Çeyrek asır hesabı.
Aradan 24 yıl geçmiş.
Teknoloji, misliyle çağ atlamış...
Eski bin yılın son Ağustos gecesi, İstanbul'da büyük bir patlama duyuldu.
Bina, beşik gibi ileri-geri sallanmaya başladı.
Saat kadar ritmik. Tik-tak, ak tik-tak, tik-tak...
Ve bitmiyor sanki…
Bomba patladı, savaş çıktı sanmıştım.
Aklımın zerresine deprem gelmemişti.
Böyle kritik durumlarda donuk bir sakinlik gelir hep.
Oturup izledim. Kuzen bağırarak koşup geldi. Şoktayım sanarak kolumdan tuttuğu gibi dışarı sürükledi.
Aşağıya indik. Kimseye ulaşamıyoruz. Etraftaki binalar sağlam.. Başka yerlerden haberimiz yok.
Bütün gece dolaşıp, civardaki tanıdıklara baktık, hepsi dışarıda fakat iyiler…
Sabah, ilk haberler gelmeye başladı.
Etkilenmiş bölgelerde oturan çalışanları merak ettim. Arabaya atlayıp iş yerine doğru yola koyuldum.
Otoyolda ilerlerken, içim sürekli çok değişik bir tuhaflık seziyordu.
Etrafıma bakarak "Ne bu? ne bu?" derken birden fark ettim;
Yol boyunca bir tek korna sesi dahi duymamışım!
Kimse kimsenin önüne kırmıyor, söylenmiyor, sakince şeridinde ilerliyor.
E-5 karayolunda görülmemiş bir durum.
İnsanız işte, birbirimize şefkati de neşeli deneyimlerle ortaya çıkarabilseydik nasıl olurdu acaba?
Öğle saatlerine kadar durumun ciddiyeti iyice anlaşılmış.
Akıllı telefonlar yok. Yaygın kablosuz ağlar da. Nasıl o kadar hızlı yayıldı, inanılmaz.
Yakın arkadaşlar toplanmışız, neler yapabileceğimizi konuşacağız.
Konuşacağız da, kimseden çıt çıkmıyor.
Uzaklara dalıp gitmişiz. Sonunda birimiz fısıldayarak sessizliğe haykırdı sanki:
- Düşünsene! Bir gün bir uyanıyorsun, bir de bakmışsın, sevdiklerinin çoğu gitmiş! Bunun olabileceği ile yüzleştik...
Gözleri dolunca pencereden dışarı bakarmış gibi dönüşü, ses tonu, tek koluyla pervaza dayanması, saçlarında ışıldayan güneş...
O kare, dün gibi aklımda.
Hepimizin düşündüğünü dile getirmişti.
Sonra içimizden birinin arabasını, tıka basa doldurduk gönderdik. Birkaç torba dolusu oyuncak da verince almak istemediler. Bir battaniye daha koyarlarmış... “Onu da kucağınızda götürün. Çocukları neyle oyalasınlar?!” diye ısrar ettim.
Aradılar: “İlk oyuncakları gitti, biliyor musun? Çocukların yüzü güldü.”
Bazı arkadaşlarımız, uzun süre müstakil ev takıntısı yaşadı. Köylere aktı. Çoğu, özel ilgi alanlarını sonradan meslek edindi.
Beyaz yakaları fırlatıp atanları da dinlemek lazım.
Meşhur hikayedeki gibi; Dönüp dolaşıp, bunun için çalışıyorsak, neden yaşlanmayı bekleyelim? Bu zaten var.
B. Ecevit, henüz birkaç aydır baştaydı. İnşaat sektörüyle ilişkisi duyulmamıştı. Ve her şeyden önce, çoğunun 'Kıbrıs Kahramanı’ydı.
Yolculuktaymış. Tren sanırım. Birkaç saat uyandırmamışlar. O zamanın koşullarında, oradan yapılabilecek koordinasyonu zaten yapmışlar.
Yine de gazeteler, sorgulayanlar, yerden yere vuranlar!... Atış serbest! Görülmeye değerdi.
Ertesi gün, sahadaydı ve kimseye atarlanmadan, suçlamadan, yüzünü yere eğip, özür diledi.
Çok kızmıştık. Hızlı yetişilemedi diye, önlem alınmadı diye. Acil eylem planı yokmuş diye. Kısıtlı kara ulaşım yolu kapanmış diye. Ve o devirde, ertesi gün haberimiz oldu diye. Kızılay ve ordu da ilk çağrıyla sahaya inmişken bunlar.
İnsanız hepimiz, birbirimizin can acısına seyirci kalamıyoruz. Elimizde değil. Sadece olur bu. Kimin canını sıkarsa sıksın.
