Genel

İlker Başbuğ’un savunması sona erdi

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, “Dağlıca saldırısında medyada korkunç bir bilgi kirliliği yaratılarak, TSK’nin icra etmekte olduğu terörle mücadeleye karşı haksız ve ön yargılı bir karalama kampanyası yürütüldü. Bu olay,...

İlker Başbuğ’un savunması sona erdi
07-10-2015 18:23
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, “Dağlıca saldırısında medyada korkunç bir bilgi kirliliği yaratılarak, TSK’nin icra etmekte olduğu terörle mücadeleye karşı haksız ve ön yargılı bir karalama kampanyası yürütüldü. Bu olay, terör örgütünün büyük bir başarısı olarak gösterilirken, TSK’nın ise başarısız olduğu algısı kamuoyuna verildi” dedi.
Ergenekon davası temyiz incelemesi 2’nci duruşmasında sanık eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un savunması bitti. Yargıtay’da görülen temyiz davasının 2’nci duruşmasında eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ, yaptığı savunmada şunları söyledi:
“2001 yılının başında ABD’nde George W. Bush Başkan oldu. Onun dönemi, Ilımlı İslam Projesine inanan ve uygulamaya çalışan ABD’ndeki Yeni Muhafazakarlar’ın (neo-con) dönemi olarak ortaya çıkacaktı. Ayrıca, daha önceki Başkan B.Clinton döneminden itibaren de ABD’den, Irak’a askeri müdahale planları üzerinde çalışmalara başlanılmıştı. 2002 yılı Kasım ayı seçimlerinden kısa bir süre sonra, 15 Kasım 2002’de Ankara’daki ABD Büyükelçisi Washington’a şöyle bir telgraf göndermişti. ’Türkiye’de ordu, bürokrasi ve yargıdan bir derin devlet vardır. Derin devletin merkezinde de Ordu bulunmaktadır. Derin devlet, ABD’nin de desteklediği reformların önündeki en büyük engeldir.’ Bush yönetimi; Türk Ordusunu, derin devlet olarak görmekteydi. Bu derin devlet; Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesine, Ilımlı İslam konseptinin uygulanmasına, Türkiye’deki terör sorununun ’siyasi çözüm’ ile çözülmesine engeldi. 1 Mart 2003’de tezkerenin geçmemesinin sorumluluğu da TSK’ya yıkılınca, bu yönetimin TSK’ne karşı yapılanlara sıcak baktığı, devlete ait bazı kurumların ve kurumlardaki bazı kişilerin bu oyunda rol aldıkları veya destek verdikleri ifade edilebilir. Obama yönetimine ise farklı bakılmalıdır. Obama Yönetimi ise, başlangıçta bu soruna taraf olmaktan kaçınmış, ancak TSK’nin aşırı boyutlarda yıpratıldığını görünce, bu konuya ilişkin rahatsızlıkları açıkça seslendirmeye başlamıştır. Cemaatin ise işlenen hukuk cinayetlerinin faili olduğu anlaşılmaktadır. Bu cinayeti yargı ve emniyet içine yerleştirdikleri kadroları vasıtasıyla işlemiştir. Siyasi iktidar ise, ’Ne istediler de vermedik’ ve ’aldatıldık’ ifadeleri ile bu süreçte cemaate gerekli desteği verdiklerini, zaten kendi sözleriyle açıkça belirtmiştir. Bu konudaki rahatsızlığımızı her platformda ilgililerin dikkatine sunduk. Yapılanların arkasında cemaate bağlı polislerin ve yargı mensuplarının olduğunu söyledik.
MİT Müsteşarlığından, konuya ilişkin istihbarat talebinde bulunduk. Ama maalesef bu konularda ilerleme sağlayamadık. Hatta bir keresinde ’bugün bize, yarın size olacak’ da dedim. Bugün, o gün söylediklerimizin ne kadar doğru ve gerçeklerin ne olduğu bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. O günlerde sesimize kulak verilseydi, belki onca acıların yaşanması engellenebilirdi.”

