Yirmi yıl önce mart ayında, Irak işgal edildi. Bugün yirmi yaşında olanlar için tarihten bir sayfa, otuzlu yaşlarda olanların hafızasında hayal meyal yer almış bir olay. Ona bakarsanız AK Parti iktidarı öncesi Türkiye için de aynı şey söylenebilir, o da ayrı mevzu.
Oysa, o zamanlar Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren bir mevzuydu.
ABD’nin işgal öncesi, Türkiye’den asker geçirmek için beklediği meşhur tezkere, 1 Mart’ta Meclis’e gelmiş, büyük tartışma yaşanmıştı.
Sonuçta, başta CHP, muhalefet partileri ve AK Parti’den yüz civarında milletvekilinin ret oyu vermesi ile tezkere Meclis’ten geçmedi.
O dönem, AK Parti’den kabul oyu veren, dahası bu yönde çaba gösterenlerin hemen hepsi, bu olayı unutup, unutturmayı seçtiler. Ama sadece onlar değil, “tezkere Meclis’ten geçmezse ABD Türkiye’yi çok fena cezalandırır, akıl işi değil” diyen liberal aydınlar için de aynı durum geçerli.
Nitekim, ABD cezayı orduya kesti, ABD yönetiminden ağır isimler “ordunun olaya ağırlığını koymamış olmasını” eleştirdiler. İşte “askeri vesayetle mücadele” hamlesi de böyle başladı.
Bu söylediklerimden sakın, “Türkiye’de askerlerin siyaset üzerindeki vesayeti iyi bir şeydi, ABD konuya el attı, askeri zayıflatmak için ayak oyunlarına girişti” anlamı çıkmasın.
Askeri vesayet, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki engellerden biri idi, dahası AK Parti’nin iktidara gelmesini bir türlü hazmedemiyordu.
İç dinamikler ile dış dinamikler bu zeminde birleşti. Ancak, ne ABD’nin Türkiye’de askeri vesayet ile mücadeleyi desteklemiş olması, ne de kendince haklı sebepler ile AK Parti iktidarının bu çaba içine girmesi, demokrasi ve militarizm ile mücadele adına değildi.
Tam da bu nedenle, sonuçta Türkiye’de ordunun siyaset alanındaki gücünün kırılması, demokrasi getirmedi.
ABD açısından Türkiye’de orduya ilişkin sorun, ordunun NATO ordusu olduğunu unutup, Avrasyacı görüşlere meyletmiş olmasıydı.
AK Parti açısından ise sorun, askerlerin seçimle gelmiş bir iktidarın ayağını kaydırmak zihniyetinde olmasıydı.
Liberal çevreler, bu dinamikleri kavramaktan aciz biçimde tabloyu sadece demokratikleşme süreci olarak okudular; demokratikleşme işini, ABD’nin desteklediği Fetullah Gülen grubu ve o zamanlar tam ittifak içinde olduğu AK Parti’ye havale etmenin rehavetine kapıldılar.
Sonuçta, neler olduğunu hep birlikte gördük.
Irak işgali ve sonrasının küresel siyaset açısından önemini de hatırlamakta sonsuz fayda var.
Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile Soğuk Savaş’ın bitmesinin tek sonucu, iki kutuplu dünya dengesinden tek kutuplu, yani ABD hegemonyasının hâkim olduğu bir uluslararası durumun ortaya çıkmasıydı.
Bu süreçte, ABD önderliğinde askeri müdahaleler, “demokrasi ve barış harekâtı” kisvesi ile meşrulaştı.
11 Eylül olayı, bu müdahalelere fazladan gerekçe oldu, hiç alakası olmadığı hâlde Irak, bu olayın sorumlusu sayıldı, onun ötesinde kitle imha silahları üzerine düzmece bir dosya, işgal gerekçesi oldu.
Sonuçları malum. Ama bu noktada bir hatırlatma daha yapmak gerek, o işgale karşı tüm dünyada ‘savaş karşıtı’ gösteriler yapıldı, İngiltere’de bir milyon insan sokağa çıktı.
Dahası, Almanya ve Fransa işgale karşı durdu, ABD bu işi, yanında hizalanan İngiltere ve ABD’ye yaranma derdinde olan Gürcistan gibi küçük ülkeler ile birlikte yürüttü.
Aynı ABD, bir yıl önce Rusya’nın Ukrayna işgaline karşı dünyayı ayağa kaldırdı.
Dahası; bu olay, yeni bir soğuk savaş dönemi başlangıcı sayıldı, hâlihazırda Soğuk Savaş dönemini aratacak bir militarizm ve propaganda savaşı körükleniyor.
Irak işgali döneminde, ABD dış siyasetine şerh koyan Almanya ve Fransa’nın, Ukrayna konusunda diplomatik çözüm önerilerine kulaklar kapandı, bu ülkeler daha doğrusu Batı Avrupa, ABD dış siyaseti baskısı altında gık diyemeyecek hâle geldi.
