DEVA Partisi lideri Ali Babacan, Meclis seçimine ittifak içinde değil kendi partisi ile gireceğini açıklamış. Bizim işimiz ‘hayırlı, uğurlu olsun’ deyip geçmek değil, bu son gelişmeyi yorumlamak.
Sağcı değilim ama demokratik siyaset açısından sağ siyasetin merkeze doğru yoğunlaşmasının iyi olacağını düşünenlerdenim.
Ancak bu hamlenin ne kadar başarılı olacağı konusunda kuşkularım var.
Malum tüm dünyada siyaset, merkezden uzaklaşıyor, Fransa’da Macron’un ikinci turda seçilmesini, bu eğilimin işareti olarak görenlerden değilim. Zira, Macron’un seçimi iki turlu seçim sistemi çerçevesinde bir kez daha kerhen verilen oylara dayalı.
Buna karşın, Fransa siyaset sahnesinde merkez dışı partilerin oyları yükselmeye devam etti.
Nitekim, bu ortam dolayısı ile Macron da seçim kampanyasında söylemini merkezden sağa kaydırmak zorunda kaldı. Seçim öncesinde, zaten Müslüman göçmenlere karşı tepkilere cevaben ‘ayrılıkçılık’ı (seperatism) suç sayan bir kanun çıkarmak zorunda kalmıştı.
Kuşkusuz, her ülkenin koşulları birbirinden farklı, Türkiye’de siyasetin merkezden uzaklaşmasının ötesinde, eksikli demokrasiden giderek daha da uzaklaşmasının yarattığı sorunlar ile boğuşuyoruz.
Bu sorunlardan kurtulmak için demokratik merkeze doğru her hamlenin önemli olması işin temenni kısmı.
Babacan, belli ki, böyle bir çıkışı, merkez sağ siyaset alanında itibar kazanacağına güveni olduğu için yaptı. Ayrıca, belli ki en önemli gündem olan ekonomik kriz konusunda, “umut veren bir lider adayı” olduğunu düşünüyor.
Bence de ne sermaye çevresi ne de muhafazakâr seçmen, Babacan’ın bugün içinde bulunduğumuz ekonomik yapının mimarlarından biri olduğunu sorun etmez. Aslında, Babacan’ın en büyük kozunun “iş dünyasının desteği” olduğunu biliyoruz.
Bizim ‘iş dünyası’ dediğimiz sermaye çevreleri, doksanlı yılların sonuna doğru, ‘beyaz sermaye’ dünyası ve ‘Anadolu sermayesi’ olarak ayrışmış durumdaydı.
Şimdilerde durum daha karmaşık, artık ‘Anadolu’ yerine ‘muhafazakâr’ diyebileceğimiz ‘iş dünyası’ bir ayrışma unsuru olmaktan büyük ölçüde çıkmış durumda.
Muhafazakâr olsun olmasın, iş dünyasının geniş bir kesiminin, AK Parti politikalarından artık soğumuş ve arayış içinde olduğu da varsayılabilir.
Bu noktada, Türkiye’de bu dünyanın veya sermaye gücünün, siyasi güce dönüşmesinden ziyade, siyasi gücü desteklemek gibi bir özelliği olduğunu hatırlamakta fayda var. Bu durum, hiçbir zaman sıradan bir inisiyatif zaafının sonucu olmadı.
‘Refah toplumu’ yaratamamış her ülkede olduğu gibi, sermaye sınıfının çıkarları, her zaman siyasi-ideolojik söylemlerin ardına gizlenmek zorunda kaldı. Merkez sağ siyaset, bu nedenle orta sınıfa dayanmaktan ziyade, muhafazakarlık ve milliyetçilik kisvesi altında kitleselleşebildi.
AK Parti döneminde (büyük ölçüde borç ve özelleştirmeler üzerinden yaratılan zenginliğe bağlı olsa da) orta sınıfın güçlendiğini inkâr edemeyiz. Ancak, halihazırda (değirmenin suyunun azalmasının da katkısı ile) siyasal alanda siyasal görüş ve/veya yaşam tarzı üzerinden gerilim, azalmak bir yana arttı.
Yani, sadece ‘iyi bir ekonomi yönetimi’ talebi ile şekillenen bir siyasal alan pek geniş görünmüyor.
Bu çerçevede, AK Parti iktidarına yönelik tepkiler, sağ/ muhafazakâr/ milliyetçi çevrede İyi Parti, bu görüş ve çevrelerin dışında kalanlar ise büyük ölçüde CHP’de temsil ediliyor.
Hesabı tam yapılamasa da “AK Parti’den kaçan oylar”ın paylaşımı da uzun bir tereke davası halini aldı.
Malum, SP, Gelecek Partisi ve DEVA bu oylara talip ama sadece onlar değil, İYİ Parti de bu alanı hedefliyor ve halihazırda MHP ve AK Parti kökenli oyların çoğunu kendisine çekmeyi başarmış görünüyor.
Akşener’in bir yandan merkeze yönelişi, diğer yandan ise biriken tepkileri seslendirmek açısından sert muhalefet dili, sağ cenahta başka bir adresin önünü tıkma potansiyeline sahip.
Bu tablo içinde ekonomi teknokratı, eşinin başörtüsü meselesini anlatırken gözü yaşarabilecek kadar muhafazakâr ama beyaz dünyaya çok uzak durmayan ‘medeni insan’ ve daima gülümseyen yüz portresi ne kadar iş görür bilemiyorum. Bekleyelim, görelim.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com
-yazı aynı gün ‘politikyol’da yayınlandı-