“ERGENEKON, TÜRKLER İÇİN BİR DESTANIN, EFSANENİN ADIDIR”
Konuşmaları ile Cemaati rahatsız ettiğini ve Cemaat tarafından da hedef alındığını belirten İlker Başbuğ,
“Daha sonra yaşadıklarım; yaptıklarımdan hiçbir zaman pişmanlık duymama neden olmadı. Çünkü yaptığım hukuk içerisinde kalarak görevimi yerine getirmeye çalışmamdan başka bir şey değildi. Sadece, laik devlet yapısını ve TSK’nın “milli ordu” niteliğini korumaya ve savunmaya çalıştım. Gazeteci ve yazar Kadri Gürsel’de 10 Ağustos 2012 günü bu konuya ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştı: “İktidarla kavga etmek yerine, Cemaati iktidardan ayrıştırarak Cemaati hedef gösterdi ve iktidarı yanına çekmeye çalıştı. İlgili hedef alınan kitle tarafından strateji doğru bir şekilde okundu. Sonra hatırlayacaksınız ‘Cemaat ve AKP’yi Bitirme Planı’ ortaya çıktı.” Özellikle, yaşanılan olaylar ile zamanlar arasındaki ilişkiye dikkat edilmesinin önemli olduğunu söylemeliyim. Çünkü, tarihler hiçbir zaman yalan söylemez. 2005’deki Şemdinli soruşturması ile istenilen amaçlara ulaşılamadı. Soruşturmanın hedefinde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı bulunmaktaydı.
2006 yılındaki Sauna ve Atabeyler davaları ile ilk uygulamalar gerçekleşti. Bu iki dava, emekli ve muvazzaf askeri personelin adli mahkemelerde yargılanmasına ilişkin yakın tarihteki ilk örneklerdir. Davaların içinde “suikast” iddiaları yer almaktaydı. Bu davalarda yargılanan sanıklara ne oldu? Yıllar sonra suikast iddialarından beraat ettiler. TSK’ne asıl komplo ise “Ergenekon Davası” ile kuruldu. Ergenekon, Türkler için bir destanın, efsanenin adıdır. Bu kelimenin, bir davaya isim olarak verilmeside anlamlıdır. Ayrıca üzerinde durulmaya değer” diye konuştu.

“TUNCAY GÜNEY ’ERGENEKON’ DAVASININ NE SORUŞTURMA, NE DE KOVUŞTURMA SAFHASINDA İFADE VERMEYE ÇAĞRILMADI”
Türkiye’nin “Ergenekon” adını 1997’de, ilk kez “derin devlet” anlamında bir televizyon programında ve daha sonra da bu program metinlerinden yapılan “Ergenekon” kitabıyla duyduğunu kaydeden Başbuğ, şöyle devam etti:
“Daha sonra bu konu pek gündeme gelmedi. Türkiye, 2000 yılının sonlarına doğru ciddi bir ekonomik krizin içine girmişti. Krizin ana nedeni, likidite sıkışıklığı idi. 19 Şubat 2001 günü gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısı beklenmedik boyutta siyasi bir kriz ile sonuçlanmış, iki gün sonra da ekonomik kriz tepe noktasına ulaşmıştı. Bütün bu yaşananlar olurken, arkasında uluslararası gücün bulunduğu Tuncay Güney isimli şahıs, İstanbul emniyetinde ifade verdi. Bu kişinin ifadeleri ’Ergenekon’ soruşturmasının başlamasına neden oldu. Ancak, nedense bu kişi ’Ergenekon’ davasının ne soruşturma, ne de kovuşturma safhasında ifade vermeye çağrılmadı. 30 Nisan 2001’de bir kişinin yazdığı köşe yazısı bir gazetede yer aldı. Yazıda ’Ergenekon Örgütü’nden söz ediliyordu. Yazara göre bu örgütün amaçları arasında: ’Bilgisayar korsanları kullanılarak hassas bilgilerin toplanması’, ’etkin faaliyetler ile kaynak ve para akışının kontrol altına alınması’ yer alıyordu. Türkiye’nin tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşadığı bu süreçte, bu konuların öne çıkartılması ilginç idi.
