“Ramazan ve dua ufku” başlığı altındaki yazısında, Prof. Faruk Beşer, “Dua”nın “ne demek” olduğuna işaret ederken öyle bir “özet” sundu ki bu kısa ve özlü “Hatırlatmalar”a bakıp da, herhangi bir emek ve telaş gerektirmeyen böylesine bir “ibadet”e karşı şuurunda olan-olmayan herkesin daha bir ihtimamla yaklaşması, bilincine tam vakıf olmayanların da şu söylenenlere bakıp “dua”yı ve "Duanın Ruhu"nu biraz daha dikkatle kavraması gerek…
/.../
Bilindiği gibi Allah (cc), Bakara Suresi’nde orucun farz kılındığını ve Ramazan Ayı’nın önemini, Kur’an-ı Kerim’in onda indirilmiş olmasından aldığını beyan ettikten sonra şöyle buyurur:
“Kullarım sana beni sorarlarsa, ben çok yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar da benim çağrıma cevap versinler ve bana inansınlar ki, doğru yolda olabilsinler” (Bakara 2/186).
Hatta bendeniz hep şöyle düşünürüm; Ramazan’ın her gecesinde ve özellikle de son on günü gecelerinde ihlasla ve bilinçle tekrarlanan bir duanın reddedilmesi düşünülemez. Yeter ki, hayırlı bir şey istenmiş olsun. Çünkü böyle bir duanın Kadir Gecesi’ne denk gelme ihtimali yüzde yüze yakındır.
Bu ayette Allah (cc), dua edenin duasına mutlaka icabet edeceğini söylüyor. İcabet etme, cevap verme, gereğini yapma demektir. Yani icabet, dua edenin istediği şeyin her zaman tam istediği gibi verilmesi anlamına gelmez. Ama duaya mutlaka bir cevap verileceğini, takdim edilen bir dilekçe gibi işleme konup gereğinin kesin yapılacağını anlatır.
Allah duada istenen şeyi ya olduğu gibi kabul edip verir, ya onunla dua edenin bir günahını siler, ya da ona bir derece verir. Bunların her biri duaya icabet sayılır.
Çünkü dua edenin Allah'tan istediği şey bazen onun hayrına olmayabilir. Zararına olacak bir şey için Allah, madem sen istedin al sana, deyip onu kötü duruma itmez.
Ayrıca Allah'ın 'yakın' olması sebebiyle dua edenin duada sesini yükseltmesi Allah'a karşı sui-edep sayılmıştır.
Secili, kafiyeli, tumturaklı ifadelerle dua etme samimiyete ve ihlasa aykırıdır. Mümin inandığı ve içinden geldiği gibi dua eder.
“Gözlerimiz yaşlı, boynumuz bükük, kalbimiz kırık huzuruna geldik, sana ellerimizi açtık…” gibi yalan ve çocuk kandırırcasına dualar, mürailikten ve insanın kendini aldatmasından başka bir şey sayılmaz.
Sahabi diyor ki:
“Sakin olun, çünkü siz sağır ya da uzakta olan birisine seslenmiyorsunuz, yakın ve sizinle beraber olan ve her şeyi duyan birisinden istiyorsunuz. Sizin dua ettiğiniz zat size bineğinizin boynundan daha yakındır” (Buhari, Müslim).
Dua kulun Rabbiyle iletişimidir, karşılıklı konuşmalarıdır, O'nu unutmadığının, saydığının göstergesidir.
Kul rabbini unutmadığı sürece rabbi de onu unutmaz. O'nun unutması, kişiyi nefsiyle baş başa bırakmasıdır. Bu yönüyle dua aynı zamanda zikirdir. Allah kendisinin çokça zikredilmesini ister.
Zikir kalbin hatırlaması ve gerekiyorsa dilin bunu ikrar etmesidir.
Âdem, unuttu ve hata yaptı.
Hatta 'insan' kelimesinin unutma anlamındaki 'nisyan'dan geldiği söylenir.
Dua eden gerçekten Allah'ı düşünerek, ne dediğinin farkında olarak dua ediyorsa o anda Allah'ı kalpten ve çok yakından duyuyor, hissediyor ve O'nu zikrediyor demektir. Bu sebeple 'dua ibadetin beynidir, özüdür' buyrulmuştur. Yani dua safi ve süzme bir ibadettir.
