Allah (cc) insanı akıl sahibi bir varlık olarak yaratmış ve ona irade denen bir meleke vermiştir.
Akıl ve iradesini çalıştırmayı ise nimet saymış ve bu nimetleri hakkıyla çalıştırmayı insana bir kulluk vazifesi olarak vermiştir.
Aklını vahyin yol göstericiliğinde kullananların hak yolu bulacaklarını, kullanmayanların ise sapıtacaklarını değişik ayetlerle açıklamıştır.
“Allah) pisliği, akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.” (Yunus, 100)
Allah (cc) hüküm ve hikmet sahibidir ve din hususundaki bütün hükümlerin kendisine ait olduğunu, bu hususta Allah’ın yolunu bırakıp başka yollar ve dostlar edinenlerin hüsrana uğrayacağını hak olarak inen Kur’an’da açık biçimde ortaya koymuştur.
“Şüphesiz biz o Kitabı sana hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et. İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” (Zümer, 2-3)
Allah (cc), Resulüne de dinini Allah’a has kılarak ibadet etmesini, böyle yapmadığı takdirde, büyük bir azaba maruz kalacağını yine Zümer suresindeki ayetlerde şöyle beyan etmiştir:
“De ki, şüphesiz bana, dini Allah’a has kılarak O’na ibadet etmem emredildi.”, “Bana, Müslümanların ilki olmam da emredildi.” “De ki, eğer ben Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım.” De ki, ben dinimi Allah’a has kılarak sadece O’na ibadet ediyorum.” (Zümer, 11-14)
İslam, Allah’tan başkasına baş eğmeyen özgür bireyler ister. Adına Müslüman dediği bu bireylerin de takva sahibi yani Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılan, yasaklarından kaçınmasını emreder. Ancak ne yazık ki Emevilerle başlayan ve tarih boyunca gelişen yanlış cemaat ve tarikat anlayışı insanların özgür düşünmelerinin önünü kesmiş ve kula kulluğu ibadet haline dönüştürmüştür.
Yine ne acı ki bu anlayış, tarikat ve cemaatlerde lidere, abiye, şeyhe, gavsa itirazsız itaat et şeklinde karşılığını bulmuştur. Halbuki İslam, karşısında Resul bile olsa inananların onu sorgulamalarını ve delil istemelerini emreder.
Sahabe bunu en güzel şekilde tatbik etmiştir. Resulullah kendilerine bir şey söylediğinde, “Ya Resulullah bu Sizden mi Allah’tan mı?” diye sormuşlardır. Çünkü Resul onlara Kur’an’dan aldığı, “Düşünme farzdır.” “Aklı çalıştırmak farzdır.” “Sorgulamak mü’min tavrıdır.” esaslarını Müslüman olmalarının şartları arasında öğretmiştir
İslam, insana düşünmeyi telkin eder ve hatta emreder; “Tefekkür edin, tezekkür edin, akledin, düşünün” der.
Düşüncenin İslam için olmazsa olmaz bir ilke olduğunu savunan İmam Maturidi, “Düşünmemeyi telkin eden her düşünce şeytanidir.” diyerek düşünmemenin getireceği sonuçlara dikkat çeker.
Bu düşüncelerden uzaklaşan yapılar ise insanların düşünmelerini değil, sorgulamadan itaat etmelerini ister. Çünkü düşünen insanlar, bu tür yapıların kurdukları saltanatlar için daima tehlike oluşturmuşlardır.
Emevi sultası İmam-ı Azam gibi aklı vahiyle kardeş sayan bir düşünürü, kendi fikirlerine uymadığı için hapsetmiş, Emevilerin yıkılmasıyla yerlerine gelen Abbasiler de aynı zulmü devam ettirerek o büyük düşünce insanını hapiste şehit etmiştir.
Özgür düşünmenin sembollerinden olan İmam-ı Azam’ın hapse atılmasının sebebi, “Kur’an mahlûk değildir.” fikrini savunmasıydı.
“Kur’an mahlûktur.” diye ısrar eden ve buna İmam-ı Azam’ın destek vermesini isteyen zihniyet, Kur’an’ı, ulema yorumlarına indirgeyerek siyasi olarak varmak istedikleri hedeflerine ulaşmayı murat etmişlerdi. Ancak hür düşünen ve Allah’tan başkasına kul olmayan bir yiğit, onların bu menfur zihniyetlerine dur demişti.
Ne yazık ki tarih boyunca bazı ulema yorumları, değişik saltanatları ayakta tutmuştur. Siyaset her zaman vatandaşların “Bizi güt” anlayışıyla hareket etmesini istemiş, saltanatlarının varlığını bu ilkenin kabulüne bağlamışlardır.
