Tarihi, askeri gücü ve imparatorluk vasisi olmasıyla biz Türklere en çok benzeyen milletlerden biri olan Ruslar, SSCB döneminde küresel güç olarak, 20. asırda ABD ile beraber dünyanın iki süper gücünden biri olma başarısını göstermiştir.
Bir tarafta ABD öncülüğündeki batı bloku, diğer tarafta SSCB liderliğindeki doğu bloku 20. asırda yaşanan soğuk savaşın taraflarını oluşturmaktaydılar.
2. Dünya Savaşının bitimiyle beraber, dünya siyasetinde yeni bir savaş modeli ortaya çıkmıştı.
Adına soğuk savaş denilen ve hiçbir zaman sıcak savaşa dönüşmeyen bu savaş, yeni dünya düzeninin iki büyük gücü olan ABD ile SSCB arasında gerçekleşti ve SSCB dağılana kadar da devam etti.
Kapitalist ABD ile Komünist SSCB arasında gerçekleşen soğuk savaş yıllarında Türkiye Cumhuriyeti, tarafını ABD öncülüğündeki Batı blokundan yana seçmişti.
Bugünden bakınca doğru ya da yanlış diyerek nitelendireceğimiz bu kararın o günün şartlarında, bir devlet politikası olarak benimsendiğini unutmamak gerekir.
Yine unutulmamalı ki tarih, sadece bugünden değerlendirilemeyeceği gibi, o günün şartlarını öğrenerek değerlendirilmesi gereken bir alandır.
Batı blokunda yer alan Türkiye Cumhuriyeti; hem SSCB, hem Rusya Federasyonu dönemlerinde Ruslar tarafından Batı blokunun (NATO) ileri doğu karakolu olmaktan başka bir anlam ifade etmiyordu.
Aynı şekilde Ruslar da Türkler için sadece komünist bir tehdit devlet olarak nitelendiriliyordu.
Bu karşılıklı önyargılar iki devletin onlarca sene sağlıklı ilişki kuramamasına neden oldu.
SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan Rusya Federasyonu - Türkiye Cumhuriyeti ilişkisi uzun süre daha, aynı şekilde güvensiz bir zeminde ilerledi.
Bu güvensiz ortamın sebebi muhakkak ki iki devletin de aynı coğrafyalarda, benzer iddialarla, bölgesel güç olma isteğinden dolayı çıkarlarının çatışmasından kaynaklandı.
SSCB dağıldıktan sonra Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinde Türk devletleriyle ilişkilerini geliştirmek isteyen, oradaki enerji kaynaklarına yakın olarak enerji havzasında etkisini artırmak isteyen Türkiye karşısında o bölgenin “doğal sahibi” Rusya’yı buldu.
Türkiye Cumhuriyeti, Kafkasya ve Orta Asya politikaları nedeniyle Ruslar tarafından “Pan-Türkizm” yapmakla suçlandı.
Yine aynı şekilde küresel güç olmanın yolunun Akdeniz’den geçtiğini bilen Rusların, Deli Petro döneminden başlayıp, bugün de halen devam eden asırlık sıcak denizlere inme ülküsü, Türkler tarafından “Pan-Slavist” politika hastalığı olarak değerlendirilerek her dönemde tepki çekmiştir.
Bu çıkar çatışmalarına bir de aralarındaki tarihi savaşlar, gerginlikler ve eski düşmanlıklar eklenince bu “güvensiz ilişki” her dönem Türk-Rus ilişkilerinde sağlıklı bir diyalog kurulamamasına neden olmuştur.
Soğuk savaş bitmiş, SSCB dağılmış ve yeni kurulan güçsüz ve yoksul Rusya Federasyonu ile beraber Ruslar, 90’lı yıllarda belki de Rus tarihinin en zayıf dönemini yaşamıştır.
Bu zayıf ve yoksul 90’lar Rusyası ile beraber Türkler de bu zayıflıktan faydalanarak Orta Asya ve Kafkasya bölgesindeki kardeş Türk devletlerine daha çok sahip çıkmaya başlamış, hem tarihi kardeşlik bağlarından ötürü, hem de enerji pastasından pay alma isteği sebebi ile bu bölgede daha aktif olmaya başlamıştır.
Türkiye’nin bu haklı ve aktif bölge politikaları zaten güvensiz zeminde ilerleyen Türk-Rus ilişkilerinin daha da güvensiz bir zeminde ilerlemesine neden olmuştur.
