Duygu Politikaları Aracılığıyla Yeniden Yapılandırılan Sessiz Toplum
İlk ABD’li bilgisayar korsanlarından en meşhuru olan Kevin Mitnick adına 2000 yılında gösterime giren bir film yapıldı. Filmde bütün bir sistemi ele geçiren bir virüsten bahsediliyordu. Bu virüsün adı “contempt” yani “aşağılama”ydı!
Aslında film, kapitalist yükseliş modeline ve sisteme dair de önemli ipuçları veriyordu.
Bir metanın değişim ve kullanım değerinden çok, bazen arka planında taşıdığı anlamlar ve yaşama tarzı da talep edilmesine neden olur. Bu psikolojik etkiyle “sempati” ve ayrıştırıcı bir eylem olarak “değersizleştirme” de sistemin, tüketicinin karar verme mekanizmaları üzerinde belirleyicidir.
İnsan neredeyse ikna olmak için yaratılmıştır.
Analitik düzlemde iyi, kötü, güzel ve çirkin noktaları arasında mantıksal, ahlaki ve estetik bir denge kurmakta zorlanan insanlar arasında değer ve değersizlik yargıları bir virüs gibi yayılır. Ve bu yargılar, onların düşünce uzayında hareket ederken yönlerini bulmasını sağlayan dogmalara bile dönüşebilir.
Kant’tan yola çıkarsak, “akıl ve deney” ile bilginin kaynağına inen, okumaya, araştırmaya ve düşünmeye vakit ayırarak bir bilgiyi eleştirerek ancak kabul eden veya reddeden insan sayısı artık çok az.
Bu kadar teknolojik ve hızlı bir hayat düzeni içinde insanlar ne kadar temelsiz beğenilerin peşinden gidiyorsa o kadar da aşağılama mekanizmasına ihtiyaç duyabiliyorlar. Çünkü bu kadar çok uyarandan kurtulmaya, onlarla bir çarpışmaya girerek itibarsızlaştırma, aşağılama ve kendinden “ayrıştırma” ile çözüm bulunuyor.
Bazen de sinsi bir bakış ile bir yükselişe de hizmet edebiliyor bu dil.
Freud’un “yansıtma” (projection) dediği hezeyanda, insanlar bazen kendilerindeki kabul etmek istemedikleri özellikleri başkalarına yansıtarak tepki gösterirler. Fakat sosyal medya aracılığıyla yayılan bu sempatiler birileri hakkında, sorgulama yetisini yitirmiş insanlarca sabit fikirler haline gelebiliyor.
Dikkat etmek gerek ki bu bize “Eleştirel Teori”nin açtığı bir aydınlanma yolunu değil, tam olarak sınıflı toplumlardaki ezen-ezilen ilişkisini hatırlatır.
Tıpkı İzmir’de trenle seyahat ederken kitap okuyan gencin (Ali Uçar) fotoğrafını “izinsiz” çekerek, ayağındaki terliklerle ve kitap okuması ile “sinsi” bir dil ile dalga geçen kişinin yaptığı gibi dedikodu kültüründen de beslenen bir itibar suikastını hatırlattığı gibi.
Bu güçlü olanın tepeden bakışına da çok benzer.
Tıpkı John Berger’in Hans Holbein’in “The Ambassadors” tablosu üzerine yaptığı analizdeki gibi kapitalizmin öğrettiği bir tavır bu.
Eleştirmen Ali Şimşek’in mizah dergileri, beyaz yakalılar ve yeni kentli orta sınıf üzerine yaptığı başarılı tespitlerinden de tanıdığımız bir dil bu.
Hayatın hemen hemen her alanında birçok kişi için gerek bir yükseliş modeli, gerekse bir savunma, gerekse bir yansıtma mekanizması haline gelen ve birçoğu bir hezeyan olan bu aşağılamanın duygusuzluğu üzerine çok şey söylenebilir, söylemek de gerekli.
Çünkü bu kötücül ve teşkilatlı tavır karşısında doğruluk her zaman tek başınadır.
İnsanı kimi zaman yaşamaktan soğutan ve hayattan lezzet almasını engelleyen, ruhu kemiren ve ruhsal sıkıntılara neden olan bir yapısı vardır bu mecraların.
Tıpkı bir yılan zehri gibi bedene yavaş yavaş yayılır ve hassas, dayanıksız insanlar için bazı geceleri kâbusa çevirir.
İnsanların kusurları ya da kusur bile sayılamayacak fiziksel özellikleri ile alay eden “snob” (züppe) dili de üretilen imajlarla birlikte buna ekleyelim.
Bu kadar rasyonel ve acımasız bakış açısının kendine alan bulabildiği mecralara şüphe ile bakmak ve bu insanların yükseliş hayallerine malzeme olmamak, hatta izin vermemek toplumsal bir ödev olmalıdır.
