“Yazı” ve Söz” arasındaki fotoğrafa bakarak başladığı yazısında, Ömer Lekesiz, "Bilançosu bozuk muhasebeciler” başlığı altında “17/25 Aralık seçim ayarlı darbe kalkışmasıyla” birlikte Zaman adındaki o gazetede, (ismini vermedi ama Mümtaz’er Türköne adındaki darbe tellalının başını çektiği “İslamcılık tartışması” sonrası, kendisinin de hararetle ve bizzat giriştiği, o tartışmada) Ali Bulaç’ın nasıl bir “Pehlivan tefrikacısı” edasıyla tutum takındığına örneklerle dikkat çekti.
Bugün gelinen noktada, şu an ötekilerle birlikte tutuklu bulunan Ali Bulaç’ı zamanında nasıl uyardığına, onun kendisine verdiği karşılıklarla nasıl bir hale girdiğine, bunun ise nasıl sonuçlandığına işaret ederken Ali Bulaç’ın ne olduğunu, başlığa çıkardığımız ifade ile ortaya koydu.
İşte o yazı
:
Serde edebiyatçılık olduğundan ben de yıllarca tekrarladım, “söz uçar yazı kalır” deyişini.
Yaşadığım hayattan öğrendim ki, söz uçmuyor, bilakis o da yazı gibi Süreyya Yıldızı'nın gökte asılı oluşunca asılı kalıyor.
Fark sadece şurada: Söz'de tevil mümkün olabiliyor. Çünkü söz, söylendiği hale bağlıdır ki, haller sürekli değiştiğinden, o sözü söyleten hal, başka bir hal içindeyken hatırlanıyor ya da hatırlatıyor.
Dolayısıyla ilk hale göre söylenen şeyin, son hale göre yorumlanması da zorunluluk arz ediyor.
Bu açıdan yazı, söz konusu halin sureti (resmi) diyebileceğimiz bir formu içkin olduğundan, söze göre daha bir kesinlik gösteriyor; söze mahsus suret hayalde kalırken, yazı sözün suretini de kayıt altına almış oluyor.
Köşe yazısı yazanların işi bu bakımdan oldukça zor.
Gündem çok hızlı değişiyor ve dolayısıyla köşe yazarları da, bu hıza ayak uydurabilmek için her yeni bir yazıyla yeni bir suret ortaya koyuyorlar.
Bu hızlı ve sürekli suretlendirme, bilahare köşe yazarının karşısına, kendi elleriyle ürettiği tutarlılığın ya da tutarsızlığın fotoğrafı olarak çıkıyor.
Haliyle birileri için, iyi yazar ya da kötü yazar dediğimizde aynı zamanda onun tutarlılığını ya da tutarsızlığını söylemiş oluyoruz ki, mevcut gazetelerimizde de bunun onlarca örneği hazır bulunuyor.
Ben örneğimi Ali Bulaç üzerinden vermek istiyorum.
Ali Bulaç, tutuklu olarak yargılanma sürecinde bulunuyor.
Dolayısıyla, hem yargılamanın sıhhati ve selameti, hem de Ali Bulaç'ın yanılgılarının tekrarlayıcısı olmamak bakımından kendi yazılarımdan hareket etmem gerekiyor:
Ali Bulaç, 17/25 Aralık seçim ayarlı darbe kalkışmasıyla rayından çıkışı, milletin ve vatanın aleyhine iş tutuşları sabit hale gelen FETÖ'nün yayın organında yazıyordu.
Eski bir İslamcı olması bakımından, her biri iftiranın, çirkin eleştirinin, küfürbazlığın, densizliğin ve hadsizliğin nesnesi haline gelen o gazetenin yazarlarını (kendisi de ara ara o koroya katılmasına rağmen) uyarabilir, akıllarını başlarına toplamalarını söyleyebilir bir mevkide görünüyordu.
Bundan dolayı ben de, 10.01.2014 tarihli yazımda, özellikle Yeni Şafak yazarlarını kastederek, İslamcı yazarları kışkırtıcı, yaralayıcı şeyler yazmakla suçlayıp, “'Siyasal İslamcıların devlet ile imtihanı çok çetin geçiyor.” diye yazan birine karşı, 'İslamcıların devletle ilişkilerinin mahiyeti nedir' diye hiç değilse Ali Bulaç'a danışmasını öneriyordum.
