Tarihçi Ahmet Şimşirgil Hocamız her zaman yazıyor; komitacı İttihatçıların 10 yıl içinde devleti, 6 milyon kilometrekareden 800 bin kilometrekareye düşürdükleri, gerileme devrinin son iki asrındaki kayıplarının 3 katını, 10 yıla sığdırdıklarını söylemektedir.
Bu bakış açısı doğrudur. Hocamız hemen hemen her yazısında bu hakikatleri anlatmaktadır. 1908 darbesinin üzerinden yaklaşık 113 yıl geçmiştir, hiç kimse İttihat Terakki’nin Selanik- Makedonya örgütlenmesini, arkasındaki Masonik yapının kimlerden müteşekkil olduğunu, Trablusgarp vilayetimizi İtalyan Mason biraderlere hediye etmek için hangi planların yapıldığını, Selanik’i tek mermi atmaksızın Yunan’a teslim eden Tahsin Paşa’nın kim olduğu milletimize anlatılmamıştır (*).
Bugün bile İttihat ve Terakki’yi yüceltmek için “Niyazi ve Geyik hikâyeleri” anlatılmaktadır. Bu gün bile Şemsi Paşa’yı öldüren Teğmen Atıf’lar yüceltilmektedir.
Türkiye’deki bütün askeri darbelerin anası olan 1908 darbesi, “istibdatta karşı özgürlük mücadelesi” olarak anlatılmaktadır.
Son yüzyılın Türkiye tarihi, bütün hakikatleriyle anlatılmadıktan sonra manevi bunalımdan çıkış mümkün değildir.
Bugün yaşadığımız manevi bunalım meselesinin başında “başka topraklarda ve ülkelerde ne işimiz var?” sorusu bulunmaktadır.
İkinci husus, ecdadımız Balkanlara “işgal ve sömürü amaçlı gitmiş, oralar hiçbir zaman yurdumuz değilmiş gibi ifade edilen emperyal suçlama iddiaları”, birde günümüzde ortaya çıkmış olan “Bizim Suriye’de ne işimiz var, Irak’tan bize ne, atalarımız Balkanlara neden gitti ki, ne işimiz var oralarda” gibi kelimelerle ifade edilen çapsız, kimliksiz, kişiliksiz, vizyonsuz, basiretsiz hatta ahlaksız ifadelere sıkça rastlıyoruz.
Maalesef Milli Eğitim sistemimiz Türkiye’ye yar, milletine âşık, Türkiye’yi dünya gücü yapacak misyonu vazife edinmiş, Milli-İslami ve ahlaki değerlere gönülden bağlı, temsil ettiği değerleri yaşayan insan tipini yetiştirememiştir.
Bütün bu çatlak sesler, bütün fesat hareketleri, birlik ve beraberliği bozucu her türlü kışkırtıcı eylemler, kültür iktidarının temeli olan bir insan modelinin ne olacağına henüz karar verilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Konuya, doğru tarih anlatımının yapılmadığından hareketle başlamış, 10 yılda devleti darmadağın eden İttihat ve Terakki Partisi ve liderlerinin halen yüceltildiğinden söz etmiştik.
Burada anlatmak istediğimiz esas mesele şudur; Kurtuluş Savaşı başladığında veya “Mondoros Mütarekesi” imzalandığında Türkiye toprakları neresidir?
Diyelim ki Kemal Paşa, Padişah Vahdettin’in emrinden çıkmadı, Kurtuluş Savaşı bitti, İstanbul Hükumeti, Lozan’a delege gönderdi.
Barış görüşmeleri başladı. Osmanlı delegeleri, “Türkiye toprakları Anadolu’dur bunun dışındaki hiçbir yerde hak sahibi değiliz” diyecek miydi?
“Ordularımızın 4 sene boyunca savaştığı yüzbinlerce şehit verdiği Filistin toprakları bize ait değil” diyecek miydi?
“Suriye bizim değil” diyecek miydi?
“Irak-Bağdat bize ait değil” diyecek miydi?
“Filistin, Yemen bizim değil” diyecek miydi?
Ege adalarını, sırf ahalisi çoğunlukla Rum diye Yunanistan’a hediye edecek miydi?
Batum’u, SSCB’ye verecek miydi?
Suriye’de Fransızlara karşı kurtuluş mücadelesini başarıya ulaştırmış olan “Rakka, Münbiç, Türkmen Dağı, Lazkiye, Deyrizor vilayetlerimizi” Fransız yönetimine terk edecek miydi?
İngilizlere karşı Musul’daki haklarımızdan vazgeçecek miydi?
Kıbrıs ve Mısır üzerindeki hükümranlık haklarımızdan vazgeçecek miydik?
Bu meseleler ve sorular daha da uzatılabilir.
