Sorbonne mezunuydu; bir bilge kişi, bir zehir zeka, görünürde berduş, içerikte asil bir Marko Paşa idi.
Lisedeki ceberrut hocaların mağdur öğrencilerine çokça Matematik eşantiyon da Fizik-kimya dersi verirdi.
Elli kişiye aynı anda masadan masaya konsomasyon yaparak.
Cebir problemi çözüyorum mesela.
-Hocam bu yanlış çıkıyor! Bir bakar mısınız!..
Bir bacağını geriye uzatmış, masaya yaslanmış duruşunu bozmadan;
- Kaç çıktı?
- 16 a…
- İki satır yukarıda kare kökü yanlış almışındır!
- Bi baksaydınız hocam!..
- Sen bak!
Bakarsın, haklı çıkar Topalİbrahim…
Kim sordu bilmem birgün;
- Hocam biz niye petrol bulamıyoruz?
- Bulsak da rantabl değil.
Bakışıyoruz açıklıyor;
- Yani değmiyor bulduğumuza…
Hemen önüne bir kağıt çekiyor; kabataslak bir Türkiye haritası çiziktiriyor ve her dediği bölgeye bir çarpı çekiyor.
- Burası Bulgaristan, petrol var, Karadeniz’de de var, Gürcistan’da, Azerbeycan’da, İran’da da var; Irak, Suriye hatta Akdeniz’de de…Çepeçevre ülkelerde var da bizde niye yok?
Sorun şu; dört bir yanındaki ülkelerde 100-200 metre kazdıklarında fışkırıyor meret. Senin ise 1000-1500 metre kazman gerek o da bir ümit. Neden, çünkü Türkiye plato, yüksekte kalıyor.
Her derde deva, her soruya cevaptı İbrahim Hoca!
İzmitli kızını mı evlendirecek, buzdolabı mı alacak, kavaklarını mı kesecek, hangi mevsim ne ekecek O’na danışırdı…
Mezun olmuşum; uğradım, terasta oturuyoruz… Tıfıl bir oğlan geldi, genç irisi, bunalımda.
Soruyor;
- Hocam Almanya’da akrabalarım var “gel buraya seni işe de sokarız oturum da alırız” diyorlar, ben de “acaba burada kalayım da dışarıdan - mışarıdan bir Lise‘yi olsun bitireyim mi” diyorum!..
- Evlat bana bak! Sen şimdi sokaktan geçene de köşedeki bakkala da soruyorsundur “ne yapayım” diye… Böyle giderse kafayı üşüteceksin.
Var git Alamanya’ya; oldu oldu. Olmazsa dön buraya, ben iki yıla kalmaz sana bitirttiririm Lise’yi…
Genç ferahlamış çekti gitti.
Topal İbrahim bana döndü:
- O bıyıkları kes!
- Niye hocam?
- Sen o bıyıklarla her yere girebilirsin, her yere!
O gün olmalı; bana yaşamının en acıklı dersini anlattı;
“Bir kızla konuşuyoruz niyetim ciddi aşığım adamakıllı Saraybahçe’de buluştuk, bankta oturduk elele tutuşmak bile yok. Ayrıldık ben önden yürüyorum kız gecikerek arkadan geliyor. Beraber olduğumuz anlaşılmasın derdimiz.
Demiryolu caddesine saptım yürüdüm biraz, bir kahvenin önünden geçiyorum.
Bir büyüğüm;
- Gel İbraam; sana bir kahve ısmarlayayım!
Oturdum gözüm de kızda, daha kahveler gelmeden kız gözüktü ufukta.
Büyüğüm:
- Bak bak İbraam bu kızı tanıyor musun?
Bir de manalı soruyor dürtüyor da dirseğiyle!
- YOo!.. N’olmuş ki?
- Ohoo!.. Namlı bu hatun, iş-vermediği kimse kalmadı İzmit’te!
- Yıkıldım!.. Hayır inanmıyorum ya içime bir ateş düştü, kavruldum bittim.
Bizim sevda da bitti gitti, kül oldu zamanla!
Yıllar geçti artık “Benim Kız” olmayan hatun evlendi; çocuğu bilem oldu.
Yine aynı adamla, adam diyorsam da, aynı kahvenin önüne sandalyeleri atmış otururken;
Gençlik aşkım, doğrusu tek aşkım, bebek arabasını iterek geliyor bize doğru.
Dürttüm büyüğümü:
- Bak tanıdın mı şu kadını?
- Yooo kim ki?
- Hani bana böyleyken böyle, şöyleyken şöyle demiştin vaktiyle.
- Hata etmişim, hiç tanımıyorum, benzetmişim!
- Adi, alçak!.. Hayatımı mahvettin!.. Benzetmişsin ha?
Demedim elbet…
Hata, günah, hepsi benimdi…
- O yüzden Ulvi evladım!.. Yapacağın işi kimseye sorma; yapamazsın, alacağın karıyı kimseye sorma, alamazsın!”
İyi ki yaşam bu dünyadakinden ibaret değil.
Rahmetle İbrahim Hoca, önünde - sonunda buluşacağız inşaallah.
-“Hayatta Oynamam” kitabımdan-
.
Ulvi Alacakaptan, dikGAZETE.com