KENDİSİNDEN BEKLENENİ YAPMADIĞI GİBİ, ONLARLA İTTİFAKA DA GİRDİ...
Ali Bulaç, kendisinden beklenen söz konusu müdahaleleri yapmadığı gibi, aynı tutum ve söylemle onlarla ittifaka girince, 3.6.2014 tarihli yazımda Paralel kalemşörlerin özelliklerini sıralayarak, onu bunlarla eşitlenmeme konunda uyarmış, Temmuz 2014'ün ilk yazılarında da söz konusu uyarımı farklı delillerle ve tonlamalarla yinelemiştim.
Bunlara karşı, Ali Bulaç, geçmiş kimliğine, mevcut itibarına yakışan yerde durmama konusunda ısrarlı olunca, 13.7.2014 tarihinde, müeddep bir dille yazdığım Ali Bulaç ve iki mesele başlıklı yazımda:
“Ali Bulaç'ın Hizmet Örgütü'ne göstermek zorunda hissettiği vefanın bir gerekçesi olamayacağı gibi, bunları dile getirişindeki tarz ve ısrarı da ahlaki bir zorunluluktan kaynaklanıyor olamaz. Zorunlu şartları tam tahakkuk etmedikçe, Ali Bulaç'ı itenlerden olmayız ve temenni ederiz ki, Ali Bulaç da yanlış çekimlere kapılarak ille de bizi itecekse bile 'doğru itebilme' gücünden yoksun kalmasın.” diyerek onu uyandırma gayretimi sürdürdüm ve 27.7.2014 tarihli yazımda da “Kalp' demiştim, kalp! Kalp bir kere bozulmaya görsün. 'Hizmetçi teslisini (örgüt – menfaat – nifak) esas alarak iş tutan ve bu uğurda Ak Parti iktidarı sayesinde Müslümanların hayat, ibadet şartlarını (nihayet) gözetmeye başlayan devlet içinde paralel yapı oluşturarak onu salt kendisine ram etmeye çalışan bir grubu desteklemiyorlar diye İslamcıları özgürlük karşıtı, devletçi olarak nitelemek hangi vicdana sığar? Bunlarla eriştiğim sonuç şudur ki, Ali Bulaç kalbiyle ve İslamcı kimliğiyle yeniden yüzleşmek zorundadır. Çünkü şimdiki durduğu yer ve savunduğu şeyler, onun 'hüviyetiyle' mütenasıp görünmemektedir.” diyerek bu ikazı daha da somutlaştırmıştım.
Serde vefa vardı ve Paralelle paralele düşmeme konusunda ısrarcı olan Ali Bulaç'ı izleyen yazılarımda da uyandırmaya gayret ettim.
Ali Bulaç ise o yazılarıma karşı, muhasebe başlığı altında, pehlivan tefrikası niteliğinde, tarihselcilik yaparak, sözü sündürerek bana karşı onlarca yazı yazdı.
Ben de neticede, bunlardan hareketle 24.8.2014'te Tih Çölü'ne düştüğünden ve 26.8.2014'te Zaman kıspetiyle peşrev çektiğinden emin olduğumu yazarak, Ali Bulaç'ı paralelin bu-kalem-un yazarları arasına katıp, tutumunu, duruşunu Allah'a havale ettim.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, aslında boşa yorulduğumu, Ali Bulaç'ın bidayetinden beri bilançosu bozuk, mizansız yazarlardan biri olduğunu görüyorum.
Bu konuda pişmanlıktan ya da kendimi suçlamaktan yana değilim.
Çünkü herşey olması gerektiği gibi olur.
Önemli olan kendi vicdanlarımızdır ve amellerimiz (dolayısıyla yazılarımızla yarattığımız suretler) konusunda mutmain olup, olmadığımızdır.
Ömer Lekesiz, YENİ ŞAFAK -30 Ağustos 2016-
:
dik.GAZETE.com