Halbuki Kur’an, insanlardan sürü olmalarını değil, başlarındaki yöneticilerden “Bizi gözet, dinle, Hakka uyan isteklerimizi meşru dairede yerine getir.” şeklinde istekte bulunmalarını istemiştir.
“Ey iman edenler! ‘Râine’ (Bizi davar gibi güt) demeyin, ‘Unzurna’ (Bize bak, bizi gözet) deyin ve iyi dinleyin, kâfirler için elemli bir azap vardır.”(Bakara, 104)
Bir insanın Müslüman olması ve kıbleye yönelmesiyle iş bitmiyor. Dönülen kıbleye uygun bir hayat tarzını da ikame etmek gerekir. Aksi halde bir yandan kıbleye dönerken diğer yanlar oraya uymayan ahlaka sahip olma insanın münafıklığa iter.
Hud suresi 11. Ayette, “İnandığın gibi dosdoğru ol.” denilirken haksızlıklara, zulümlere, yolsuzluklara karşı çık, Allah’ın dediği gibi davran ve yaşa denmektedir.
Günde kırk defa, “Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz.” deyip akşama kadar yardıma koşmaları mümkün olmayanlardan medet beklemek insanı kurtuluşa götürmez. Aksine ikiyüzlülüğe götürür ki bu inanç da paradoksa düşmektir ve Kur’an’ın en tehlikeli insan saydığı tip de budur.
Kur’an’ın pratikte nasıl yaşanacağını bize örnekleriyle gösteren Resulullah’ın (sav) “Kızım Fatıma da olsa hırsızlık yaparsa kolunu keserim.” demesi yalnız Allah’a ibadet etmenin bir sonucudur.
“Müslümanız” deyip üzerine elbise giyenler giydiklerinin İslam’a uyup uymadığını devamlı test etmek zorundadır. Çünkü din, hayatın en ciddi meselesidir. Üzerine Müslüman elbisesi giyip sonra da İslam’a ters fiilleri sergileyenler, zararı sadece kendilerine değil, gelecek nesillere de vermektedir.
Vahye dayalı değil de rivayetlere istinat ettirilen bir din anlayışının Kur’an’a uymayacağı kesindir.
Kur’an’a uyduğunu söyleyen ve bunu fiilleriyle gösteren kişilerin, bu teslimden sonra farklı davranmaları sadece kendilerine değil, başkalarına da sirayet etmekte ve etraflarında bulunan aile fertlerini ve çocuklarını da menfi olarak tesir altına almaktadır.
Son zamanlarda birçok dindar görünen ailenin çocuklarının “Deist” olmalarının altında da bu sebep yatmaktadır. Ailesi dindar görünümlü olan ancak kendisi “Deist” olduğunu söyleyen bir gence, “Neden Deist olmaya karar verdin.” diye sorduğumda söylediği cevap meselemize ışık tutacak açıklıktadır:
“Babam bir yandan Müslümanım deyip, üzerine İslam elbisesi geçirmiş ama yanında çalıştırdıklarının hakkını yiyor, onlara insan gibi davranmıyor. Sonra da her yıl Hacca gidip Arafat’ta temizlendiğine inanıyor. Böyle bir din olur mu? O yüzden dinlere inanmıyorum ama Allah var.”
Eskiden bazı zenginlerin yanlarında çalışanlara, “Yanınızda çalışanlara yediğinizden yedirin, içtiğinizden içirin.” diye konan sosyal ilkeyi görmezden gelerek köle gibi davranmalarını yadırgardım. Ama bu insanların her yıl Hacca gitmelerini de birlikte telif edemezdim.
Sonradan öğrendim ki, yıl boyu yanındaki işçinin hakkını yiyen, vergi kaçıran, işinde dürüst davranmayan bu kişiler “Hacca gidip Arafat’ta duran, anasından doğmuş gibi günahlarından temizlenir.” diye bir inanca sahipler. Yani Hac, onlar için günahları sıfırlama, resetleme “Seyahati” imiş.
Büyük günah işleyip, bunun şefaatle temizleneceğine inanmak da aynı torpilci din anlayışının tezahürü değil mi?
Güya Resulullah, “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler hakkında olacaktır.” demiş.
Bu metin, açık biçimde insanları günaha teşviktir ve her türlü yolsuzluğu, zulmü, adam kayırmayı ortadan kaldıran İslam dinini bize ulaştıran Resulullah, böyle bir sözü söylemekten beridir. Çünkü Nübüvvet makamının, insanları günaha teşvik değil, günahtan uzaklaştırmak gibi bir görevi vardır.
