Ne iktidardakiler bu ülkenin ancak özgürlükçü bir laiklik anlayışı ile yönetilebileceğini anlamış vaziyette, ne de muhâlefet AK Parti’nin neden iktidara gelmiş ve yirmi bir yıldır iktidar olduğunu anlamış vaziyette. Bu nedenle, didişme bir türlü bitmiyor, o veya bu konu üzerinden tekrarlanıp duruyor.
Önce iktidardan başlayalım; çünkü sonuçta, bu ülkede ne oluyorsa sorumluluk öncelikle bunca zamandır ülkeyi yönetenlerindir.
Dahası, iktidarın elinde hoşuna gitmeyen her şeyi yasaklamak ve herkesi mahkûm etmek gibi bir güç var.
Nitekim, sonuçta İmam Hatiplilere yönelik sıradan bir densizlik nedeni ile, şarkıcı Gülşen tutuklandı.
Anlamak istemedikleri şey, bu ülkenin bu kafa ile yönetilemeyeceği, nitekim en çok da bu nedenle, ‘yönetilememe krizi’ içindeyiz.
AK Parti, laiklik gerekçesi ile özgürlüklerin kısıtlandığı, dolayısı ile demokrasinin askıya alınabildiği bir ortamda, bir itirazın temsiline soyunarak iktidar oldu.
Parti, kendini ‘muhafazakâr demokrat’ olarak tanımladı, mevcut düzeni demokratik özgürlükler açısından değiştirmeyi vadetti.
Bu arada, dindarların, başta başörtüsü yasağına karşı olmak üzere ‘özgürlük’ taleplerinin, aynı zamanda sınıfsal bir zemini olduğunu bilmek gerekiyordu.
Özgürlük talep edenlerin, pek çok durumda, sınıfsal bir horlanmaya itiraz ettiğini anlamak gerekiyordu.
‘İmam Hatipler’ sadece dindarlara mahsus bir tercihe değil, aynı zamanda sınıfsal bir ayrıma işaret ediyordu.
O kadar ki, gücü yeten İslamcılar bile çocuklarını yabancı dille eğitim yapan kolejlere gönderirken, İslamcıdan ziyade sıradan taşralı bir muhafazakâr, fakir ise çocuğunu İmam Hatip’e gönderiyordu.
Unutmayalım, Cumhurbaşkanı Erdoğan da AK Parti seçmenlerinin çoğu da bu ortamda yetişmiş, zihniyeti bu çerçevede oluşmuş insanlardır.
Diğer taraftan, İslamcı veya muhafazakarların da öteden beri, sadece laikliğin bir baskı aracı olarak kullanılmasına itiraz etmediği, kavramın kendisi ile sorunu olduğunu biliyorduk.
Benim ‘laiksizlik özlemi’ dediğim, genel bir hoşnutsuzluğun mahiyeti, hiçbir zaman doğrudan tartışılamadı.
Doğrusu, konunun muğlak kalması, başta İslamcı ve muhafazakârlar olmak üzere, herkesin işine geldi.
Zira, mesela başörtüsü ile kamu hayatına dahil olmak özgürlüğü isteyen kadınların, şer’i hukukla yönetilmek istemeyebileceği netleşirse, bu durumdan İslamcılar da laikler de rahatsız olacaktı.
İslamcılar, Medeni Kanun’un kadınlara tanıdığı özgürlüklerin geniş bir toplumsal kabul görmüş olduğu gerçeğinden rahatsız olacaktı.
Diğer taraftan, başörtülü bir kadının illa ‘şeriatçı’ olmayabileceği fikri, laiklik adına konuşanların düşünce konforunu bozacaktı.
Doğrusu, başörtülü kadınlar adına konuşan başörtülü kadın kanaat önderleri de bu oyunu bozmak için parmaklarını kıpırdatmadılar.
Daha doğrusu, onlar da bir yandan İslami hassasiyetlerden söz ederken, diğer yandan laik bir düzende yaşamanın konforunu itiraf etmek istemediler.
Tabii, işin içinde bir de İslamcı/muhafazakâr bir iktidar yapısı ile ters düşmemek hesabı vardı.
Bakın sonuçta ne oldu; İslamcı/muhafazakâr iktidar, dindarlar adına pek çok özgürlüğü hayata geçirmekle kalmadı, dini bir baskı aracı hâline getirdi.
Başta başörtüsü olmak üzere, bu özgürlükleri talep edenler de, diğerlerinin özgürlüklerini savunmaya girişmediler.
Hâl böyle olunca, İslamcı/muhafazakarların derdinin laikliğin baskı aracı hâline gelmesi değil, laik ilke veya kavramının kendisi olduğu ortaya çıkmış oldu.
Laiklik adına demokrasiden vazgeçilebileceği fikrine karşı çıkanlar, iktidar olduklarında demokrasi adına laiklikten vazgeçilebileceği, hatta vazgeçilmesi gerektiği anlayışını (açıkça dile getirmeseler de) uygulamaya geçirdiler.
İktidar partisi, bu devirde, bu denli farklı inanç, meşrep, hayat tarzı farklılığı olan bir ülkede, ‘toplumsal barış’ın ancak özgürlükleri teminat altına alan laik bir demokrasi anlayışı ile mümkün olduğunu anlamak istemedi.
Diğer taraftan, muhafazakarların çoğunlukta olduğu bir ülkede, özgürlükçü demokrasiden ziyade ‘çoğunlukçu’luk işlerine de geldi.
Son olarak, zamanında laiklik adına, özgürlük taleplerine karşı çıkanlar, ancak bükemedikleri eli öpmeye başladıktan sonra, mesela başörtüsü yasakları kalktıktan sonra özgürlükçü kesildiği için, iktidar partisi sürekli bu ‘zoraki uzlaşmacı’lığa gönderme yapabiliyor.
Toplumsal kutuplaşma ve gerilim pahasına, didişme üzerinden siyaset üretiyor, muhalefet ne söylerse söylesin, ‘samimiyetsiz’ olduğu propagandasını sorunsuzca devam ettirebiliyor.
“Gülşen’in İmam Hatiplilere ilişkin ‘şaka’sı Robert Kolejlilere karşı yapılmış olsaydı, tutuklanır mıydı?” diyenler tabii ki haklı, ama ne Gülşen’in ne de başkasının Robert Kolejlilere, Galatasaray Liselilere ilişkin algısının bu olmadığını biliyoruz.
Maalesef, dünyanın her yerinde ‘seçkinler’, aynı zamanda ‘saygındır’. Nitekim, artık İslamcı/muhafazakâr çevre de, ‘seçkinleşme’ sürecinde, yoksul ve orta sınıf çocukları gerekirse zorla İmam Hatiplere gönderirken, kendi çocuklarını yurt dışında okumaya gönderiyor.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com
halit 2 yıl önce