Diğer taraftan, Ukrayna işgaline karşı, küresel çapta bir savaş karşıtı hareket doğmadı.
Biden ABD’si bunu Putincilik ile izah etmeye çalışıyor.
Irak işgaline karşı çıkan savaş karşıtları Saddamcı değildi, sadece çözümün işgal/savaş olmadığını ileri sürüyordu.
Ukrayna’nın işgaline karşı çıkanların ise, böyle bir şansı yok.
Ukrayna’nın işgaline karşı çıkıp, olayın diplomasi ile çözülmesini savunmak seçeneği artık yok.
Ukrayna işgaline karşı çıkanların, aynı zamanda ABD dış politikasını desteklemesi bekleniyor. Bu destek, görünüşte ülkesi işgal edilmiş olan Ukraynalıların yanında olmak şeklinde ifade buluyor.
Oysa, Irak işgaline karşı çıkanlar, ülkesi işgal ediliyor diye, koşulsuz olarak Irak yönetiminin yanında yer almıyordu.
ABD işgaline karşı, Saddam yönetimine ağır silah dahil her türlü desteğin verilmesini savunan yoktu, daha doğrusu savaş karşıtlarının tutumu bu değildi. Bence doğru olan da bu idi. Zira, işgale karşı çıkarken, işgal edilen ülkenin yönetimi yanında hizalanmamak gerekiyordu.
Oysa, söz konusu olan Ukrayna savaşı olunca, “mevcut yönetim nedir ne değildir ne yapmak istiyor?” diye sormak bile Putincilik sayılıyor. Daha doğrusu, bu olay çerçevesinde, seçenekler Ukrayna yönetiminden veya Putin Rusya’sından yana olmak ile sınırlandığı için savaş karşıtlığına alan kalmıyor.
Bu, tüm dünya için çok tehlikeli bir eşik, çok karanlık bir devrin başlangıcı demektir.
“Ya bizdensin ya düşmansın” mantığı, kim kimden yana olursa olsun, savaş ve dayatma mantığıdır ve hâlihazırda Biden dış politikası, tüm dünyayı böylesi bir savaş ve dayatma kıskacı altına almayı hedefliyor.
Böyle bir dünyada, bırakın, savaş karşıtlığı ve barışseverliği, savaşsız çözüm, detant, angajman siyasetleri sahneden çekilir, sıcak savaş mantığı hâkim olur, oluyor.
Son olarak, bu dayatma en çok da zayıflaması beklenen Putin ve benzeri rejimlerin propagandasına katkı sağlar, sağlıyor.
Sadece Rusya içinde Putin’e desteğin gücünü korumasından söz etmiyorum. Soğuk Savaş’ın ardından, başta ABD olmak üzere Batı ittifakının, meydanı boş bulduğu için artık gizlemek zorunda hissetmediği çifte standartlı, ilkesiz siyasetler, Batı dünyasına karşı genel bir husumet yaratmakla kalmadı; asıl önemlisi demokrasi ve insan hakları gibi kavramların itibarını yerle bir etti.
Uluslararası ilişkilerde esas olanın güç mücadelesi olduğunun bu denli ortaya çıkması, ABD/Batı dünyasına biriken öfkeyi, ona karşı çıktığı düşünülen rejim, lider ve söylemlere sempatiye dönüştürüyor.
Bunu görmek bu kadar zor mu?
Dahası, “liberal demokrasilerin otoriter rejimler ile mücadelesi” olarak sunulan savaş konseptinin ikna edicilikten son derece uzak olması, Batı ittifakı karşısında yer alanların propaganda söylemlerini ikna edici kılıyor.
Ukrayna’da mevcut yönetimin zaafları, sorunları ne kadar göz ardı edilirse, Putin’in ithamları o denli karşılık buluyor.
Ukrayna’da, sadece şimdi değil, öteden beri Rusya karşıtı liberal, Batı yanlısı çevrenin, ‘demokrasi yanlıları’ olarak tanımlanmasına karşın, bu çevrenin Ukrayna milliyetçileri, hatta Nazi sempatizanları ile ittifak etmek durumunda kalmış oldukları saklanmaya çalıştıkça daha çok sırıtıyor.
Savaş döneminde bile yolsuzluklara sahne olan, Rusya yanlısı ve karşıtı siyasi çatışma hattının iki tarafında da oligarkların mücadelesine tanık olduğumuz bir ülkeyi, ‘demokrasi kalesi’ diye satmaya çalışmak, otoriter rejim propagandasından daha vahim sonuçlar verecek.
Biliyorum, çok uzattım ama ben bu konuların çok önemli olduğunu düşünüyorum, bu seferlik böyle olsun.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com