Hastane kuyrukları son yıllarda uzadıkça uzadı. Çünkü hastalıklar ve çeşitleri giderek arttı.
Vücudunuzda bazı anormallikler sezdiğinizde, eğer bunların bir anlamının olduğu ve bir teşhis konulması gerektiği düşünülüyorsa bölümleri dolaşarak, onlarca farklı tetkikler yaptırarak, aylar sonunda bir hastalık ismi ile damgalanmanız olasıdır.
İşin uğraştıran kısmı, tanı koyma kısmıdır.
Dünyada milyonda bir görülen bir hastalık teşhisi koymak başarı iken, üç kişide bir görülen ve çığ gibi artan hastalıklar için hiçbir şey yapamamak başarısızlık sayılmamaktadır.
Çünkü hastanın kendisini suçlamayacağı, doktorların da bir şey yapamadığı için vicdan azabı çekmeyeceği bir sebep vardır: “Genetik”…
“Annede-babada var mı? Var, tamam genetik… Yapacak bir şey yok, ömür boyu şu ilaç”.
Şamar oğlanımız bulunmuştur, bulan razı, hasta razı; çünkü pişmanlık duyulacak bir argüman yok.
Enfeksiyöz hastalıklara yapılan anormal müdahaleler sonucu, nesilden nesile aktarılan bağışıklık sisteminin darbeler alması; son yıllarda bağışıklık sistemini ilgilendiren hastalıkların yaygınlığını artırdı.
Bu darbeler, en başta bedenin kalesi olan bağırsakları, sonrasında karaciğer ve bağışıklık sistemini etkiledi.
Bağırsak florası, henüz doğum sırasında anneden miras alınırken bozuktu.
Göbek kordonunda bile onlarca kimyasalın tespit edilmesi, yediğimiz içtiğimiz “şey”lerin “gıda hükmü”nün kaybolması, güneşe hasret kalışımız, radyasyon havuzunda yüzmemiz, topraktan uzak kalışımız bu tarz hastalıkları artırdı.
Tabii ister “genetik” deyin, ister “mizaç” deyin; hastalıklara yatkınlık ailesel olarak artabilir ancak;
Neden, ailecek yeme-içme alışkanlıklarımızın aynı olduğunu, hareketi hayatımızdan çıkardığımızı aklımıza getirmiyoruz?
Romatizmalar, alerjiler, cilt hastalıkları, kanserler, eklem hastalıkları ve birçok hastalık…
Bunların bağışıklık sistemini derbeder eden kimyasal müdahaleler, bağırsak florasını alt-üst eden beslenme tarzı temelinde geliştiği gün gibi ortada.
“Nedeni bilinmeyen” olarak sıfatlandırılan bu tarz hastalıkların, bu çerçevede görülmesi ve “nasıl bozulduysa öyle düzeltilmesi” gerekir.
Keşke dile gelse de konuşsa genlerimiz ve dese ki:
“Hırsızın hiç mi suçu yok?”
.
Dr. Bekir Tok, dikGAZETE.com