Emeksiz “Özgürlüğün”, “Saltanatı” da böyle çıkar!
“İnsanlık, ölülerini gömmeye başladıkları gün medenileşmiştir…” diye bir söz duymuştum. Başlarda garip gelmişti ancak üzerinde biraz düşününce hak verdim. Bizi, diğer canlı türlerinden ayıran ilk ve yegâne parametre buydu.
Ölülerimizi ortada bırakmayıp, gömmeye başladık ve çeşitli ritüeller oluşturduk. Belki ilk çağlarda başladı bu alışkanlık; bunu bilemem ama o günden bugüne çok şey değişti.
Mağarada yaşarken, avcı ve toplayıcıyken, üretmeyi öğrendik. Gıdaları yerden değil topraktan kendi emeğimizle alır olduk.
Mağaradan çıktık. Kabileler kurduk. O kabilelerde sosyal ve beşeri kurallar oluştu. En işe yaramayan kendini “Tanrılarla konuşan ve onlardan mesajlar aldığını” iddia eden ilan etti.
Çaresi yoktu!..
Ne avlanabiliyor ne toplayabiliyor ne de üretebiliyordu? Ve ne yazık ki onun da karnı acıkıyordu. Birkaç ateş dansı, muhtelif tesadüflerle yağmur, çamur derken ruhban bir makam oluşturduk.
Bu ruhban makamlar bir süre sonra kendilerine en çok rüşvet vereni, toprak sahibi olarak belirlemeye başladı. Ve bu toprak, babadan oğula geçiyordu. Alt sınıf toprağı işliyor, üretiyor, emek veriyor üst ve ruhban sınıf ise besleniyordu. Feodalite böylelikle oluştu.
Yüzyıllar geçtikçe feodalite şişti. Sancılandı. Acıları, her sınıfa ulaşmaya başladı. ‘Orta sınıf’ diye bir bilinç daha oluştu. Üreten, imal eden ve direk satan… Ancak bunlarda dolaylı olarak üst sınıfa çalışıyordu ve gelirin adına da “vergi” deniliyordu.
Ve gün geldiğinde bu feodalite, kanlı bir doğum ile kapitalizmi dünyaya getirdi.
Kapitalizm ile birlikte “milliyetçi ve liberal” görüşler de filizlendi. Üretim, endüstriyel boyuta ulaştı. Buhar enerjisi kinetik enerjiye döndü. Sanayi gelişti. Ürün ve ‘mta’ yerden fışkırırcasına yükseliyordu.
Ancak bir sorun daha ortaya çıktı…
Bu sefer de üretim araçlarını ve hammaddeyi tutan sınıf daha da zenginleşirken bu mamuller için emek harcayan sınıf daha da perişan; açlık ve yokluğa kurban oluyordu.
Birileri çıktı ve “Üreten bizsek tüketen niye biz olmayalım?” dedi. “Artık değer”den bahsetti. İşçi ve emekçi hakları… Sendikalar… Yaşam koşullarının iyileşmesi derken “özgürlük” filizlendi.
Herkesin bir oy hakkı olduğu (herkesten kastım henüz erkekler) ve o oyları ile “kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hürriyeti” diye bir fikir çıktı.
Ne oldu?
Çoğulcu demokrasiler ve parlamento sistemleri kuruldu. Artık insanlar oy veriyor, birilerini seçiyor ve o birileri, onlar adına kararlar alıp, uygulamaya koyuyordu.
Ve inanın bana, bu süreçlerin hepsi son derece acı dolu oldu. Kan her yerde akıyordu… Tarlalarda, fabrikalarda, sokaklarda hatta saraylarda bile…
İnsanlık, bu süreçleri özellikle bu acılı-sancılı evreleri asla unutmadı. Hepsinde ter-gözyaşı ve kan vardı.
Nasıl unutabilirdi ki?
Tüm dünyada bunlar olurken, insanlık, bu evreleri geçirirken benim kavruk Anadolu topraklarımda ise dillerde tek bir şey vardı; “Padişahım çok yaşa…”
Ve birileri, bazılarının “iki sarhoş” dediği ama şimdilerde değerleri ve kıymetleri daha çok anlaşılmış o birileri çıktı ve tüm bu evreyi, tüm bu acıları, tüm bu kanlı-sancılı zamanları bu topraklarda yaşayan insanlar yaşamasın diye “monarşi”yi kaldırdı ve yerine “cumhuriyet” getirdi. Bizleri geriye götüren ne kadar çağ dışı uygulama varsa hepsinin yerine modern, çağdaş ve hayatı kolaylaştıran sistemler getirdi.
Bir anda silkelenip kendimize gelmiştik. İğne dahi üretemezken, uçak yapıp satmaya başladık. Her yerde fabrikalar, atölyeler, imalathaneler oldu. Ekonomi bütçe fazlası veriyordu ve bu da eğitime, sağlığa, ulaşıma harcanıyordu.
O sarhoş olduğu iddia edilen insanlar, bizlerin yerine avlanmış, hazırlamış, pişirmiş hatta lokmayı bile çiğnemiş ve yiyip, sindirmemiz için tabağımıza koymuştu.
Allah var ya, hiç emek çekmedik bunun için. Kan akıtmadık, acılarla yüzleşmedik. (Bakın efendiler, Kurtuluş Savaşında çekilen acılar “Cumhuriyet ve Demokrasi” için değildi, burayı karıştırmayın, o cefalar “düşmanı yurttan atmak içindi!..” Demek istediğim biz, ulus olarak demokrasiyi kazanmak için çile çekmedik. Oy kullanma hakkı için isyan etmedik. Kavga vermedik. Ezilmedik. Biz hep “Padişahım çok yaşa” dedik.) Yani lokma sindirime hazır halde tabağımıza koyuldu ve adına da; “Cumhuriyet – Demokrasi – Parlamenter Sistem” denildi.
