Tarih, insanlığın/olguların/vakaların birikmiş sözlü ve yazılı külliyatı gibidir.
Tarihin aktardıklarını/yazdıklarını okuyanlar, buradan çıkardıkları anlamlar/manalar/sonuçlar itibarıyla geleceği şekillendirmeye çalışmışlardır.
Dil/töre/giyim tarzları/mimari şekiller gibi bütün kültürel öğeler, tarihsel süreç içerisinde değişime/gelişime uğrayarak bugün yaşadığımız dünyayı şekillendirmiştir.
Kadim Medeniyetlerin/Kültürlerin/ İmparatorlukların kurulup yıkıldığı, birçok uygarlığın medeniyet sahnesinden silindiği bu tarihe kim yön vermektedir!.. (?)
Yazılı kaynakların tutarlılığı/geçerliliği ne kadar sürebilir!.. (?)
Büyük bir yalan üzerine kurulmuş/kurgulanmış bir tarih yazılmış olabilir mi!.. (?) gibi soruları haklı olarak çoğaltabiliriz; çünkü Tanrı’nın gönderdiği Kitaplar’ın dahi tahrif edildiğine dair kuşkular varken, sözlü ve yazılı kaynakların da tahrif edilebileceği kuşkusunu duymak gayet doğaldır.
Dinsel/Kültürel orjinli aktarımlarla günümüze ulaşan yazılı ve sözlü kaynakların geçerliliği/tutarlılığı, hayatın realitesi/gerçekliği içinde gözlemlenebildiği ölçüde kabul edilebilir.
Bir olguya, daha önceden kutsallık atfedilmiş olması, bu olgunun Tanrısal/İlahi/Evrensel kaynaklı bir aktarım olduğunun delili kabul edilemez; zira hurafelerin de çıkış noktasında, insanların kendi tasavvurlarıyla olgulara kutsallık vermeleri etkili olmuştur.
Her konuda olduğu gibi, dinsel anlatımların/aktarımların da sorgulanmaya muhtaç olduğunu unutmayalım!
Hiçbir anlatım/aktarım/olgu sorgulanmadan hakikat/doğru/mutlak olarak kabul edilmemelidir.
...Her gördüğün ışığı aydınlık sanma, şeytanın süslediği alevler de ışık saçar ve yaklaştığın an seni yakar; hakikatin ışığında, aydınlık geleceğe koşanlar bu süslü alevlere aldanmayacaktır...
.
Cengiz Han Güven, dikGAZETE.com