LÂLE لاله
Lale; Arapça okunduğunda Allah, ters okunduğunda ise hilal ismini alır. Osmanlı Devleti’nin de amblemi hilal ve ay olduğu için Lale, Osmanlı’da “kutsal bir simge” olarak her alanda kullanılmıştır. Lale kelimesindeki harflerin hesabıyla Allah lafzındaki harflerin hesabı, ebcet hesabına göre aynıdır. Tasavvufta ise tevhidin sembolüdür: “Eğer Allah (C.C.) ismini yansıtmasa idi, Lale, bu kadar büyük bir rütbeye erişemezdi.” (1) demişlerdir.
Lale aynı zamanda Osmanlı’da aşkın, mutluluğun, ölümsüzlüğün, başarının ve zenginliğin sembolüdür.
Divan edebiyatında Lale; utangaç sevgilinin yanağı, âşığın gözyaşı Lâle’nin kırmızı rengine benzetilir ve teşbîh-i tafdîlî yoluyla bunların Lale’den üstün olduğu belirtilir.
Renginden dolayı Lale ayrıca âşık, gönül, kan, yara, yüz, yanak, gelin, kanlı göz, göz yaşı, kanlı kefen, ölümsüzlük, ateş, güneş, şafak, kına, şarap (şarâb-ı lâlegûn), la‘l, kâse-i mercan (inci), al sancak; şekil yönünden de kadeh, çadır, asker gibi unsurlara benzetilir.
Lale’nin ortasındaki siyahlığın sevgilinin yanaklarını kıskanma veya onlara özenme sonucunda ortaya çıkan bir yara olduğu düşünülür. Bu haliyle, bazen bağrını dağlayan bir âşık olur veya üzerinde siyah ben bulunan bir yüz gibi tasavvur edilir. Bu siyahlık, gözlerine kara su inme şeklinde de anlatıldığı gibi dimağını muattar kılmak için âşığın kadehine amber koymasıyla da izah edilir.
Lale bazen buhurdanlık taşıyan bir kişidir.
Kırmızı yaprakları ateş, siyah nokta ise ateş üzerine konmuş ‘öd’dür yahut Lale, elinde la’lden yapılmış bir sürmedan olduğu halde sürme satmaktadır.
Avrupa dillerinde Lale’nin karşılığı olarak kullanılan “Tulip” veya “Tulipe” (Latince; Tulipa) kelimesi de, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Büyükelçisi Ogier Ghislain van Busbecq’in hatıratında geçen, “Türklerin bu bitkiye 'Tulipan' adını verdikleri” bilgisinden kaynaklanıyor. Bu bilginin de, Busbecq'in tercümanı ile arasında geçen bir yanlış anlama sonucu, Anadolu kadınının başörtüsü olarak kullandığı tülbent kelimesinden geldiğini S. W. Murray kaydetmektedir. (Sarık biçimindeki çiçek; Farsça eserlerde ‘dulbash’ anlamında tülbentten gelmiş olması ihtimali kuvvetlidir)
16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman’ın tam bir Lale tutkunu olduğu aktarılmaktadır.
Sultan Süleyman, Hollanda Kralı’na sarayda üretilen Lale soğanlarından hediyeler göndermiştir. Ayrıca Lale işlemeli şık kaftanlar giydiği bilinen Kanuni’nin ve eşi Hürrem Sultan’ın türbelerinde de Lale motiflerine rastlamaktayız.
Lale’nin Türkiye’den Avrupa’ya ne zaman götürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir.
Bu nadide çiçeğimiz, tarihimizin adeta güzide bir elçisi olmuştur.
Avusturya-Macaristan İmparatoru’nun Kanûnî Sultan Süleyman nezdindeki Büyükelçisi Ogier Ghislain van Busbecq’in İstanbul’dan Avrupa’ya götürdüğü bitkiler arasında Lale soğanlarının da bulunduğu tahmin edilmektedir.
Busbecq, 1554 tarihli hatıratında Lale’yi ilk gördüğü yerin Edirne-İstanbul yolu kenarındaki tarlalar olduğunu belirtiyor. İlk başta Lalemizi, Botanik Profesörü K. Clusius’un Viyana Şifalı Bitkiler Bahçesi'nde yetiştirdikleri bizlere tarihçiler tarafından aktarılıyor. O dönem, seçimle meşgul olan Clusius’un tüm arkadaşlarına ve tanıdıklarına Lale çiçeğinin tohum ve soğanlarını gönderdiğini biliyoruz. Daha sonra Avrupa’da Osmanlı Lalesi, Kraliyet Mahkemelerinde yetiştirilmeye başlandı, zenginlik ve asaletin sembolü oldu.
16. yüzyılın ortalarında tüccarlar vasıtasıyla Lale Avusturya, Fransa ve Almanya'da ün sahibi oldu. Böylelikle Avrupa, Osmanlı Lalesi tarafından fethedildi. Tutkulu Lale severler arasında Avusturya İmparatoru Franz II ve Fransız Kralı Louis XVIII de vardı.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Lale’nin Anadolu'dan ilk yolculuğu Viyana'ya olmuştur. Oradan Hollanda'ya ve ardından da Kanada'nın başkenti Ottowa'ya geçmesiyle Lale, tüm dünyada tanınır hale gelmiştir.