İslam, insanlardan takva sahibi bir Müslüman (dava adamı) olmalarını ister.
Ne yazık ki bu dava adamı olmaya giden değişik engeller vardır ki, bunları âlimler “Para – kadın – makam” şeklinde üç kategoride değerlendirmişlerdir.
Paraya, kadına, makama tamah eden insanların, özgür düşünmeleri mümkün değildir. Böyle insanlar, kendilerine para, makam ve kadın veren kim ise onun kulu ve kölesi olurlar.
Toplumumuzda para için, makam için, kadın için bütün inançlarını, değer yargılarını satan insanların var olması çok acı bir gerçektir.
Halbuki inandığımız İslam, bunların birer fani şeyler olduğunu ve meşru dairede kaldıkları müddetçe insana hizmet ettiğini söyler ve bizi bu tür putların tasallutundan korur.
Kur’an bize özgür birey olabilmemiz için iman edip, aklımızı çalıştırıp, irademizle salih amellere yönelmemizi emreder. Bu da insanı kullara kul yapmaktan kurtarır ve sadece Allah’a kul yapar. Ancak ne kadar hazindir ki aklını çalıştırmayanlar ya da başkalarına kiraya verenler sorgulama yeteneklerini kaybettikleri için kendileri gibi aciz kişilere kutsiyet atfederek onları adeta yarı tanrı ilan ederler.
Hatta kutsadıkları bu kişilerin Allah’ın vekili olduğunu, Allah adına kâinatı idare ettiğini, ölüleri dirilttiğini, depremlere dur dediklerini ve bütün müritlerini almadan cennete gitmeyeceklerine inanırlar.
Akıl ve iradenin hâkim olmadığı söyle bir inanç sisteminde kutsadıkları bu kişilere “Bizi davar gibi güt” derler ve hatta ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi onlara teslim olurlar.
Söylediklerini ayet gibi kabul ederler ve asla yanılmayacaklarına inandıkları için hiçbir şeylerini sorgulama gereği bile duymazlar.
İslam’ın özgürlük anlayışı, insan aklını zorlayacak kadar geniştir.
Allah (cc), yarattığı mahlûku olan insana kendini bile inkar etme özgürlüğü tanımıştır ve şiddete dönüşmediği müddetçe bu özgürlük alanının asla kısıtlanamayacağını birçok ayetle açıklamıştır.
“Biz onların kaderlerini, kendi çabalarına bağladık.” (İsra, 13), “Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez. “ (Ra’d, 11) gibi ayetler buna iki örnektir.
Müslüman demek, Allah’tan başkasına kul olmayan ve boyun eğmeyen özgür kişi demektir.
Müslüman demek, iman eden ve imanın lazımı olan salih amelleri, ibadetleri yerine getiren demektir.
Müslüman demek, yalnız Allah’tan yardım dileyen kişi demektir.
Müslüman demek, dosdoğru yol olan Kur’an’a tabi olan kişi demektir.
Müslüman demek, aklını çalıştırıp iradesiyle Allah’ın kendisine hayat nizamı olarak gönderdiği Kur’an’a uymayı tercih eden kişi demektir.
Müslüman demek, aklını ve iradesini özgür biçimde kullanan ve kimseye teslim etmeyen kişi demektir.
Müslüman demek, çalmayan, yolsuzluk yapmayan, zalim olmayan, yalan söylemeyen kişi demektir.
Son olarak iman edenleri ikinci kez iman etmeye davet eden, imanlarının lazımı ne ise onu hayat nizamı olarak yaşamaya çağıran bir Kur’an ayetine kulak verelim isterseniz:
“EY İMAN EDENLER. İMAN EDİN.” (Nisa, 136)
.
Selim Çoraklı, dikGAZETE.com
ali baykal 2 yıl önce
Abdullah Sivri 2 yıl önce
diyorsunuz. Rivayet derken neyi kast ediyorsunuz? Rivayetin sahihi var haseni, zayıfı var ve bir de uydurması yani mevzu olanı var. Zira Kur'an'da bize rivayetle gelmiştir.Sayın Selim bey; makalenizin bir yarende "Vahye dayalı değil de rivayetlere istinat ettirilen bir din anlayışının Kur’an’a uymayacağı kesindir."
diyorsunuz. Rivayet derken neyi kast ediyorsunuz? Rivayetin sahihi var haseni, zayıfı var ve bir de uydurması yani mevzu olanı var. Zira Kur'an'da bize rivayetle gelmiştir.