"öyle tütüyorsun ki gözümde,
Hamd olsun hasret çekiyorum…”
:
Farklısın!..
Hazreti insan…
Hem de hep çok değerlisin.
Ne yaşadınsa!
Neye karşıysa!
Ne yaşandıysa…
Ve yaşanmışsa…
İçi boş bir dünyanın içinde hepsi de…
Gözle görülüp görülemeyen bir alemin tam ortasında, görüp görülebilen her şey devasa bir yalana teslim.
Yazılmış, çizilmiş, söylenmiş, okunmuş ne varsa…
Her şeyin yalan olduğu ayan-beyan ortada iken, gizli-saklı bir şey olmadığı da besbelliyken, büyük-küçük başka yalanlarla da gerçek olanın çevresi kuşatılıp üstü örtülmeye çalışılırken, insanın nasıl bir hüsrana sürüklendiğinin idrakine varması da korkuları sebebiyle engelleniyor bir bakıma.
Kimi az kimi çok, büyük-küçük saklı gerçekler, bir gün açığa çıkmayı bekleyedursun; olan-biten her şey de herkesin malumu aslında biraz; tek tek de bütüne bakıldığında da bu böyle…
Aynı bütünün parçalarında da görünen hakikatin, yalana teslim edilmesinden daha büyük bir nifak, ilahi kudrete karşı daha büyük bir iftira, insanlığa karşı daha büyük bir ahlaki tahribat var mıdır!
Nazardan saklı olan, bütün için de tek tek de saklı kalsın tamam amma ya biri, ya da bir bütünün sakladığını sandığı gerçeğin, hiç kimse tarafından değil de tek tek birileri ya da tek bir kimse tarafından da farkında olunmadığı sanılırsa o ki vahamettir.
Ve “Bütün sırların yoklanacağı günü hatırla!” gerçeğinin farkında olunsa hep…
Saklanmaya çalışılanın ne olduğunu ilgisi dışında tutanlar bir yana, saklı bütün gerçeklerin ille açığa çıkmasına gerek de olmasa ve mahremiyetin perdesi yerli yerinde dursa hep.
Sırra eren ve kaybedildiği sanılanın, kayıp olarak değil de ait olduğu yere verilen, “iadesi gerçekleşen” olarak değerlendirilmesiyle oturacak yerli yerine her şey.
Her şey, nelere tutunup da nelerden vazgeçilebileceği ile de bağlantılı sonuçta.
Sökülüp alınsa da bile-isteye de olsa, vazgeçebilmekse mesele, vazgeçmenin ağırlığı altında ezilir insan çok kere de.
Kirlenmiş, çatlamış, kırılmış, dökülmüş ne varsa hep, sükuna bırakınca anca durulup durur bak.
Perperişan haldeydi hep insanlık; gene de öyle değil mi!
Fena halde yıpranmışlık hissi, hep bir yandan tutsa da en pörsümüş bedenlerde bile diri kalmanın, diri olmanın, yeniden dirilecek olmanın verdiği tazelik de bir yanda değil mi!..
Ne lisan ne insan bu değildi, bu hal de gelip geçici değil mi!
Gelip geçici olmanın sana-bana, ona-buna-şuna verdiği tat da haz da azap da başka başka.
En zorlu zannettiğin demlerde nerede durur, nereye nasıl bakarsan oradasın; bu hal, sandığın gibi değil.
Allah aşkına; ya bu ne hal!
Sızılı kalbin çarpıntısı da secdesi de aynı ateşin korunda.
Koskoca bir yalan kuyusuna itelendik nasılsa; debelendikçe daha da kalınlaştı kabuğumuz; nasıra kesti derilerimizin üstü; altı-üstü de bir değil hiçbir şeyin…
Geçmişin ve geleceğin sırrına ermek değil; gün ortasında her şey ayan iken yalana değil, hakka tam teslimiyet de mi yetmiyor ne; yalan her yandan dolananda.
