Bilmekten kasıt, ilim/bilim anlamında değil; o kadar çok kimse de âlim değil zaten.
Âlim ile alîm de aynı değil.
Bunu bile bilmeyen, bir tek inceltme işareti ile ne çamlar deviren, hadi ağzı ile “söyleyen”leri geçtik, o denli yazan-çizen var ki o sebeptendir de ki Türkiye’de herkes her şeyi biliyor.
“Her şeyi bilen herkes”in bildiği tek şey de kimsenin bir şey bilmediği yerde düğümleniyor.
Herkes bir şeyleri bilirken, herkese göre “Kimse bir şey bilmiyor” ama herkes, nasıl oluyor da her şeyi biliyor!
Olan-biten her şey, çünkü farklı ve olduğunun ötesinde de olsa, aslından astarından koparılsa da gözler önünde cereyan ediyor.
Gizli-saklı bir şeyin kalmadığı genel algısı ile de “Bilmek”, bu sefer dışarıdan görülen ve dışarı gösterilenle, her ne olursa olsun işin içinde olanın bildiği ve uyguladığı arasında gidip geliyor.
Bilinen çerçevede hal bu olsa da değişen pek bir şeyin olmadığı, herkesin de bildiğini okuduğu, anladığının ötesindekini de ortaya süremiyor kimse.
Oyun ortada, oyuncular ve oyunu ortaya sürenler de birbiri ile bağlantılı ve kimi az, kim çok, kimi sahnede, kimi sahne gerisinde de olsa sonuçta herkes her şeyi görüyor!
Herkesin görüp bildiği de kademe kademe belli yer ve şekillerde kendince bir vücut buluyor.
Çoğu kez, görülen ya da gösterilenlerle, bilinen ve bilinmesi gerekenlerin birbirine karışması ile de herkes, gördüğünü sandığı her şeyi bildiğini de sanıyor.
Vakıf olmakla, malumatfuruşluk ve tam anlamı ile bilmenin birbirine karıştırıldığı yerde, kime ne gösterildiği, kimin ne gördüğü de değil asıl önemlisi.
Her şey o derece ortada ki bunun “bugünün şartları”yla da ilgisi yok; “Eski”den de bu aynen böyle idi.
Geçip giden zamanla, algı araçları değişti sadece, algı yerleştirme yöntemleri ise tıpatıp olmasa da renk, biçim ve dozaj farkıyla eskilerle hemen hemen aynı.
Bugünün avantajı, sadece “bilme yekûnü”nün daha da çoğalıp, akıştaki sürenin kısalması.
Bir de bu çoklukta, çok kirliliğin daha fazla olup, daha hızlıca yayılması.
İletişim araçlarının bu derece bol ve yaygın olması, “bilgiçlik” için bir sebepse, bir sebep de artık her “az”ın çok, her çok olanın da azalmış olması.
Asıl değer ise bilmekten ziyade, biliyor olduğunu öne sürerek, kendini gösterme çabası ile sonuçlanıyor çoklukla.
Bilinen ve sahip olunan, değeri azlığından gelen ne ise çokluğun da bereket olarak nitelenmeyip, çöpe aktarılması, bilginin bereketini de ortadan kaldırıyor.
Aklın ve her ne olursa olsun inancın azalması ya da tamamen yitirilmesi, lafın ve gürültünün çoğalmasını getirmişse, asıl söz de bu çokbilmişlik arasında kendine bir yer bulamıyor.
Herkesin her şeyi bildiği noktada, kimse de kimseye bir şey anlatamıyor.
Anlatma ihtiyacı veya gereği, bilenin bilmeyene bir şey sunmasından ötürü değilse ve herkes de her şeyi zaten biliyorsa o halde, bu ihtiyaç da hayvani bir iştahın giderilme çabasından başka bir şeyden öteye gidemiyor bir noktada.
Zekâ ile akla hükmedilmeye çalışılmasının önüne de geçemiyor akıl.
Aklı bir kenara bırakıp, zekadan medet ummaya çalışmak, hatta onu da yapay olanına kadar sürüklemekle, akıl da iyiden iyiye topluca kaybedilmeye, yok edilmeye doğru sürükleniyor bu “bilgi” çokluğu ve kirliliği arasında.
Zekâ ve akıl deyince, sıfır zekâ ile ömür sürdürüp, iş-güç, hatta konum sahibi olup, çoluk-çocuk büyütenler de var bir de ya; “bilmek” onlar için sadece bir beceri olarak ortaya çıktığından, aklı işe karıştırmadan o kimselerin hayatta kalmaları da mümkün oluyor bu çarpık yapıda.
Bir de genelde herkesin, sadece kendi frekansını esas alıp, durumlara, olay ve gelişmelere empati ile değil de refleksif tepkilerle yaklaşım göstermesi, doğru anlamak ve doğru anlaşılmayı da zor kılıyor.
Bir zorluk da insanın kendini, zihnini, kalbini, yerli yerinde ve asıl ait olması gereken halde tutamaması ile gelen ayar bozukluğu.
Dün de bugün de asıl öneme sahip olan, sözün ve söyleyenin ötelenmeden, kimin neyi nereden bildiği ile değil, kimin neyi neden bilmesi gerektiği nokta olsa gerektir.
Görünenin, görünemeyenden daha önemli olması değil, görünene yüklenen anlam ile asıl anlamın kavranması; herkesin her şeyi bilmesinin önüne geçmek değil, bilmeyenin de bilmediğinin farkettirilmesi ile farkına varmasıdır esas olan.
Kulağa dökülen ve göze sokulanlarla, her duyup gördüğüne bilgi muamelesi yaptıktan sonra, bunu da başkalarına pompalamaya kalkmak, kirliliğe katkı ile gerçeği örtmekten başka bir şeye de yaramıyor.
Kulaktan dolma ve değişik başlıklardan yahut bir-iki görüntüden hareketle her şeyi bilme noktasına gelenin bilemediği ise haddini bilmemekle sonuçlanıyor.
Sonuçta şu zamanda herkesin her şeyi biliyor gibi olması, çoğunu da haddi aşmış bir halde tutuyor.
Her şeyi bilmenin bir adım ilerisi ise kendini, her şeyi yapabilme kudretinde sanmakla sonuçlanıyor ki o boyut ise had bilmemenin de ötesinde “şizoid vaka” ya da ‘şizofreni’ diye tanımlanıyor.
Ahh o riyakar haller-imiz-, çok bilmişliği-miz-in süzgecine sokulabilse de...
Öncesinde tavsiye deminde demleyip...
Sonra kendimize ve birbirimize içirsek herbirimiz şifa niyetine..
.
Yunus Fırat, dikGAZETE.com