Bu uzun yolculuğunun son durağı olan Ottowa, Hollanda ve Japonya’da, bu ünlü çiçeğin adına her yıl festivaller düzenlemektedir.
Lale, en parlak dönemini 16-18. yüzyıllar arasında Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşamıştır.
Süs bitkisi ve süsleme motifi olarak kullanımı, Sultan Ahmed Han (1673-1736) döneminde doruk noktasına çıkmış ve 1718-1730 yılları arası, daha sonra tarihçiler tarafından “Lale Devri” olarak adlandırılmıştır. Bunun sebebi o devirde Lale çiçeğinin çeşitleri geliştirilmiş ve İstanbul’un adeta sokak ve bütün bahçeleri Lale çiçekleri ile duvak gibi süslenmiş, İstanbul adeta gelin kız gibi bu eşsiz çiçeğin her rengine bürünmüştür.
“Lale Devri” denmesinin bir sebebi de Lale’nin o zamanlarda değer ve itibarının çok yüksek olmasıydı. Lale çiçeği, o kadar kıymetlenmiştir ki, adeta altın ile eşdeğer tutulmuş, refahın ve zenginliğin sembolü haline gelmiştir.
Sultan Ahmet Han döneminde ilim sahasında büyük ilerlemeler kaydedilmiş ve Batı’yla ciddi münasebetler başlatılmıştır.
Bir millet, sadece savaş meydanlarında kılıçla ömür sürmez. Bir milletin hayatiyeti için kılıç ordusu kadar kalem ordusuna da, tefekküre de, sanat ve ‘sınai’ye de ticarete de ihtiyacı ve meşru dairede eğlenmeye de hakkı vardır.
Damad İbrâhim Paşa, Sultan Ahmed Han’a daima sükûnet ve neşeli bir ortam hazırlamaya özen göstermiş, bu doğrultuda yapılan eğlence ve şenliklerin sembolü de Lale olmuştur.
O dönem ayrıca, tıp alanında başta Derviş Ömer Şifâî tarafından olmak üzere birçok eser de kaleme alınmıştır. Nitekim İstanbul’daki İngiltere elçisinin eşi Lady Mary Wortley Montagu, “Türkiye Mektupları”nda, Türkiye’de bazı hastalıklara, özellikle çiçek hastalığına karşı aşı yapıldığından söz etmektedir.
Çiçekçilik bu dönemde gelişmiş, bir meslek haline gelmiş ve bu alanda ‘şükûfenâme’ adı altında kitaplar yazılmıştır. Lale Devrinde, Hânedan mensuplarının sünnet ve evlilik düğünleri günlerce, hatta haftalarca süren eğlencelere dönüşmüştür.
Kağıthane Sâdâbâd Kasrı’nda düzenlenen gece eğlencelerinde üstlerine birer mum dikilen kaplumbağaların Lalelerin altında dolaştırıldığı da rivayet olmaktadır.
Bu doğrultuda İstanbul’a dair hayat sahnelerini şiirleştiren Nedîm, eğlence ve mahallî hayatı anlattığı şarkı ve gazelleri kadar Divan Şiirinin aşk anlayışını da hayata yansıtmıştır. Nedîm, zihinlerdeki sevgiliyi sokağa indirerek dokunulabilen, ete kemiğe bürünmüş, “şuh bir sevgili” haline getirmiştir:
“Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır”
(Bu İstanbul şehri ki, paha biçilmez ona
Tüm İran mülkü feda olsun tek bir taşına
Öyle tek bir incidir iki deniz arasında
Yeridir dünyanın güneşi ile tartılsa)
Nedîm
Abdullah Buhârî’nin Şükûfenâme adlı eserinde bir lâle tasviri (Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi, nr. 1573, vr. 19b)
.
Hülya Ayhan, dikGAZETE.com
(1) Ömer Faruk Yılmaz
KAYNAKÇA:
“Damad İbrahim Paşa Devrinde Lâle”, TD, IV/7 (1952), s. 85-126; V/8 (1953), s. 85-104; VI/9 (1954).
https://ezoteriker.ru/tr/tyulpan-istoriya-osobennosti-rosta-i-razvitiya-tyulpan-tulipa-opisanie/
https://islamansiklopedisi.org.tr/lale
https://islamansiklopedisi.org.tr/lale-devri
Irène Melikoff: “Lāle Devri”, EI2 (Fr.), V, 645-648.
İskender Pala: “Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü”, İstanbul 1999.
Lady M. Montagu: “Türkiye Mektupları:” 1717-1718 (trc. Aysel Kurutluoğlu), İstanbul, ts. (Tercüman 1001 Temel Eser), s. 66-67.
Selahaddin Çelebi: “Osmanlı-Avusturya Münasebetleri”, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2012.
https://www.magdergi.com/davetler/tusiavdan-iftar-daveti/
https://nergihanyesilyurt.wordpress.com/2010/12/21/divan-siirinde-cicek-motifi-kucuk-notlar/amp/
Ömer Faruk Yılmaz: “Osmanlı Tarihi”, İstanbul 2013.