Çocuktum. Adını ilk olarak, Sertavul geçidinden yaya geçen orduyu, büyük bir coşkuyla uğurlayanlarından duymuştum.
Bir zamanların Ecevit'i miydi bu?
Bizim çocukluğumuz ve gençliğimiz de Demirel-Ecevit arasındaki tatlı atışmalarla geçti.
Her gün gazetede bir karikatür, her akşam bir TV programında skeç.
Dost ziyaretlerinde yalandan 'kapışmalar'...
Bu sebeple 'düşmanlık' düzeyi bilmezdik…
Aylar yıllar geçti. Baktım başkaları da: "Deprem miydi şimdi bu? İlginçmiş." demekte.
Komplo teorisi filminde bu depremden, öncesinde bahsedildiğini hep birlikte duymuşuz zaten.
Araştırmaya başladım. İnternete konulanların da 'bilmemiz kadarı' olduğunu sanıyordum.
Akıllara zarar bir websitesini görene kadar. Konu basit. Apaçık ortadayken bakmıyorlar, anlatsan inanmıyorlar.
Bakılmasın da!..
O derece inanılmaz ki, link filan da yayamıyorsun. Tek söylenen: "Olmaz böyle şey!".
Her şeyin açıkça 'ortaya karışık' durduğunu görünce aklıma geldi:
"Gerçeği saklayamazlar. Ortalığa o kadar yalan yayarlar ki gerçekle yalan birbirine karışır ve gerçek görünmez hale gelir."
Konuya dönersek, yıllar önce bu depremle ilgili ilginç bir komplo teorisine rastlamıştım.
Belgeli-belgesiz ortaya karışık bir bir anlatmış.
Kaynak yabancı.
Güya Ecevit'i ısrarla ikna etmişler.
Yeni teknolojilerin bilim insancıkları.
Her zamanki gibi her bir şeyleri bilmişler yine.
Hiç değilse bu kısmı çok tanıdık geldi niyeyse.
"Büyük deprem olmaması için ucundan azıcık kırdıracağız." demişler.
Ertesi gün de: "Pardon, bu kadarını biz de tahmin etmemiştik..." filan…
Yine bu uyduruk iddiaya göre; B. Ecevit, buna kahrından üzüntüsünden çökmüş gitmiş sonrasında.
Siyasi hayatının da sonu oldu sanki bu ‘özür'.
Allah, rahmet eylesin.
Ve affola, neticede artık hepsi söylenti;
Haklılık, bilinen bir cevap imkanı bulunmayan göçmüş gitmiş rahmetliye ve 24 yıl önce olmuşla kıyasa kaldıysa vay halimize!
Yerimizde sayıyoruz demektir.
Yardım için çatışanları, bağış için birbirini yiyenleri, depremzedelere hakaretleri, organize yağmaları ve birçok başka ilginçlikleri de hiç duymamışken; Çok büyük şok yaşamıştık.
Münferit yağma olayları ve organ mafyaları söylentilerinin yıllarca hesabını sorduk.
Hadi bunlar yaşanmış madem, yapılması ve yapılmaması gerekenler ortada demektir.
Tekrarlanmaması için tüm imkanları seferber ederdim.
Kesilen kolonları o zaman duymuştuk ya. O günden sonra memleketteki tüm binaları taratır ve bunların önlemini aldırırdım misal.
24 koca yıl bu!
Hele enkaz altındakilerin kurtarılması, kalp krizi geçirene koşarcasına acil ve hızlı olmalıydı. En çok da bunu anlamıştık.
EN EN EN ÖNEMLİSİ BUYDU.
Bu, sen-ben halk olarak tek yapamayacağımızdı.
Ötesini bir şekilde toplanıp biz de yapabiliriz, yaparız da her zaman.
Bu arada teknoloji çağ atlamış. Uçan baz istasyonları, uçan kameralar, ısı kameraları, her bi halta app, grup, organizasyon yıkılıyor ortalık…
Teknolojiyi de geçtik, sokaklar köpek dolu. Arama kurtarma işinin ustası bunlar. Bunu da mı yapamıyoruz?
Bunu layıkıyla yapanları nasıl hazmedemiyor, rahat bırakamıyoruz?
Maddi bağışımı da direkt bunlara layık gördüm haliyle. Helal olsun.
Dile kolay.
Bir anda onbinlerce vatandaşımız can vermiş.
Onbinlercesi günlerce, günler-günlerce karakışta soluksuz kurtarılmayı beklemiş.
Kurtarılanların bazıları yanlış ellerde can vermiş.
Bulunamayanlar…
Molozlar…
Onlarca vatandaşımız kimliksiz-kefensiz göçmüş.
Kayıp çocuklar…
Vee, ortalık anında ‘süt-liman'!
Sağlı-sollu seçim telaşı. Hale bakılırsa, bir seçim yapılacağından da şüpheliyim ya neyse...