Yedik, sindirdik. Bir güzel de çıkarttık. Ancak emeksiz ekmeğin acı acı çıkartması olurmuş bunu hiç düşünemedik…
İşte bugün gördüklerimiz bu “acı acı çıkartma”dır. Rönesans ve reform hareketleri, Milliyetçilik akımları, 1789 Devrimi, Sanayi Devrimi, proletarya başkaldırısı? Bunların hangisini yaşadık biz?
Dünya bunlarla çalkalanırken biz hayvanın en atıl yerlerinden çorba yapıyorduk kazanlarda.
Neden?
O da açlıktan, o da yokluktan…
Yoksa hangi akıllı insan hayvanın bağırsağını, kafasını, dilini, böbreğini yer! Budu, sırtı, inciği dururken… Ancak bunu düşünüp, “Yeter!” diyemiyorduk çünkü genlerimizde “biat kültürü” vardı. Ve diyorduk ki; “Len şu ağa, şu ağa var ya hah işte o… Şu işkembe çorbasının tadını bilse vallahi yemez o kuzu budunu…”
Ve bunu marifet sanıyorduk.
Neden?
Olur mu ya? Ağaya-Padişaha baş kalkar mı? Günah bir kere en başında…
Geçtiğimiz günlerde sürgün edilmiş, geçerliliği tamamen ortadan kalkmış ve komik bir hal almış saltanat artıklarından birileri evlenmiş. Kimse kim? Zerre umurumda değil doğrusu… Ancak evlenip, gerdeğe girip de muradına erenlerden daha mutlu olan insanlar vardı. “Hilafet – Saltanat” geliyor diye naralar attılar.
Ne alakaysa demeyin; ‘Mendeburluk’, hiçbir fırsatı kaçırmamayı emreder.
Normaldir. Kızmayın efendiler. O primat türleri, “demokrasi – çoğulcu sistem – parlamenter yönetim şekli” gibi modern sistemleri sindirememiş olan canlılardır.
Bakın “canlılardır” diyorum, “primat türleri” diyorum. Çünkü onlar gibi olan birçok yaşam formu var bu gezegende. Virüsler gibi… Parazit ve bakteriler gibi…
Ancak biraz düşünseler dünyanın acılar içinde var ettiği, oluşturduğu bu sistemleri biz bedavaya getirdik…
Gelgelim sorun da buydu aslında…
Bu ulus, özgürlük ve demokrasi için, oy hakkı için, eşitlik için acı çekseydi, kan akıtsaydı, mezarları dolup taşsaydı diyebilir miydi bu adamlar “Saltanat isteriz” diye…
Gidin şimdi Paris’te yürüyüş yapın bakalım; “Monarşi isteriz! Hepimiz Marie Antoinette’nin torunuyuz!” diye.
De hele de gör bakalım ne yapıyorlar seni?
Adamlar hırıl hırıl giyotinlerde can verdiler, bugün yaşadıkları sisteme kavuşmak için…
Yedirirler mi?
Ama burada derler, deriz. Ve gülüp geçeriz. “Deli lan bunlar” deriz. Bizler deriz bunu. Onlar demez. Onlar çünkü zır deli. Ve bir deli, deli olduğunu anladığı gün akıllanmış demektir.
Şunu kabul edelim; hiçbirimiz bugün yaşadığımız bu “özgürlük ve demokrasi” ortamı için acı çekmedik. Bu delilerin kanlarının bitlenmesindeki sebep de bu zaten! Biri şişi yeseydi, kellesi düşseydi kovaya… Bak o zaman nasıl sarılırdı?
Ha çoğunluk ister ve isterse ki; saltanat gelsin… Buyurun getirin, sandık da orada, seçim de orada.
Ama kimse kusura bakmasın!..
Çünkü o vakit geldiğinde, Rize’nin köyünden, Konya’nın mezrasından, Manisa’nın kazasından çıkmış biri “Sultan – Padişah” O-LA-MAZ!
Neden?
Hanedanlık orada! Onların hakkıdır! Haksız mıyım? Herkes hemfikirdir bu konuda sanırım benimle! Bak duruyor orada hala daha fesle damatlık giyiyor. Hepiniz koşuyorsunuz ya arkalarından “şehzadem” diye…
İşte onlardan biri, artık hangisi olursa, hangisinde karar kılırlar ya da hangisinin kellesi omuzunda kalır, hangisi kazığa oturtulmazsa onlardan biri gelir tahtına oturur.
Yok öyle “Uzun Adamların, Tombalak Tosunların ya da Kara Yağız Efelerin” gelip payitahta geçme gibi şansı.
Ve o vakit ne Reyi(z)iniz kalır, ne Cumhur’unuz, ne de Başkomutanınız… Salça satan, kavanozda saray havasını kanalarda iteleyen adamlar gelip sizi yönetir. Sizde “Padişahım çok yaşa” diye yırtarsınız artık bir yerlerinizi can hıraş…
Olacak olan da budur, kimse kusura bakmasın! ‘Photoshop’la fes giydirerek kimseyi ‘Padişah’ ilan edemezsiniz! Hele hele hanedandan olmayanı? Asla! Aman diyeyim!
Yani efendiler emeksiz “özgürlüğün – demokrasinin” işte böyle “saltanatı” çıkar.
.
Serkan Yıldız, dikGAZETE.com
K.a. 9 ay önce
HALUK 9 ay önce