Uluslararası düzeni kontrol etmeye ve yönlendirmeye çalışan, uluslararası kuruluş ve kişilerin kullandıkları en etkili iki silahta; kişilere ilişkin gizli ve yasal olmayan yollarla elde edilen biyografik istihbarat ile dünya çapındaki kaynak ve para akışının kontrol edilmesidir. Kişilere ilişkin özel bilgiler, şantaj olaylarında kullanılan en etkin araçtır. Daha sonraki yıllarda yaşanan olaylarda, cemaatin gücünü bu iki noktadan, yani, 2001 yılında yaratmayı düşündükleri, ’Ergenekon Örgütü’nün üzerine yıkmak istedikleri suçlardan aldığını göstermiştir. ’Ergenekon Örgütü’ konusu, 12 Mayıs 2001’de de Aksiyon dergisinde de yer aldı. Dergi cemaate yakındır. Dönemin İstihbarat Daire Başkanının yazdıklarına göre; 14 Haziran 2001’de, ’Ergenekon Örgütü Şeması’ ilk defa kendisine arz edildi. Şemayı hazırlayan ve arz eden kişi daha önceki yıllarda ABD’de eğitim almıştı. İleriki yıllarda da yine iki defa ABD’ye eğitim almak üzere gidecekti. İstihbarat Daire Başkanı’nın kendisine sunulan bilgiyi ciddi bulmaması üzerine ’Ergenekon Örgütü’ soruşturmasına başlanılamadı. 3 Temmuz 2002’de İstanbul Emniyeti tarafından hazırlanan bu dosya, daha sonra posta üzerinden göndereni belli olmayacak şekilde MİT Müsteşarlığına gönderilecekti. MİT Müsteşarı’ da Kasım 2003’de konu hakkında Başbakan’a bilgi verecek, ancak soruşturmanın açılması için 2007 yılı beklenecekti. Neden 2001 yılında böyle bir soruşturmanın açılması düşünülmüş olabilir? İlk akla gelenler, aynı yılın başında ABD’de iktidara gelenlerin, ’Ilımlı İslam’ projesinin uygulanmasında Türkiye’yi bir model ülke görmelerinin yanı sıra, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme kapsamında Irak’a muhtemel bir askeri harekat düşüncesi içinde olmaları gelebilir. Bu esnada, Türkiye ciddi bir ekonomik ve siyasi krizin tam gölgesindedir. Ülkede, ayakta kalan kurumların başında ise, TSK bulunmaktadır. O halde, TSK zayıflatılmalıdır.”
Ergenekon soruşturmasının açılmasının 2001’de neden gerçekleşmediğini ise Başbuğ şu şekilde açıkladı:
“Emniyetteki üst düzey yetkililerin iddiaları inandırıcı bulmaması. Belki de en önemlisi, konjonktürün böyle bir soruşturmanın açılmasına henüz uygun olmaması. Bu kapsamda ’Ergenekon Örgütü’ne yıkılacak cebir ve şiddet olaylarının henüz yaşanmamış olması. 1 Mart 2003’de Hükümet Tezkeresinin TBMM’den yeterli desteği alamaması ise, ABD’ye beklenmedik şekilde şok edici bir etki yaratacaktı. 10 Temmuz 2003’te, MİT Müsteşarı kendilerine ulaştırılan ’Ergenekon Örgütü’ne ilişkin bilgileri Genelkurmay Başkanına arz etmişti. Genelkurmay Başkanlığının da bu konuda bir işlem yapmaması, askerin de konuyu ciddiye almadığının bir göstergesiydi. Bu sefer, 19 Kasım 2003’de MİT Müsteşarı aynı bilgileri Başbakan’a arz etti. Şimdi şu soruların sorulması yerinde olur: Emniyetin ve askerin ciddiye alıp bir işlem yapmamasına rağmen, neden konu Başbakan’a arz edildi? Bu arz konusunda, dış istihbarat güçlerinin bazı yönlendirmeleri oldu mu? 2006 yılı içerisinde, Türkiye’yi derinden sarsan Danıştay saldırısı oldu. Bu menfur cinayetten bir hafta önce neredeyse aynı kişiler Cumhuriyet Gazetesine el bombaları atmıştı.