Sanıyorlar ki; Birinin eylem veya eylemsizliklerini sorguluyorken diğerini kayırıyoruz.
Sağlı-sollu diye ayırmaları da bundan. Birbiriyle uğraştıracak insanı.
Hani illüzyonistler sağa-sola dikkat çekerken yapar ya numaraları. O hesap sanki.
Milletim ben. Görevim, seçtiklerim dahil hepsine daimi 'muhalif' kalmak.
Ortada denge unsuru siyasi bir muhalefet göremiyoruz da zira.
"Devlet" dersin; Biri kendi üstüne alınır, öteki danışık dövüş çıkışır…
Millet de kendini hepten bilmez ya;
Bunlara mı oy vereceğiz hakikaten?!
Ve hani herkesin seçilme hakkı vardı? Yarım milyon harç ne?!
Liyakat için ilk sorulan servet niteliğinde para. Bu da ilginçmiş.
Gerçekten savaş çıksaydı, bu kadar can, düşman bombalarıyla verilseydi, hiç ama hiç kimse uzun süre kendine gelemezdi.
Ciddiyet açısından zerre fark göremiyorum.
Günlerce enkazda yardım bekleyenlerin çaresizliğine 'seyirci' kalmanın çaresizliği beter belki de. TT
Şu devirde!
İskenderun'da bir aile dostumuzun oğlunun evi yıkıldı. Oğlu, sekiz saat sonra yaralı kurtarılmış çok şükür.
"O saatleri hayatta anlatamam!" diyenin şükrettiği bir hal. Halen hastanede. İkinci ameliyat…
"Herkes girmiş baktık, bize de bi cesaret geldi." deyip evlerine dönüp, oturmuşlar…
Böyle zamanlar insanın içi gurbet ayazında kalıp "İlle de yuva." der ya…
Evler yıkılmış-mış.
Yok!
Yuvalar yıkıldı!
Bir şey de diyemedik. Can havliyle karışık yuva özlemi nasıl teselli edilsin ki?
Hatırlarım, beni de kimseler teselli edemezdi. Konu basitti: Yuva = Memleket.
Çoğumuz, özellikle plandemi itibarıyla, taraf olmaksızın siyasilere de katmerli küstük malum.
Memleketini azıcık sevenler, konuya o vakit ayıkamadıysa da, bu vakit görsün artık:
Dönekleri sayabiliyor musunuz?
İş, milletin özlük haklarına, zorbalıklara gelince ne güzel anlaşmışlardı halbuki değil mi?
Bunu hiçbir zaman unutmayacağım, unutturmayacağım.
İnsanlarımızın çektiklerinin anında yok sayılmasını, varlıklarının onurlandırılmamasını unutamayacağım.
Elbirliği ile hızlıca yapılacakları yapmak yerine, birbirleriyle atışmaların tuhaflığını unutamayacağım.
Biri: "Alın şu çadırları da siz acil yetiştirin!" deseydi;
Öbürü de: "Kızılay'ın çadırlarının acil ulaşımına gönüllü olduk." deseydi eksilirler miydi?!
Şu son yıllarda yaşadıklarımızı ne duyduk, ne gördük.
Rüyada inanamazdık.
'Tepelerde' halkın oylarına aday kimsenin ciddiyetle araştırmaya değer bulmadığı acayip olaylar zinciri.
Bizi orantısızca kırdınız. Üzdünüz. Açık havada nefessiz bile bıraktınız…
"Size yağmurlu havada su, açık havada oksijen yok" desek yeridir artık…
İçimizde ne bombalar patlattınız, sesi duyulmadı.
Deprem doğal veya değil;
O kadar cana topluca kast eden şuursuz beton olunca, tepelerde bomba etkisi de yapmamış anlaşılan.
Ve bunlar için birbirine düşen millete asıl hayretim.
Kendinden olanları da yerden yere vururken…
Halktan bir aday çıksa hemen:
"Sen kimsin?", "Parayı nereden buldun?", "Kim takar ..." vs vs…
Kimse kusura bakmasın,
Herkes kendine baksın.
Biz ne yaptık veya yapmadık da bu hallere geldik?
Biz önümüze hazır konulanları kendi seçimlerimiz sanmayı nasıl bırakacağız?
Seçimlerimizi ne zaman şuurla yapmaya başlayacağız?
Birimizin ayağına taş değse, diğerimiz "Uf" der. O kadar bağlıyız birbirimize.
Günlerce sebepsiz üşüyenler,
Kaloriferli evlerde, soba başlarında içten içe neden üşüdünüz sahi?
Ve biz,
Birbirimize düşkünlüğümüzü ne vakit iyi zamanlarda bileceğiz?
?
Sümeyya Demirel, dikGAZETE.com