Hak, hakketmek ve haklılık kavramlarının sosyal hayatımızdaki izdüşümlerini zihnimde uzun zamandır tartıyorum.
Hakların belirlenmesi bize sosyal ilişkilerin tahmin edilebilirliğini sağladığı için ilk insanların güvenliği sağlamak, dost ya da düşmanı ayırt etmek için ‘hak’ kavramını ortaya çıkardığını düşünüyoruz.
Peki bugünkü komplike toplumlarda ‘haklılık’ deyince vicdan mı, etik değerler mi, yoksa primitif eğilimler mi bizi o meşru adalet terazisinde haklı çıkarıyor?
Sanki cevap, “hiç biri” ya da bir simya formülü gibi gramı gramına yasalara ve dine uyması, bunun yanında bir de kamu vicdanına tatmin vermesi gerekiyor.
Yasalar ve din dediğimizde elimizde belirli bir şablon varken, kamu vicdanı kısmı, işi metafizik bir mecraya taşıyor.
Vardığım nokta mutlak bir haklılığı sağlamanın pek de mümkün olmadığı.
Hukuk kuralları ve etik kurallarla bir çerçeve getirsek bile hesaba katamayacağımız parametreler yüzünden haklılığı ve haksızlığı mutlak ayırt etme gücü ve yetisine sahip değiliz.
Buna rağmen canımızı yakan bir durum olduğunda genellikle ilk tanımlamamız durumun bir ‘haksızlık’ olduğu.
Beklentilerimizi ve hak edişlerimizi genel bir kabul görmüşlük var olduğunu düşünerek sahipleniyoruz fakat unuttuğumuz ve istisna sayarak küçümsediğimiz o kadar çok değişken var ki!
Belki de o kadar haklı değiliz yani.
Üstelik insanın bu değişkenleri görmezden gelerek kendine yaptığı eziyet de bir tür haksızlık sayılmaz mı!..
Hayatın bu kadar merkezindeki bir kavram olan “hak kavramı”na yeterince önem vermiyor muyuz acaba?
İslami açıdan bakıldığında “hak” öylesi mutlak bir kavram ki hayatın her alanını kapsıyor.
Kuran-ı Kerim'de yaklaşık 247 yerde ‘hak’ kavramı geçiyor.
İslam’da hak kavramı 3 başlıkta inceleniyor.
Allah'ın hakkı, ailemizin ve çevremizin hakkı ve bedenimizin hakkı.
En basitinden ele alırsak bedenimizin hakkını verebiliyor muyuz acaba?
Emrolunduğu üzere bu hakları muhafaza etme görevinin altından nasıl kalkacağız?
Bugünkü hukuk kurallarına dayandığımızda hakkımız ve haksızlığımız meşrulaşır mı?
Hak kavramını reddeden iki teori var.
Birincisi Fransız hukukçu Léon Duguit.
Duguit için hukuk, metafizik kavramların egemenliğinden kurtulamamıştır. Hak da bu nedenle hayali, metafizik bir kavramdır. Gerçekliğe sahip olan yalnızca hukuk kurallarıdır. Bu kurallar da hak yaratmaz, hukuki durumlar yaratır.
Bir diğeri ise, Avusturyalı hukuk teorisyeni Hans Kelsen'e aittir.
Kelsen'e göre hak, hukuk kuralları var olduğu için vardır. Hukuk kuralı hakkı belirtmez, hukuki yükümlülükleri belirtir. Bu nedenle hak hukuktan farklı bir şey değildir; yalnızca hukukun bireyselleştirilmesi ve somutlaşmasıdır.
Hakkın meşrulaşması sorununu bir de şu açıdan ele alalım:
Size yapılan haksızlığa mı yoksa başkasına yapılan haksızlığa mı daha çok sesiniz çıkıyor?
İş yerinizde, aşk hayatınızda ya da ailenizde...
Bir düşünün.
Size yapılan bir haksızlığı duygularınız ve alışkanlıklarınız ya da ihtiyaçlarınız karşılanıyor diye sineye çekiyor musunuz?
Oysa bir sevdiğiniz ya da masum biri haksızlığa uğradığında anında sesinizi yükseltiyorsunuz.
Kolay geliyor "ayrıl o kadından/heriften!” ya da "bas istifayı çık!" demek.
Demek ki hak kavramına baktığımız nokta, haklılığı da değiştiriyor.
Hakkın meşrulaşmasını etkileyen kavramlar arasında masumiyet öne çıkıyor.
Haksızlığa uğrayanın kendini savunma becerisi azaldıkça, haksızlığa karşı duruşumuz güçleniyor.
Bir köpeğe yapılan işkenceyi, bir çocuğa yapılandan daha çok hafızamızda tutuyoruz.
Koruma içgüdüsü devreye girdiği kadar hak savunuculuğu yapıyoruz.
Peki, başka suçları yüzünden masumiyetleri gölgelenmiş insanlar, köpek ve çocuğa yapılan aynı işkenceye uğradıklarında ne oluyor?
“Hakketmişti iyi oldu” mu diyoruz?
Ya masumiyeti malum olmayan bir insan için?
Genç bir kadın tecavüze uğradığında “gecenin o saatinde ne işi vardı dışarıda” diyerek suizanlarda bulunarak infaz ediyoruz.
İnsan hak verirken egosantrik düşüncelerinden tam manasıyla sıyrılamıyor mu acaba!..
Aklımda, hakkın ve haksızlığın meşrulaşması ile ilgili pek çok soru var.
Sadeleştirerek iyi niyet ve kötü niyete uygunluk esasına gelmiş olsam da iyi ve kötü kavramlarının referansının da herkes için aynı olmadığı malum.
Ancak tüm perspektiflerden görebilen Allah’ın mutlak adaletinden söz edebiliyorken adaleti sağlama görevini ancak perspektifleri çoğaltarak ve taklit ederek, deyim yerindeyse “olduğu kadar” sağlayabiliyoruz.
“Hak” konusunun bireye, topluma ve devlete yüklediği bu büyük sorumluluğu yerine getirip getiremediğimizi bir kez daha düşünmeye ne dersiniz!
.
Nickola Berrygele, dikGAZETE.com