5, 10 ve 11 Mayıs 2006’da Cumhuriyet Gazetesi’ne el bombaları atıldı. Atanlar; Osman Yıldırım, Alparslan Arslan, İsmail Ayar ve Tekin İrsi idi. İşin ilginç yönü; birinci bombalama olayından sonra gazetede yeterli tedbir alınmamış olmasıydı. 17 Mayıs 2006’da da menfur Danıştay Cinayeti işlendi. Cinayeti işleyen Alparslan Arslan, ifadesinde Cumhuriyet’e atılan bombaları Süleyman Esen’den aldığını söyledi. Ankara Emniyeti, belki de bazı kişilerin yönlendirmesi ile Danıştay saldırısının arkasında ’Ergenekon Örgütü’nün bulunduğunu düşünüp, soruşturmaya başlamak istedi. Danıştay saldırısının kilit ismi olduğu ileri sürülen Yüzbaşı Muzaffer Tekin’in ilişkileri onlara göre ’Ergenekon’ yapılanmasını işaret ediyordu. İstanbul Emniyet İstihbarat Müdürü ise bu konuda ikna olmayanların başında geliyordu. Hrant Dink, soruşturmasında ifade veren İstihbarat Müdürü; Muzaffer Tekin konusunda şunları söyledi: ’Muzaffer Tekin’in Alparslan Arslan ile Danıştay cinayetinden 5, 6 ay önce 50 küsür saniyelik bir görüşmesi olduğunu ve bunu da gerekçe göstererek, Muzaffer Tekin hakkında Danıştay Saldırısı ile ilişki kurulması istendiğini anladım. Ben, bunun içeriğini sordum, yani konuşmanın Danıştay saldırısı ile bağlantı kuracak bir görüşme olup olmadığını sordum, içeriğini önemsemediklerini, sadece bu telefon irtibatını önemsediklerini anlayınca, bunun doğru ve ahlaki bir yol olmadığını söyledim.’ Bu ifadeyi veren İstanbul Emniyeti İstihbarat Müdürü, 5 Şubat 2007’de görevden alınacak onun yerine 23 Mart 2007’de Ali Fuat Yılmazer getirilecekti. Ve ’Ergenekon’ soruşturması 2007 yılında başlayacaktı.”

“ERGENEKON DAVASI” İÇİN ARANILAN CEBİR VE ŞİDDET EYLEMLERİ BULUNMUŞTU: CUMHURİYET’E ATILAN EL BOMBALARI VE DANIŞTAY SALDIRISI”
2007 yılının, Türk siyasi hayatının en kritik yıllarından birisi olduğunu ve bugünü anlamak için, 2007 yılının çok iyi anlaşılmasının gerekliliğine vurgu yapan Başbuğ, “19 Ocak 2007 günü, Hrant Dink öldürüldü. O sırada Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesinin başında bulunan Sabri Uzun, Hrant Dink davasında verdiği ifadede şunları söyledi: ’F4 Raporu’nu (Şubat 2006 tarihli) Trabzon’dan gönderen kişi Ramazan Akyürek’tir. (Raporda, Yasin Hayal ne pahasına olursa olsun Hrant Dink’i öldürecek ibaresi vardı). Bu rapor bana sunulmadı. Rapor hakkında bilgi verilmedi. Raporu bizden saklayan birim, İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürlüğüdür. Şubat 2007’de; Hrant Dink cinayetinden 10 gün sonra, Emniyet Başbakan’ın önüne yeniden ’Ergenekon Örgütü’ şemalarını koydu. Şemalardan biri Hrant Dink cinayetini ’Ergenekona’a bağlıyordu. Şemayı hazırlayan kişi de; 2001’de ilk ’Ergenekon’ şemasını hazırlayan kişiydi. Ama nedense, bütün dosyaları ’Ergenekon’la birleştirmeye çalışan ’Ergenekon’ savcıları, göstermelik işler dışında Dink dosya ile hiç ilgilenmeyecekti. Acaba neden, Dink olayında adları ihmali olan görevliler arasında geçen; Trabzon Emniyet Müdürü ile İstihbarat Dairesi C Şube Müdürünün olması mıydı? Herhalde bu sorunun cevabına da ulaşılır.
