Bugün “Ulus” kavramını telaffuz etmenin bazı kesimlerce “Irkçılık” olarak lanse edildiği bu sarsıcı dönemde, Ulus kavramının sözlük anlamıyla esasında ne olduğuna birlikte bakalım;
Ulus, siyasal olarak örgütlenmiş biçimde ve belli bir toprak üzerinde bir arada yaşayan, ekonomik yaşam, dil, tarih, kültürel özellikler yönünden ortaklık gösteren en geniş insan topluluğudur.
Görüldüğü üzere “Ulus” olgusunun, ırkçılıkla ilgisi olmayan, bilakis toplumun etnik yapısından ziyade, bir arada yaşamasını hedefleyen bir kavram olduğunu görüyoruz.
Ulus kavramının tarihsel süreç içerisinde geliştiği ve Ulus kavramını içselleştirebilen Fransız, Alman, İngiliz gibi toplumların devletleriyle beraber güçlendikleri, yüksek yaşam standartlarında yaşadıkları ve ülke çıkarlarını daha etkin bir şekilde savunabildikleri gözlemlenmiştir.
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, 20. yüzyılın bu gerçekliğini görerek Türkiye Cumhuriyeti’ni “Ulus Devlet” olarak tanımlamıştır, buna karşı emperyalist ülkeler Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türkiye’yi ve genç Cumhuriyeti yıpratmak adına girişimlerde bulunmuşlardır.
Detaylara girmeden, genç Cumhuriyeti hedef alan başlıca hareketleri şöyle özetleyebiliriz;
-Hain Şeyh Sait İsyanı
-Yalancı Ermeni Diasporası
-Etnik bölücü PKK
-Arap Irkçısı Ümmetçiler, toplumu ayrıştırmak isteyen Mezhepçiler diye listeyi uzatabiliriz.
Bu düşman yapılanmalar, birbirinden ayrı gibi görünseler de, tamamının aynı emperyalist odaklar tarafından fonlandığını görmekteyiz.
Tamamının ortak hedefi, bulundukları coğrafyalarda ulus yapıları yıpratıp, toplumları ayrıştıracak ırkçı, mezhepçi bir yapıyı ulus yapısının yerine koymaktır.
Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde olduğumuz bugünlerde, bu tür faaliyetlerin özellikle bölgemizde devam ettiğine şahitlik etmekteyiz.
Suriye’ye karşı 2011 yılında başlatılan fiili emperyalist saldırıların amacını 2013 yılından itibaren görmeye başlamıştık.
2013 yılı, tüm küresel ve bölgesel aktörler açısından kilit yıl olmuştur, zira Suriye’deki PYD/PKK’lılar o dönemde niyetlerini açıkça dile getirirken, ABD de IŞİD’e alan açarak, daha sonra PYD’nin oralarda “IŞİD’i temizleyen örgüt” olarak dünyada algılanmasını sağlamıştır.
Böylece ABD, orada kurdurmak istediği etnikçi bir devlete yapay bir “kahramanlık destanı” yazdırmıştı.
Aynı yıl içerisinde ise AB, Türkiye’ye direktifler vererek, sığınmacıların Türkiye’ye gelişini hızlandırmayı hedeflemiş ve maalesef bunu başarmıştı.
ABD’nin PYD/PKK’ya “destan” yazdırma hedefi ise tutmamıştı, çünkü topraklarına saldırılan ve samimi bir şekilde “Ulus Devlet” olma hedefi güden Suriye Devleti de IŞİD’e karşı mücadele başlatmış, 2015 yılında Palmira, Zabadani, Deyr-i Zor’un Batısı gibi stratejik öneme sahip yerleri kurtararak PYD/PKK’nın Suriye’nin içlerine yayılmasını engellemişti.
2015 yılında ise bölgenin en köklü ve güçlü Ulus Devletinin ordusu, Türk Ordusu da harekete geçmiş, terör yapılanmasının Akdeniz’e ulaşmasını engellemiş, aynı zamanda IŞİD’le de mücadele ederek ABD’nin “destan” yazdırma girişimlerini boşa çıkarmıştı.
Böylece bu bölgede destanı, sadece ev sahiplerinin yazabileceğini de dünyaya ilan etmişti.
Bu konuyu 2017 yılında Suriye Ordusu’nda bulunan askerlere sorduğumda, bir yetkiliden “Suriye ile Türk Ordusu birbirine dargın iki kardeş gibidir. Konuşmasalar da bakışarak anlaşırlar” sözünü işitmiştim.
Bu süreci iyi okuyan ABD ve diğer emperyalist dostları, terör devleti kurma stratejisini değiştirmiş, elinde kalan Fırat’ın Doğusu’nu cazibe merkezi haline getirme çabası içine girmiştir.
ABD, Suriye’nin en önemli petrol ve tahıl üretiminin olduğu bu bölgede, ekonomik refahı yükseltmekte iken, Suriye’ye uyguladığı sözde insani yaptırımlardan bu bölgeyi muaf tutarak adeta “Burası Suriye değildir” mesajını da vererek, bütün bölge ülkelerine gözdağı vermektedir.
Bugün Suriye’de devletin kontrol ettiği bölgelerde memurlarının maaşları ortalama 50 dolar iken, PYD/PKK bölgesinde 300 dolar, 20 kg bir tüpün fiyatı Devlet tarafında yaklaşık 10 dolar, PYD/PKK bölgesinde 3 dolar…
Bu tabloda PYD/PKK’ya hizmet edenlerin ideolojik olarak değil de tamamen yaşam standartları uğruna hizmet ettiklerini söylememiz yanlış olmaz.
Bu sırada ABD, bu bölgede bulunan Arapların, Türkiye’ye göç etmesini sağlayarak, hem Türkiye’nin gelecekte demografik yapısını değiştirmek için adımlar atmakta, hem de Suriye’nin Kuzeyinde “Kürt” nüfus oranının artmasını sağlayarak şimdilik sekteye uğrayan planları için zaman kazanmaktadır.
Bölgemizdeki ekonomik krizleri de göz önünde bulundurduğumuzda bu alçak planın vahim bir seviyeye geldiğini söylememiz yanlış olmaz.
ABD’nin bu stratejisini göz önünde bulundurarak Doğu Akdeniz’deki kalemiz olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu ekonomik krizi de değerlendirdiğimizde her alanda Türk Milleti’nin nasıl bir saldırı altında olduğunu görmemiz daha mümkün olacaktır.
Bu durumda Anadolu’dan yükselen “Sığınmacılar ülkesine dönsün” sesi gür çıktıkça, ABD’nin Ulus yapıları yıkma olasılığı düşecek, projelerin sahipleri hüsrana uğrayacaktır.
İnanıyorum ki Anadolu insanı, ozan Murat Çabanoğlu’nun “Kötü bakanlar(!) kör olsun, Türkiye’m cennet gibidir” şiarıyla, Mahsuni Şerif’in “Amerika Katil” bilinciyle bütün art niyetli projeleri boşa çıkaracak, kendi kaderini, aidiyeti banknotlara ait olan bilinçsiz siyasetçilerin gündelik çıkarlarına kurban etmeyecektir.
Bu planların tarihe gömülmesi, Türk Ulusunun bir fiske vuruşuna kalmıştır. Bunun ilk adımı Sığınmacıları ait olduğu topraklara göndermek olacaktır.
Türk Ulusunun bu uyanışı, 20. yüzyılın başında olduğu gibi 21. yüzyılda da bütün mazlum milletlerin uyanışına yol açacaktır.
.
Deniz Büstani, dikGAZETE.com