90’lı yıllar biterken Rusya’nın başına geçen, eski istihbaratçı, kimine göre Rus derin devletinin korumasındaki Vladimir Vladimiroviç Putin, dağılan SSCB’nin enkazı altında kalarak, parçalanma aşamasına gelen, ekonomik olarak çöküşe uğrayan, ağırlık merkezi olma becerisini kaybeden Rusya Federasyonu’nu kısa sürede “reset”leyerek, yeniden iddialı bir konuma getirmiştir.
Yeni Rusya’nın lideri olacak olan Vladimir Vladimiroviç Putin’in iktidara geldiği yıl, dünya piyasasında enerji fiyatları resmen fırlamıştı.
Şansının da yardımıyla bu artıştan faydalanan Putin için Rus ekonomisini resetlemek sandığından daha da kolay olmuştu.
Bu mali resetleme ile birlikte Rus halkının gelir düzeyinde ve refah seviyesinde azımsanmayacak bir artış meydana gelmişti.
Bu ekonomik başarı Putin’in, Rus halkının daha da desteğini kazanmasına neden olmuştu.
Rusya’yı düştüğü yerden ayağa kaldırarak hem askeri hem de ekonomik alanda yeniden kalkındıran Putin, “Rusların kırılan onurunu yeniden kurtaran lider” olarak Rusya’nın son yirmi senesine damga vurmuştur.
Mali ve askeri resetleme görevini ifa eden Putin, Rus dış politikasında da yeni bir anlayış benimseyerek diyaloğa ve dünyaya açık bir Rus dış politikası meydana getirdi.
Elbette bu yeni politika, Türk-Rus ilişkileri için de geçerliydi.
Türkiye’yi Batı blokunun (NATO) ileri doğu karakolu olarak gören Ruslar, 1 Mart 2003’de Irak tezkeresinin TBMM’de reddedilmesiyle beraber Türkiye’ye olan bakış açısını da değiştirme yoluna gitti.
Türkiye’yi “ABD’nin bölgedeki jandarması” olarak gören Rusya, tezkerenin reddiyle beraber bu durumun aslında böyle olmadığını, Türkiye’nin kendi çıkarları söz konusu olduğunda ABD’ye de, NATO’ya da rest çekebileceğini görerek Türkiye politikasını değiştirme yoluna gitmiştir.
Buna rağmen Rusya ve Putin, elbette Türkiye’nin Rusların kendi jeo-politik, jeo-teolojik ve jeo-stratejik etki alanına olan ilgisinin farkındaydı ama Putin Rusyası daha rasyonel davranmayı tercih etti.
Türkiye ile ilişkilerinde taktik bir değişikliğe giden ve Türk-Rus ilişkilerinde yeni bir resetleme yapan Putin, 6 Aralık 2004’te Türkiye’ye resmi ziyaret gerçekleştirerek, 500 senelik Türk-Rus ilişkilerinde Türkiye’ye resmi ziyaret gerçekleştiren ilk Rus Devlet Başkanı olmuştur.
Beş asırı aşan Türk-Rus ilişkilerinde Türkiye'yi resmi olarak ilk kez ziyaret eden Rus lider Vladimir Vladimiroviç Putin oldu.
Putin’den önce, 500 yılda hiçbir Rus Çarı, Sovyet Genseki (Komünist Partisi Genel Sekreteri) ve Rusya Devlet Başkanı, Türkiye’ye resmi ziyarette bulunmadı.
Bu ilki Putin yaptı.
Rusya Devlet eski Başkanı Boris Yeltsin zamanında, yani 1990'lı yıllarda, Rus-Türk ikili ilişkileri zaten iyi sayılmazdı.
Rusya ile arası daha kötü olan ülkelere bile giden Yeltsin, bir kere bile Türkiye’ye resmi ziyarette bulunmamıştı.
500 senelik ilişkilerde Türkiye’ye resmi ziyaret gerçekleştiren ilk Rus Devlet Başkanı olan Vladimir Vladimiroviç Putin ziyareti esnasında Türk basınına şu dikkat çeken açıklamaları yapmıştı:
“Benim için Türkiye güneyimizdeki NATO üyesi bir ülkeydi. Yani, bizim düşmanımız olarak görülüyordu… Antalya’ya birkaç sefer gittim. Ve size samimi olarak söyleyeyim, mest oldum.
Bu ziyaretlerim sayesinde ülkeniz hakkındaki düşüncelerim kökünden değişti. Yukarıda bahsettiğim 'NATO ülkesi düşman Türkiye’ kalıpları, bir anda kafamdan silindi gitti.