Anadolu’nun eski hoşgörü gibi değerleri olmadan Batılılaşmak hiçbirimize iyi gelmeyecek çünkü.
Algı Operasyonları Yönetimi ve İdare-i Maslahat…
Devam etmek gerekirse; tüm bunlara ek olarak güzel manzaralı bir evde oturmak da çoğu insan için bir hayaldir. Fakat bu hayal gerçekleştikten sonra o evin manzarası insanda kartpostal etkisi yaratır ve çekiciliğini, ilginçliğini, albenisini kaybeder.
Bu da eşya ve insan arasındaki doğal bir süreç.
Ulaşılan hedefler, hedef olma özelliğini kaybedip insan için heyecanını yitirir. Çünkü Lacan’ın terminolojisinde “Arzu nesnesi”, asla elde edilemeyen yüceltmiş hedefler ve insandaki eksiklik duygusunun sürekliliği anlamına gelir.
Dolayısıyla insanın doyumsuzluğunun temel sebeplerinden biri de sürekli yeni arzu nesnelerinin üretilerek yüceltilmesidir.
Ve bu isteklerin tatmini, her zaman bir ihtiyaca yönelik olmak zorunda değil, ama yaratılmış ihtiyaca yöneliktir dersek daha doğru olur.
Buradan yola çıkarak söyleyebiliriz ki bir insanda olmayan ihtiyaca yönelik istek yaratmak da artık o kadar zor değil.
Anahtar kelime: Ayartma!
Ve bunun en çok uygulandığı alan ise reklam ve pazarlama sektörü.
Örneğin, zeminde duran bir kediye yukarıdan sarkıtılan ip, kedideki bir arzuyu uyandırır, oraya ulaşma isteğini ortaya çıkarır. Yani hiç hesapta olmayan bu ip, kediyi ayartır.
“Lazer pointer”ın da kediyi çıldırtmasının sebebi, lazer işaretinin sürekli yer değiştirmesidir. Yani hedefin sürekli yer değiştirerek arzuyu canlı tutması ve hedefi ulaşılmaz kılması!
Kadın, erkek ilişkileri de bu durumdan farksız değil.
İlişkilerde çok sık telaffuz edilen “heyecanını yitirdi” söylemi, aslında keşfedilecek ve ulaşılacak yeni bir şeyin olmadığı anlamına gelir.
Tatmin olmuş arzu sönümlenir.
İpi yakalayan kedi, bir süre sonra sıkılır ve ipi bırakır. Fakat sürekli aşağıya indirilip yukarı çekilen ve kedinin asla ulaşmamasını sağlayacak bir ip sarkacı, kedi çaresizlikten yorulana kadar onun bu arzusunu canlı tutacaktır.
Genelde kadınların erkeklerde aradığı ham “vital enerji” ve hareketlilik, erkeklerin tam da onlardaki merakı ne kadar körükleyip ulaşma arzusunu ne kadar ortaya çıkardığı ile alakalı.
Çok karmaşıkmış gibi gelen bazı şeylerin çok basit açıklamaları var; örneğin herkes elde etmek ister. Ama bu genelde ulaşabileceği bir şey değil!
Yeni tanıştığı biriyle gerçekten yakın bir ilişki kurmak isteyen birinin yapabileceği en basit yöntem de bu değil mi; onu kendinden uzaklaştırmak!
Ne kadar üstün özelliklere sahip olursanız olun hiç fark etmez. Karşınızdakinin merakını körükleyememişseniz kendinizi fark edilmemiş, sıradan ve basit hissedersiniz.
Kendini bir arzu nesnesi haline getiren insan kadar, bir arzu nesnesinin peşinden koşan insan da doğuştan gelen eksiklik duygusunun bir sonucudur.
Bu noktada Schopenhauer’un erkeğe atfettiği “ilgi çekici güç” kısa vadede, Lacan’ın “arzu nesnesi” kavramı karşısında biraz çaresiz kalıyor.
Dolayısıyla herkes zirvedekine yenilir.
Bu yüzden, kısa vadeli küçük hesaplar, insanlarda doldur-boşalt bir tatmin sağladıktan sonra çekiciliğini yitirir.
Yorucu olur.
Bunun yerine uzun vadeli, emek verilecek ve yoğunlaşılacak bir ilişki de karşılıklı ilgi, sevgiyi sürekli besleyecek bir katalizör etkisi yapar.
Ortaya çıkan sinerji, iki insanın sevgi rezervuarı olarak ne kadar beslenirse o kadar uzun ömürlü ve doyurucu bir hale gelir.
“Aptal Puma Sendromu” da denilen, küçük hedefler peşinde insanın enerjisini tüketmesi olayını bu duruma uyarlarsak esas hedef, kalıcı ilişkileri beslemek olmalıdır.
Belki, ancak bu şekilde daha az mutsuz olunabilir. Bu da bir tercih.
.
Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com