Ne de güzel kanarız; yalana teslimiyet, hakikatten daha kolay ya.
"Kimse bilmez ahvalimiz…" der de “Hay caaanım!..” diye de ses verir ya!
Caaanı kim candan ayrı tutarsa, ahvali de bilmez ya…
Kim ise...
Kimse ne ise…
Neyse de…
Sırrın da var elbet bir sırrı.
Kimse de kimseye ne hakla, ne sora-bile-geçe ki saklısını...
Kalpten kalbe giden o yolda bilinen tek gerçek, kalbin sahibinin de bildiği, üstü örtülemez olan hakkın teslimi.
Neye saplanıp kalırsa insan öyle…
Öyle de sürecek değil hep o hal ya.
Çürümüş ve taze cesetler üzerinde dans ediyorlar bak her an...
Travmalar…
Handikaplar...
Şaşkınlıklar, ihanetler…
Endişelerle korkular...
Kırılma, ezilme, eziklikler…
Tükenmişlikle bezginlikler...
Üzüntü, çaresizlik her ne ise…
Daral daral daraldığın, darlandığın o vakitler...
Ve bu hal gün gelip bittiğinde elbet.
Sebepler daha belirginleştiğinde…
Herkesin ne olduğunu anladığında herkes…
Her şeyin ne için, neden olduğu bellendiğinde iyice.
O gün işte…
Kürek kürek atıp yakacak bir taze ateşte herkes, bulup buluşturduğu ele geçen, elde kalan ne varsa...
Allah korkusu değil, dayatılan korkular çevresinde başka başka korkuların pençesine sıkış-tır-ılınca insan, yalanın açığa çıkmasıyla memnun olacağı yerde, intikam hissine kapıldığında bir başka yalana doğru yol alır gider gene o sefer de.
Şişirilen kinle korku salgını bir yanda…
Bir yanda, biriktirilen patlayası bir enerji sıkış-tırıl-ması.
Nihayetinde, umut yarının değil, her anın direnci de…
Sabır da muhakkak...
Ömrünün en verimli dönemlerinde hay-huyla neyin peşinde olduğunu bilerek veya bilmeyerek elde ettikleri ve edinemedikleriyle, bir cenderede takılıp kaldığını sandıktan sonra, her şey sükuna erdiğinde anlayacak insan, neyi kaçırıp kaybettiği ile eline ne geçip neyin elinde kaldığını.
Ve…
Feda edip geçtikleriyle yahut kendini feda ettiği yolda, geri dönüp baktığında insan, pişmanlıklarıyla baş başa kalırsa ne fena; değilse zaten yolun sonunda muradın da hasıl olması ne âlâ.
Hay’dan gelip Hû’ya giden yolsa murat, varışa az kala, geriye ne baka ki o kul.
Ve her şey nihayete erdiğinde, geride kalan, ne o tükenmişlik, bezginlik, şaşkınlık, eziyet, ihanetler ne de başka bilinmezler değil, bir vakit “Hiç” diyebildiği ne varsa o olacak her şey de belki.
Sonuçta, tek âlem içinde, bir tek de olsa bir bütünde de olsa, insanın değeri kendisindedir, asıl değer ise ona bir başkasının biçtiğindedir.
Paha biçilemeyecek olana değer biçme fütursuzluğu var ki bir de o hele bir şöyle dursun.
Ayrı ayrı duruşların battığı, batırdığı yerde olunca insan, küçük küçük ayrıntılar, ayrılıklar ve boş vehimler sonucu da BİR olamayınca, herkes tek tek kendi batağının mahkumu; bütün iri-ufak bütünlerde de umum taifede de hal bu hal.
“Uyan ey âlem-i islam” diyor; uyan Ümmet-i Muhammed uyan!..
Gün gelip çatmada bak!..
Hasretle beklenen, gün be gün yakınlaşan o saat…
Elbet bir vakit, gözlerimizde parıldayacak.
.
Yunus Fırat, dikGAZETE.com