Ziyaretlerim sırasındaki Türk halkının bize gösterdiği ilgi, Türkiye hakkındaki düşüncelerimin temeline yerleşti.
Yanlış hatırlamıyorsam 92-93 başlarıydı. Üç sefer gittim. İkişer üçer hafta kaldım. O tarihlerde St. Petersburg’da bir görevdeydim.
Antalya veya başka bir yer olması önemli değil. Biz küçük bir tekne kiralayıp, kıyılarınız boyunca tura çıktık.
Teknenin iki Türk personeli vardı. Aramızda anlayış ve dostluk öyle süratli kuruldu ki; böyle insanların düşman olamayacağını anladım. Bu iki adam ne politikacıydı ne de birer işadamıydı. Çıkarları olmayan, sadece işini yapan insanlardı.”
Kısacası Putin’in 2000’li yılların başlarında iktidara gelmesiyle beraber ikili ilişkiler arttı, ticaret hacmi büyüdü. Türkiye, Rusya’nın stratejik partneri oldu. Putin, defalarca Türkiye’yi ziyaret etti.
Türkiye ile Rusya arasında enerji, savunma ve ekonomi alanlarında çokça stratejik anlaşmalar, projeler ve işbirliği yapıldı.
Türkiye ile Rusya bu yeni dönemde “dost olmayacak kadar uzak, düşman olmayacak kadar yakın” bir anlayışı benimsemiş ve ilişkilerini her alanda geliştirme yolunu seçmiştir.
Son dönemde S-400, Türk Akımı, Mavi Akım, Akkuyu Nükleer Santrali gibi stratejik projelerle birbirlerine olan bağımlılıklarını artırma yolunu seçen Türk-Rus ilişkileri; Rus uçağının düşürülmesi, Rusya Büyükelçisi’nin öldürülmesi, Suriye iç savaşı ve Karabağ savaşı gibi olaylarda büyük sınavlardan geçip, bazen krizler yaşadıysa da Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Lideri Putin’in pozitif ikili ilişkileri sayesinde her krizin içinden daha da gelişerek çıkmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak ne Rusya için ABD’yi silmeme, ne de ABD için Rusya’dan vazgeçmeme politikamızı, pragmatist ve rasyonel ilkeler ışığında sürdürmeye devam etmeliyiz.
İngiltere Dış Politikasına damga vuran, İngiliz siyasetçi Lord Palmerston, uluslararası diplomasinin en pragmatik tanımını 1 Mart 1848’de Avam Kamarası’na yapmış olduğu konuşmada şu şekilde ifade etmişti:
“İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır.”
Bize düşen de dış politikada yeri geldiğinde bu denli pragmatist davranırken, yeri geldiğinde de “Dünya beşten büyüktür” diyecek kadar tüm dünya mazlumlarının hakkını savunmak ve mazlumlara her zaman sahip çıkan yaklaşımlar sergilemektir.
.
Mustafa Aygül, dikGAZETE.com
*
KAHRAMANLIK TÜRKÜSÜ
Gazi alperenler işe koyulun
Gayrı söze vakit az verilmeli
Bidevi atlara rüzgarca soluk
Ve yıldırımlarca hız verilmeli
Şanlı kitap önderimiz kılındı
İman sancak gönderimiz kılındı
İklim-i Rum, minderimiz kılındı
Ol mindere kavi diz verilmeli.
Barak Baba Sarı Saltuk orada,
Hacı Bektaş Veli Taptuk orada,
Bir mübarek vatan yaptık orada,
Ki, bir can dilerse bin verilmeli.
Töre, nizam, yol ve yordam her kula
Usul, erkan, edep, erdem her kula,
Yirmidört saatte her dem her kula,
Allah’ın buyruğu uz verilmeli.
İnatla girmeyin soy sop faslına
Kurtsa kurt itse it döner aslına
Rum ülkelerinde Oğuz nesline
Peygamber kavlince öz verilmeli.
İçinde olanlar bir nebze iman
Gönlünü mazluma eder süt liman
Halkı ayırmadan kafir müslüman
Açsa aş, açıksa bez verilmeli.
Bu kılıçlar iller fethi içindir.
Bu kitaplar diller fethi içindir.
Türküler gönüller fethi içindir.
Cümle ozanlara saz verilmeli.
Kartal yuvasıdır Söğüt te burçlar,
Devletin zırhıdır sınırda uçlar,
Gazi Osmanlara zağlı kılıçlar
Yunus Emrelere söz verilmeli…
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
Levent 15 4 yıl önce