Resulüllah'ın bir mecliste Allah'tan yetmiş defa, yüz defa, bin defa mağfiret istediği olurdu. Bu da Allah'ı çokça zikretmenin güzel bir örneğidir.
Dua kulun kendi haddini bilip Allah'a iltica etmesidir. Dolayısıyla Allah'ın yüceliğini, O'nun her şeye kadir olduğunu, kendisinin ise O'nun desteği olmadan hiçbir şey yapamayacağını, aciz ve güçsüz olduğunu itiraf etmesidir. Zaten Allah (cc), 'ben cinni de insi de sadece bana ibadet etsinler, beni tanısınlar diye yarattım' buyurur.
Dua sadece zikir değildir, aynı zamanda fikirdir ve şükürdür. Çünkü dua ile kul, Allah'ı tefekkür etmiş, nimetlerin O'ndan olduğunu itiraf ederek O'na şükretmiş olur.
Fikretmek, yani tefekkür edip düşünmek ve şükretmek de birer ibadettir. Çünkü bunların her biri Kur’an-ı Kerim’de kuldan defalarca istenmiştir.
Nice beş vakit namazını kılıp orucunu tutanlar vardır ki, dua etmeye erinirler, dua etmek içlerinden gelmez. Bu durum bile ibadetlerin bilinçsiz ve ruhsuz yapıldığının belirtisidir.
-Bazı yerlerdeki siyahlaştırma ile yapılan vurgulamalar, gözden kaçmış ihtimali olduğu değerlendirilerek “bir-iki tashih” ve ARA BAŞLIKLAR ile yazının rahatlatılması için bazı paragraf açmalar bize aittir-
dikGAZETE.com
:
Şu yukarıdaki yazının ardından, Faruk Beşer Hoca’nın devam niteliğinde, 26 Haziran tarihinde yazdığı yazıyı da bütünlük sağlaması açısından hemen alta -ve gene bazı yerleri siyahlaştırarak- aynen alıyoruz:
DUA SİLAHTIR, TALİMDİR
/.../
“Dua müminin silahıdır, ibadetin temel direğidir, göklerin ve yerin nurudur”.
Duanın silah olması iki anlama gelebilir. Birincisi, dua sayesinde mümin şeytan ve nefis düşmanlarına karşı Allah'tan destek alır ve Allah'ın desteğini alınca artık mağlup olmaz. İkincisi, dua ile kul Allah'ı hatırlar, O'na bağlanır, sırtını adeta Allah'a dayadığı için kendini güçlü hisseder. Tıpkı korkulan bir mekânda insanın silahından güç aldığı gibi.
Dua ibadetin özüdür demiştik. Çünkü dua olmadıktan sonra ibadetler günlük birer görev gibi görülür ve kulun Allah'la iletişimini sağlamayabilir. Böyle olunca kulda, "sen benim ibadet etmemi istedin, ben de yaptım, benim işim tamam" gibi bir minnetsizlik duygusu oluşabilir. Allah'a yakarmadıkça kul O'nun yüceliğini, her şeyin maliki olduğunu, O istemedikçe hiçbir şeye sahip olamayacağını kavrayamaz. İşte bu sebeple dua aynı zamanda tefekkürdür.
Böyle olduğu için Allah; “De ki, sizin duanız olmasa rabbim size hiçbir değer vermez” buyurmuştur. Yani önemli olan, kulun ibadetlerine güvenmemesi, Allah'tan her vesile ile istemesidir.
Kur'an-ı Kerim'de yüzlerce dua ayeti vardır. Demek ki, Allah bizim dua etmemize bu kadar önem veriyor. Dua etmemizin istenmesi aynı zamanda cebri bir kader anlayışının yanlış olduğunu da gösterir. Eğer her şey yazıldığı için öyle olmak zorunda olsaydı o zaman dua etmenin bir anlamı kalmazdı. Çünkü ne yazılmışsa o olmak zorundaydı. Bununla birlikte dua kaderin mahv ve ispat dairesine de işaret eder. Yani kulun külli iradesine bağlı olarak potansiyel ve muhtemel geniş bir hareket alanı vardır. Kul cüzi iradesini bir noktaya yöneltip dua ederse o muhtemel sonuçlardan birini seçip istemiş olur ve istediği sabitlenir, diğer ihtimaller ise silinir, mahvedilir.
