İnsanın özü sudur. Su ise azizdir. Rabbimiz her şeyi sudan yaratmıştır.
Kalp, ruhun kalesidir bu yüzden çok iyi korunması gerekir.
Şayet öz suyu azalırsa, kalbin savunma hattında sıkıntılar meydana gelmeye başlar. Bunun doğal sonucu olarak kale surlarında gedikler açılır.
İman kalbin anahtarıdır. Bir nevi kale kapısıdır. Kale kapısı sağlam olursa surları delip kaleyi ele geçirmek zorlaşır.
Kale kapısı sağlam değilse, kale kolaylıkla ele geçirilir. Yunus Emre’nin ifadesiyle “her dem yeniden doğmaktır” kaleyi savunmak.
Nefsiyle mücadele, cihat edebilen insan, özünden kayıp vermez. İmanı kavi olan insanın ruhu huzur içinde olur.
Onu besleyen su (iman) kurumadığı ve akmaya devam ettiği sürece erdeminden, irfanından ve faziletlerinden hiçbir eksilme olmaz.
Özü kurumaya başlayan çamur (insan) taş hüviyetine bürünmeye başlar. “Kalbin taşlaşması” bu şekilde olur.
İnsanın çamurunda zamana bağlı olarak bir değişme olmamıştır.
Bazı zamanlarda insanların çoğunluğu özüne yabancılaşmış ve öz suyunu tüketmiştir. Böyle olunca da birçok köklü medeniyetin sonu gelmiştir.
İnsanlık tarihi, çok farklı kültürlere, medeniyetlere muhatap olmuştur. Bugün "bilgi çağında!" olmamıza rağmen, insanın kendine yabancılaştığını ve bireyselleşmenin arttığını görüyoruz.
İnsanın kendisini bilmesi ile bilim ve tekniğin olumlu bir bağı yoktur. İnsan ne yaparsa kendine yapar. Faydası da zararı da kendinedir.
Genler ile nesilden nesile bilgiler taşınabilseydi, bugün sahip olunan bilgi havuzu, dolup taşar ve tecrübeyi tecrübe etme hamakatı da ortadan kalkmış olurdu.
İnsanın bilgeliği ve cahilliği kendine hastır. İnsanın kendini bulması ile kaybetmesi tamamen kendi tercihidir.
Varoluş özü aynı olduğundan insanlar doğuştan eşittir. İnsan doğumundan ölümüne kadar yapıp ettikleriyle varlığını sürdürür ve kimliğini oluşturur.
Kişiliğin oluşumunda atalardan gen yoluyla gelen öz bilgilerin tesiri yoktur.
Tabii, konu insan olunca cinsiyet kavramını da tarih boyunca göz önüne almak gerekiyor.
Günümüz perspektifiyle güncelleme yapıldığında görüyoruz ki, ilk günden bu güne, pek fazla bir şey değişmemiştir.
Yani kadın hep aynı kadın; erkek hep aynı erkektir. Değişen kültür ve medeniyet değişimidir.
Sınırlandırmalar ve şartlandırılmalar toplum yapısına göre değişkenlik gösterir.
Toplumun o anki algısı, yüzlerce yıl öncesinden farklı olabilir. Bu yüzden teorik karşılaştırmalar sağlıklı değildir. Günün şartları ve toplumsal algılar burada önem kazanır.
Kadını ve erkeği eleştirirken, yargılarken bu yüzden dikkatli olmakta fayda vardır.
Cinsiyet bir sebep değil sonuçtur. Toplum yapısı, kültürel ve sosyal şartlar kadına ve erkeğe bir rol biçer.
Belli alanlarda sınırlandırmalara tabi tutuluyor insanoğlu. On yıl önce ayıplanan bir eylemin on yıl sonra normal karşılanmasını veya teşvik edilmesini aksi halde nasıl yorumlayacağız?
Kabul edilebilirlik esnekliğini toplumun kendisi belirliyor. Zamana ve mekâna göre değişkenliği olan değer yargılarımız hep olacaktır.
İnsan, sudan yaratıldığı için her kaba bir şekilde ayak uydurmaktadır. Nebi olacak istidat kendi varlığında mevcutken Firavun olması sebepsiz değildir.
Kendi varlığını doğru yola sevk edip ona göre yaşaması mümkünken, yoldan sapan ve bir şekilde kendi yolunu çizen kaderini kendisi tayin eder.
Yaratıcı, sebepler meydana getirirken tercihe karışmaz. Sıfır noktasında dünyaya gelen insanın pozitif veya negatif yöne gitmesi kendi arzusudur.
Yaratılışı aynı özden olan insanların bu yüzden sonları birbirinden farkıdır.
İnsanı iyiliğe ve kötülüğe sevk eden sebepler, değerler (para, güç, makam, şöhret vs.) birer imtihan vesilesidir.
İnsanların aydınlığı arayıp, karanlıkta dolaşması ruh halinin bir yansımasıdır.
Hakikate yaklaşmak yerine, ondan uzaklaşmak insanın karanlığa alışmasının, kire bulaşmasının bir göstergesidir.
İnsanın çamurdan (nutfeden) yaratılması bir damla suyla olmuştur. Bunun idrakinde olabilen insanın, özüyle çatışması veya özünden uzaklaşması düşünülemez.
.
Muhammed Işık, dikGAZETE.com
Twitter'da bizi takip edin: @leyli_serd , @dikgazete