Göksel cisimlerin kutsallığı Antik Yunan’dan geliyordu ve tek Tanrılı dinlerle birlikte bu cisimler, evrenin merkezine konacaktı.
Orta Çağ’ın en büyük siyasi gücü olan Kilise, Evren’in merkezinde olduğu Dünya modelini geliştirerek, onu “insanın günah ve şer yuvası evi” olduğunu kabul edecekti ve Âdem ile Havva’nın dokunmaması gereken bilgi ağacının meyvesini yemesinin, tüm insanlığın sırtında kurtulamayacağı en ağır yük olduğunu savunacaktı.
O halde özünde “doğuştan günahkâr” olan insan, arındırıcı, esirgeyen ve kurtarıcı olarak Kilise’ye bedeniyle muhtaç kılınacaktı, bağlantı kuruldu, plan başarıyla sonuçlanıyordu.
İnsan bedeni ile yetinmediler, ruhunu da Kiliseye cennet vaadi karşılığında ipotek ettirdiler; zavallı, ne bedenen ne ruhen kurtuluş yolunu bulamıyordu; çok acı, o, kısa hayatını kendi bedeninde mahpus geçiren bir hükümlü idi.
Kilise, kendi siyasal düzeni içinde araç olarak kullanmak için hiçbir şeyden çekinmiyordu.
Din ise en büyük silahtı.
İnsanı, Tanrı’ya karşı tanımlayarak direncini kırıyor, Kilise ileri gelenlerine Kul haline getiriyordu.
İnsanı, Tanrı ile kırdılar!
Tanrı sonsuzdu insan ise sonlu, Tanrı kusursuzdu insan ise iğreti, Tanrı ‘Kadiri Mutlak’ insan ise fani, Tanrı kutsaldı insan ise günahkardı…
Kilise, ideolojisini enjekte ediyor, insanın ruhsal ve ahlaki yularını elinde tutuyordu.
Nefes alacak alan kalmamıştır.
Orta Çağ’da ahlak var mı?
Ruhen ve bedenen tutsak insanın ahlakından söz edilebilir mi?
Siyasette etik ve erdem yaratma düşüncesi, böylesi bir çağda mümkün olabilir mi?
İnsanın ahlakının özü olan kendi özbenliği doğuştan günahkâr ise onun ahlaklı davranması beklenebilir mi?
Gelin hep birlikte tartışalım!..
Kilise, hemen her yolu tıkayarak kesişim noktalarını kendine bağlıyor, bozulan ve yozlaşan insanın ahlaklı davranmasını Tanrı korkusu ile sağlamaya çalışıyordu.
Kader inancı, tevekkül ve biat etmenin cennetin anahtarı olduğuna sıkıca sarılıyordu.
İnsan, doğal durumda kaderini kendi çizmiyor, Kilise’nin belirlediği kader ile birlikte ve tabii, doğal durum olan kölelikle, kalan son parasını da kullanarak cennet arazisi alıp, günahkâr ölüyordu.
Özgürlük yoktu, doğal olarak seçme özgürlüğünün olmadığı yerde insanın ahlaki davranması da beklenemezdi.
Ne kadar ahlaklı yaşamaya çalışırsa çalışsın, seçme hakkı tanınmayan, seçme özgürlüğünün olmadığı, alternatiflerin sonucu değiştirmeyeceği bir yerde, ortaçağda, son kertede özbenliğinden aldığı güçle ne kadar ahlaklıca davranırsa davransın, bozulmaması imkansızdır.
Bozulması, yozlaşması, değer yargılarını kaybetmesi ile nitelik ve vasfın ortadan kalkması, sürüye dönüşmesi “Yasa”dır!
Kilise, insanı, zayıf, miskin, engelleri olan, biat ve itaat eden kul olarak resmederken, onu köleleştirirken insan da bunu doğal hali saymakta ve kabullenmekteydi.
Düzen dışına çıkmak, ahlaksızlık olarak görülüyor, yine kilise tarafından en ağır şekilde cezalandırılıyordu.
İşte Orta Çağ budur.
İşte böyle bir çağda Aquinolu Thomas adlı Dominikan Rahip ortaya çıkarak İnsan ve Tanrı’yı birbirinin zıddı olmaktan kurtardı.
Ona göre Tanrı tekti ve yetkindi.
Her şeyin yaratıcısı, onu varlıkta tutandı.
Evrendeki varlıklardan biri değildi.
Eşi ve benzeri yoktu.
Yarattıklarından farklı bir doğaya sahipti.
İnsanla Tanrı karşılaştırılması yapılmasını reddetti.
Ona göre İnsan karşıtı Tanrı veya Tanrı karşıtı İnsan olamazdı.
Tanrı, bağımsız bir varlıktı ve ikili düşünmek yanlıştı, kaderi sadece O’nun bilebileceğini söyleyerek, kilisenin elinden köleliği alıyor, onları özgürleştiriyordu.
Akıl ve inancın birleşebileceğini ve Tanrı’ya ulaşmanın temelinde özgür iradenin olduğunu söyleyerek böylece köle ve “Doğuştan Günahkâr” insana nefes aldırıyordu.
Aquinolu Thomas’a göre tüm kötülüklerin sebebi ise “Şehvet”ti.
Tanrı, ruha akıl yüklerken dünya hayatına da şehveti bırakıyordu ve özgür irade ile seçme hakkını da insana yüklüyordu.
Seçimler, kaderi etkileyecekti ve bu Hristiyan mantığı ile tutarlıydı.
İnsan, kendi kendisi ile savaşmalı ve hakikati bularak, erdemli olmalıydı.
Erdeme giden yol ise kolay değildi; bilgelikle, insanın nefsi duygularını, bedensel isteklerini dizginlemesine bağlıydı. “İmanlı olmak”tan kasıt buydu.
Aquinolu Thomas, çağına damga vurdu. “Aziz” ilan edildi.
Ondan sonra insan bir süre özgürlüğü tattı daha sonra Kilise, elindeki egemenliği bırakmamak için, onun düşüncelerini kullanarak, insanı yeniden kendi boyunduruğuna almayı başardı.
Köylülere, bedensel zevklerden uzak durmamaları halinde cehenneme gideceklerini ve “Özel Mülkiyet”in günahkârlar için hazırlanan ateş olduğunu salık vermesi gecikmemişti.
Bir süre sonra Kilise, Avrupa’nın en büyük toprak ağası haline geliyordu.
Zamanla özgür düşünceyi zincirlemek ve “köleler isyan etmesin” diye “Engizisyon”u da kullanacaktı.
Feodal sistemde bir yandan prens bir yandan kilisenin veyahut zamanla değişen başka kuvvetlerin boyunduruğundan onu kurtarmak isteyen düşüncelere ve filozoflara da değineceğiz.
Şimdilik bu kadar.
Saygılarımla.
.
Av. Mustafa Çelik, dikGAZETE.com
Taner Baykal 1 yıl önce
Taner Baykal 1 yıl önce