İnsanın ilmi arttıkça duası artmıyorsa, kibri ve gururu artar.Bunun için “ancak âlimler Allah'tan hakkıyla korkar” buyurulmuştur.
İnsanı en çok kibre sevk eden varlık ilimdir. Bu sebeple Allah ilimde son noktaya ulaşmış, rusûh bulmuş âlimlerin teslimiyet ahlakından söz ettikten sonra, “onlar, aman rabbimiz; bize hidayet verdikten sonra sakın kalbimizi kaydırma diye dua ederler” buyurur.
Yani ilmin bereketi ve kalbin hidayet üzre sebatı da dua iledir. Bu yönüyle ilim en büyük imtihan konusudur; bakalım insan öğrendikçe ben bilirim kibrine mi kapılacak, yoksa Allah bildirmeden hiçbir şey bilemeyeceğini anlayıp elini acz ile O'na mı uzatacak.
Dua insanı kibirden ve ceberut olmaktan kurtarır. Çünkü kul pek çok iyi amel, ibadet, ilim ve hayır yapıyor olsa bile kendini büyük görebilir, her şeyi kendisinin yapabileceği duygusuna kapılır, hep ben der ve Allah'ın gücünün her şeyin üstünde olduğunu hissedemez olur.
Dünya ölçülerine göre bazı başarılar elde ettikçe bunu kendinden bilir, çok büyük bir şey sanır ve her gücün ardındaki gücü fark edemez. Böylece hem ilahlaşır, hem de o güçten nasip almaktan mahrum kalır. İlahlaşır çünkü kendini en büyük görür bütün imdadını kendinden ister başkasına muhtaç olduğunu düşünemez. Manevi destekten mahrum kalır, çünkü o destek duaya, istemeye ve insanın kendi aczini itirafına bağlıdır. Bu olmayınca o da olmaz.
Dolayısıyla dua kul için aynı zamanda her gücün üstünde bir gücün olduğunu, kendi gücünün onun yanında hesaba katılmayacak kadar küçük kaldığını bilmesi ve ondan imdat dilemesidir.
Dua ayrıca bir talimdir, neyin iyi neyin kötü olduğunu, neler için çalışmamız gerektiğini bize öğretir.
Mesela hadisi şeriflerde yer aldığı gibi Resulüllah bize, “Allah'ım; cimrilikten, korkaklıktan, yaşlılıktan, tembellikten, rezil bir ömür yaşamaktan, borçtan, hastalıktan, insanların kahrına uğramaktan, fitnenin açığından gizlisinden, günaha düşmekten, zenginliğin de fakirliğin de şerlerinden, faydasız/amelsiz ilimden, doyma bilmeyen nefisten, ürpermeyen kalpten, küfürden, fakirlikten, nifaktan, kabul olmayan duadan… sana sığınırım” diye dua etmemizi öğretiyorsa biz bunların her birerlerinin hem kötü bir şey olduğunu, hem de bunlardan kurtulmanın yollarını aramamız gerektiğini öğrenmiş oluruz.
Önce maddi ve fiili duamızı yapar bunların olmaması için çalışırız, bununla birlikte kendi yaptıklarımızla yetinmeyip Allah'ın da bize destek olmasını isteriz. Böylece maddi ve manevi bütün sebeplere sarılmış oluruz.
Aksine Resulüllah (sa) bize; 'Allah'ım, senden sabrı cemil, doğru sözlü olma, güçlü bir iman, dünyanın da ahiretinde hayrını, sağlık ve afiyet, hayatımda yeterlilik, temiz bir nesil, zürriyetim için iman İslam ve dosdoğru namaz, azdırmayan bir zenginlik… istiyorum” diye dua etmemizi öğretiyorsa, bunların ve benzerlerinin de iyi şeyler olduğunu, gerçekleşmeleri için üzerimize düşeni yapmamız gerektiğini anlarız.