Lozan’a diplomat olarak gönderilen İsmet Paşa, yaş ve kapasite itibariyle bu günün bir binbaşısı rütbesine ulaşmış subay ile mukayese edilebilecek bilgi ve tecrübeye sahip bir zattır. Askerlikten başka hiçbir bilgisi yoktur.
Dr. Rıza Nur’un hatıratında görüyoruz, heyetimiz ne kadar boş bulunmuştur!
Heyetimiz, Lord Gürzon karşısında, İngiliz diplomasisi karşısında varlık gösterememiştir.
Sultan Vahdettin’in “Lozan’a İstanbul’dan dışişleri teşkilatından adamlar gönderelim” teklifi neden dikkate alınmamıştır?
Bugün karşılaştığımız sorunların temeli; daha aza razı olmaklığımızdan kaynaklanıyor.
Buralar bizimdi, buralar halen bizimdir, tarih boyunca buralarda Anadolu’dan bağımsız devlet kurulamamıştır.
Balkanlar - Anadolu - Kafkaslar - Suriye - Irak bir bütündür.
Türkiye köprübaşıdır. Köprübaşı tutulamazsa köprü yıkılır.
Esatlar, Saddamlar, Hüseyinler, Hafterler devlet adamı mıdır?
Saddam adam olsa idi Yıldırım Akbulut, Bağdat’a gittiğinde kafa tutma küstahlığını gösterir miydi?
Yaptıkları iş ortada: Ülkelerini yaktılar yıktılar, milyonlarca insanın ölmesi pahasına iktidara yapıştılar, sonlarının ne olduğunu ne olacağını gördük göreceğiz.
Şunu demek istiyorum: Nasıl ki Allah’ın varlığı karşısında hiçbir yaratığın, hiçbir varlığın kıymeti yoksa her şey sıfır mesabesinde ise Türkiye’ye karşı bu devletlerin, devletçiklerin sıfırdan öte bir değeri yoktur.
Şimdi şu etrafımızdaki devletleri soruyorum:
Kosova, Makedonya, Karadağ, Arnavutluk, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Yunanistan, Suriye, Irak, Ürdün, İsrail (**) bir devlet midir?
Kıbrıs Rum yönetimi, Türkiye’nin muhatap alacağı bir şey midir?
Allah aşkına aklı başında biri çıksın bir şey söylesin!
Batının dayatmalarına ne zamana kadar razı olacağız?
Hangi sınıra kadar geri çekileceğiz?
Ne zamana kadar küçük düşünmeye devam edeceğiz?
Yılan yaralı bırakılırsa mutlaka sokar.
Sorun şudur:
Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’nda kendisine dayatılan İngiliz Plânını yıkmaya yönelmediği sürece, sentetik haritaları buruşturup çöpe atmadığı sürece GARA’da da Kandil’de de çok şehit verir, verecektir, şehit vermenin sonu gelmeyecektir.
Sorun harita meselesidir.
Sorun Türkiye’nin eski topraklarına yeniden hâkim olma meselesidir.
SSCB dağıldı, Rusya “Bağımsız Devletler Topluluğunu” kurdu, İngiltere sömürgelerine bağımsızlık verdi, “İngiliz Milletler Topluluğunu” kurdu. Kuzey Batı Afrika’daki “Ekovas ülkelerinin” bir diğer adı da “ Frankofon” ülkeler topluluğudur.
Osmanlı dağıldı Türkiye ne yaptı?
Türkiye’nin hinterlantı neresidir, Türkiye’nin hedefi nedir, bilen var mı? “Osmanlı Milletler Topluluğu” adlı bir teşkilat neden kurulmaz, neden sınırlarımız dışında Kuzey Afrika, Yemen, Sudan, Somali, Habeşistan, Kavar, Balkanlar bölgesinde yaşayan soydaşlarımızla, sınırlarımızla ilgilenmiyoruz?
Yarın Irak-Suriye hudut meselesine gireceğim.
.
Suat Gün, dikGAZETE.com
(*) Balkan Savaşı’nda Selanik savunmasını, Hasan Tahsin Paşa denilen bir zat yapmıştı. Tek kurşun bile atmadan ve mahiyetindeki askerlerin hayatına dokunulmayacağına dair teminat verildikten sonra silahları ellerinden alındı ve bu askerlerle birlikte Selanik şehri Yunan’a teslim edilmiştir.
Yunanlılar, 26 bin Türk askerini öldürmeyeceklerine dair söz vermelerine rağmen, 3 gün içerisinde bütün Türk askerlerini katlettiler. Yunan Araştırmacı-Gazeteci Alekos Orologas, “O Selanik’in gerçek kurtarıcısı ve hayırseveri” diyor Paşa için.
(**) Necip Fazıl; İsrail için ” Yıkılasın İsrail enkazını GÖREYİM... / Sana devlet diyenin yüzüne TÜKÜREYİM...” diyor.