Yeni öykü eski suç
-küçük şeylerle uğraşan küçük bir insanım- ozi
-insanların büyük sandıklarına büyük demediğin için kendini suçlama- şum
***
Sıcağın kafa tasını aşıp beyne işlediği bir gündü.
Mahvedilmiş şeylerin üstüne bir de tüy dikildiği zamanlar…
Bir felaket fısıltıları dolaşıyordu camları sıkı sıkı kapalı evlerin olduğu dar sokaklarda.
Ne geliyorsa iki ucuyla geliyor ne olmuyorsa olduruluyordu.
İnsanlar dönüşüyordu, alınlar daraldıkça düşünme yetisi, burunlar büyüdükçe yalanlar, kulaklar küçüldükçe sırlar…
Dertlilerde kambur, mutlularda göbek.
Sokağa çıktıklarında hepsi birer tuhaf yaratık gibi görünen, birbirine çarpmamak için mesafelerce uzaktan geçip giden insanlar...
Ola ki bir çarpışma oldu; oldu ya biri birine dokundu parmak ucuyla, şimşekler çakıyor, gri sisler kaplıyor, dokundukları yerde toza dumana dönüşüp yok oluyorlardı.
Bu tehlike, perdenin arkasından sokaklara bakan gözleri çoğaltıyor, doğanın nasıl bu kadar büyük tepkiler verdiğini hayretle izliyorlardı…
Deneyimlediklerinde ne olacağını kesinlikle bilmediklerinden kendilerini korumaya almış olanlar henüz büyümemiş, değişmemiş, deforme olmamış vücut yapılarıyla övünüyor…
Saklandıkları kadar varlık göstermenin konforunu yaşıyorlardı…
Sonra bir acı belirdi gökyüzünde, gıdanın tükenmeye, suyun çölleşmeye başladığı zaman…
Bu acı, yas gibi çöktü şehirlerin üstüne.
Değiş tokuş yapılsa herkes tüm zerresini verecek ve bu acıdan kurtulacaktı…
Biri kurtuluş müjdesi verse ardından yıllarca gidecek yığınlar vardı...
Camların kenarına konmuş düşeceği muhtemel saksılar, birilerinin kafasına düşüyor ve buna bir araya gelmiş şaşkın el kol hareketleri, yüksek sesli uğultularla şaşıranlar vardı.
Beklemedikleri bir şey olduğunda gezegenden ne zaman alınacaklarını yıldızlara bakarak tahmin eden kahinler, büyük kulelerde yaşayan üç beş seçilmişin hizmetindeydi.
Değişen vücut azalarından birbirlerinin kusurlarını da ayan beyan görenler aşık olamıyor, bu sebebten herkes yaşlanıyordu…
Ruhlar, eskimiş pörsümüş geçmiş güzel günlerin zihinlerinde bıraktığı kırıntılara tutunur olmuşlardı.
Yükselen dumanlar büyük kuleleri geçerse ortamda bir güven duygusu peydah oluyor, biraz olsun umut ışığı doğuyordu…
Çünkü kuleler dumanları sevmez, birilerinin yok olması pahasına duruma el koyarlardı.
Biri bir şeyi ilk kez görmüyordu hiç... Her şeyi hep devamlı ve zaten biliyorlardı.
Aslında bu bile yeterken durumun vehametini anlamaya!..
Avuçları kaşınan tacirler pörtledi…
Bu, tam da onların istediği şeydi; zira şaşırmak, insanların sağlık durumlarını iyiye götürüyor, neye şaşırdıklarının bir önemi kalmıyor ve hizmet eden, hizmetinin karşılığını fazlasıyla alıyordu.
Sarmal sarmalanıyor, çukur derinleşiyor, hortum büyüyordu…
Sonra bir sabah kar yağmaya başladı.
Tüm gezegen bembeyaz olmaya, üşümeye ve etkisizleşmeye başladı; kar, kentlerin üstünü örtmüş, dumanı bastırmış, kulelere yetişmişti…
Bir bebek sesi duyuldu…
Son kalan ineğin, son beyaz sütü kar üstüne damladı.
Kahinlerin hesapları çöktü, tacirlerin işi gücü kalmadı, sessizlik büyüdükçe büyüdü…
Karşı evin camından izlediği kıza; “kusurlarını görüyorum, benimkiler için de üzgünüm” der gibi baktı genç delikanlı ... ama aşığım sana!..
Bu aşk, kar çiçeklerini çıkardı gün yüzüne, güneş kendini gösterdi.
Renkli ışık oyunları oluştu meydanlarda…
İnsanlar neleri varsa değiş tokuşa hazır olduklarını tekrar hissettiler…
Gezegenden götürülmek üzere değil gezegende yaşamak umuduyla…
Ellerinden ne alınmış olursa olsun, gidecekleri güne kadar zarar veren her şeyden kendilerini korumak üzere avuçlarında kalan son tohumlarla, cadılardan, kahinlerden ve tüccardan alacaklı, kulelerden özgür…
Aşka yakın, umudun ortasında.
Sayıları değiştiler ilk
Alfabeleri kaldırdılar
Kentler kent olalı
İnsan insan
Peşinden gidecekleri hiçbir şey olmadan
Böyle şey görmediler
Bir yaşına daha girdiler
Gökten elmalar yağdı.
.
Arzu Leyal, dikGAZETE.com
.
Saadet Can 1 ay önce