Hatlarıyla Kaynakları ve Siyasi Tarihi, Genel Türk Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 9, Ocak 2023, s. 209.
[45] Murat Yavan, Türkistan’ın Siyasi ve Fikri Önderlerinden Osman Kocaoğlu (1878-1968): Hayatı ve Faaliyetleri, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı Genel Türk Tarihi Bilim Dalı, İstanbul, 2019, s. 32-34; Selda Kılıç, İstiklal Harbi’nde Sovyetler Birliği’nden Gelen Yardımlar, DTCF Dergisi 56.1 (2016), ss. 124-143; Sinan Tavukçu, Rus Yardımı Değil, Buhara Emirlik Hazinesi Altınları, Stratejik Düşünce Enstitüsü. https://www.sde.org.tr/sinan-tavukcu/genel/rus-yardimi-degil-buhara-emirlik-hazinesi-altinlari-kose-yazisi-9316
[46] Bu konuyla ilgili olarak ayrıntılı bilgilere Kemal Arı, Üçüncü Kılıç - İzmir'in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin, Zeus Kitabevi, 2006 isimli eserden ulaşmak mümkündür.
[47] Gözen Esmer, Kültür Festivalinde Rıfat Ilgaz dersi: Konuyu yakınımızda arayacağız, Aydınlık Gazetesi Kültür Sanat, 20.07.2021, Güncelleme: 18.02.2022. https://www.aydinlik.com.tr/haber/kultur-festivalinde-rifat-ilgaz-dersi-konuyu-yakinimizda-arayacagiz-251378
[48] Ahmet Rıfat Güzey, Xvıı. Yüzyıl Sonu Ve Xvııı. Yüzyıl Başlarında Kastamonu Şehrinde Mahalle Adları Lakaplar, Aile Teşekkülü, Eğlence ve Ekonomik Hayat, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum, Cilt: 7, Sayı: 21, Kış 2018, s. 863, 864, 867.
[49] Ümit Özkan, Milli Mücadelede Kırım Türkleri (1919-1922), Doktora Tezi, Necmeddin Erbakan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Tarih Bilim Dalı, Konya, 2022, s. 180-183.
[50] Hasan Cemil Çambel, T.T.K. Belleten, C: 3, S: 10, 1939, s. 272.