23 Mart 2007’de Ali Fuat Yılmazer İstanbul istihbaratının başına getirildi. Nisan 2007’de Cumhuriyet Mitingleri yapıldı. 18 Nisan 2007’de Malatya’da Zirve Yayınevi basıldı ve üç misyoner öldürüldü. 27 Nisan 2007’de, Genelkurmay Başkanlığı bir bildiri yayımladı. 1 Mayıs 2007’de, Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu iptal etti. Aynı gün AKP seçim kararı aldı. 17 Mayıs 2007’de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Danıştay Davasına bakan Ankara’daki Ağır Ceza Mahkemesine yolladığı bir yazıyla Danıştay Davası ile ilgilenmeye başladı. 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de el bombaları bulundu. El bombalarının bulunuş tarihleri çeşitli evraklarda farklı yazılmıştı. Bulunulan bomba adetleri bile farklıydı. 27 ve 39. Oktay Yıldırım’ın parmak izlerinin bulunduğu iddia edilen yerlerde belgelerde farklıydı. Ama, belkide en önemlisi; Ordu bir heyet tarafından bombaların incelenmesini 25 Haziran 2007 tarihli bir yazı ile istemişti. Ancak, bombalar 26 Haziran 2007 tarihli bir tutanağa göre imha edilmişti. İmha edilen bomba sayısı da 20 idi.
Ankara Ağır Ceza Mahkemesi; Danıştay Davası ile ilgili kararını vermek üzere iken, 7 gün kala, 6 Ocak 2008’de Osman Yıldırım bir itirafta bulunacaktı. Daha önce verdiği ifadeyi değiştirerek, Cumhuriyet gazetesine atılan bombaları, Veli Küçük, Muzaffer Tekin ve Oktay Yıldırım’dan aldığını ileri sürdü. Cumhuriyet gazetesine atılan el bombaları ile Ümraniye’de bulunanlar arasında benzerlikler olduğu iddia edilecekti. ’Ergenekon Davası’ için aranılan cebir ve şiddet eylemleri bulunmuştu: Cumhuriyet’e atılan el bombaları ve Danıştay saldırısı.
2007 yılında, Emniyet’in önemli yerlerine Sabri Uzun’a göre cemaatin adamları getirilmişti. Sayısız suikast iddiaları da her gün Başbakan’a arz ediliyordu.
Artık, sözde ’askeri vesayetin’ kaldırılması ile düğmeye basılmasının uygun zamanına gelinmişti. Ve 27 Temmuz 2007’de ’Ergenekon’ düğmesine basıldı. Bu kapsamda ilk gözaltılar gerçekleştirildi” ifadelerini kullandı.

“DAĞLICA SALDIRISINDA MEDYADA KORKUNÇ BİR BİLGİ KİRLİLİĞİ YARATILARAK, TSK’NİN İCRA ETMEKTE OLDUĞU TERÖRLE MÜCADELEYE KARŞI HAKSIZ VE ÖN YARGILI BİR KARALAMA KAMPANYASI YÜRÜTÜLDÜ”
15 Ekim 2007’de David L.Phillips’in “PKK Terör Örgütü”nün nasıl sonlandırılabileceğine ilişkin bir rapor yayımladığını sözlerine ekleyen Başbuğ, raporda terör örgütü ile görüşülmesinin önerildiğini belirterek, “21 Ekim 2007’de PKK Hakkari/Dağlıca bölgesindeki karakola bir saldırıda bulundu.
Dağlıca, Irak’ın kuzeyinden gelen istikametlerin kesişme noktasındaydı. Daha önce boş bırakılan bu bölgeye bir tabur yerleştirilmişti. Arazi en zor kesimlerden birisiydi. Saldırı, terör örgütünün son on yılda yaptığı eylemlerden en büyük çaplı olanıydı. Çatışmada 12 şehit verildi. 8 askerde kaçırıldı. Buna benzer olaylar, daha önceki yıllarda yaşanmamış mıydı? Yaşanmıştı. Ancak, bu sefer oldukça farklı bir durumla karşılaşıldı. Medyada korkunç bir bilgi kirliliği yaratılarak, TSK’nin icra etmekte olduğu terörle mücadeleye karşı haksız ve önyargılı bir karalama kampanyası yürütüldü. Bu olay, terör örgütünün büyük bir başarısı olarak gösterilirken, TSK’nin ise başarısız olduğu algısı kamuoyuna verildi. İstenilen olmuştu. Kamuoyunda terörle mücadelede karamsarlık oluşturulmuş ve kamuoyunda terör sorununun çözümünün silahlı mücadele ile olmayacağı düşüncesi yaratılmıştı. Zaten Dağlıca saldırısından kısa bir süre sonra da; Taraf Gazetesi yayıma başlayacaktı. Gazetenin ana görevi TSK’ne karşı psikolojik harekat yürütülmesi ve açılan soruşturmalarla da TSK aleyhine kamuoyunda algı yaratılmasıydı. Bu gazete kimler tarafından görevlendirildi? Kimler destekledi? Bu sorulara, cevaplar bulunamadan 2000-2010 dönemi sağlıklı bir şekilde değerlendirilemez. 21 Ekim 2007, Dağlıca saldırısı için şu söylenebilir: Bu saldırının amacı, PKK terörünün sonlandırılmasının sadece ’siyasi çözüm’ ile olabileceğini kamuoyuna benimsetmekti. Bu saldırı, PKK terör örgütünün tek başına planladığı ve icra ettiği bir saldırı değildir” dedi.
İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanlığı döneminde yaşanan olaylara da değinerek, şunları söyledi:
“Ergenekon davasında tanık olarak dinlenilmesi kararı alınan, nedense sonradan vazgeçilen bir kişi; 2008 yılı Ocak ayında bir gazetede çıkan yazısında şöyle diyordu: ’Darbe planı revize edildi. 2008 yılının Şura’dan hemen sonraki ilk altı ayı hazırlık evresi, 2009 yılının ilk çeyreğinden sonraki en uygun takvimde eylem zamanı.’ Yazılana göre ortada revize edilen bir darbe planı vardı ve Türkiye’de 2009 yılı baharında birileri darbe teşebbüsü amacıyla cebir ve şiddet eylemlerine başlayacaktı. Mahkeme neden böyle önemli bir iddiayı ileri süren bu kişinin tanık olarak dinlenmesinden vazgeçti? Nerede bu revize edilen darbe planı diye sorulmasından neden vazgeçildi? Bu iddia, bu dava için önemli değil miydi? Yoksa, ’Balyoz Darbe Planı’ fiyaskosu gibi bir olayın tekrarlanmasından mı kaçınıldı? Peki, 2009 yılı bahar aylarında neler yaşandı? Darbe amaçlı cebir ve şiddet olayları yaşandı mı? Hayır. Ancak, 2009 yılı bahar aylarında başlayıp giderek yoğunlaşan bir şekilde ortalığa isimsiz ve imzasız ihbar mektupları, düzmece dijital veriler, gizli tanık ifadeleri saçılmaya başladı. Bu durumu gözaltı operasyonları, ifadeler, tutuklamalar, sayısız iddianameler ve takibi bile mümkün olmayacak mahkeme süreçleri izledi. Günün hangi saatinde, hangi televizyon kanalını açarsanız, hangi gazeteye bakarsanız mutlaka bu olaylara ilişkin bir habere rastlanıyordu. Yaşananlara bakılınca, haklı olarak, 2008 yılı Ocak ayında kaleme alınan yazı ile kastedilenin, başka bir merkez tarafından tespit edilen bir eylem takvimi olduğu sonucuna ulaşılabiliyor.
2008 yılı Ocak ayında bu yazıyı kaleme alan kişi; ya bu komploların merkezindeydi veya komplocular tarafından kullanılan bir zavallı idi. Umarım, nasıl bir kişi olduğu ileride açıklığa kavuşur. 2009 yılının başlarında yaşanan iki olay ve bu olaylara ilişkin soruşturmalar, TSK açısından çok önemlidir.
Ne tesadüf ki; bu iki olayda 2008 yılı Ocak ayında kaleme alınan yazıda ifade edildiği gibi; 2009 yılının ilk çeyreğinden hemen sonra yaşandı. Birinci olay; Erzincan olayıdır. Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı İsmailağa Cemaatine ilişkin 2007 yılında resen soruşturma açtı. 23 Şubat 2009’da bu kapsamda 9 kişi tutukladı. Aynı tarihlerde Başsavcılık Cemaati mercek altına aldı. Bunun üzerine; 10 Mart 2009’da Erzurum Özel Yetkili Savcılık dosyayı Erzincan’dan aldı. Erzurum, yürütülen soruşturmanın Cemaate dayanması üzerine konuya müdahale etmişti. Şimdi, karşı hamlenin zamanıydı. Dosya genişletilerek, çok sayıda TSK personeli soruşturmanın içine alınıp, tutuklanmalıydı. Anlaşılan o ki, komplocular o tarihlerde 12 Haziran 2009’da medyaya yansıyacak “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nı hazırlamışlardı. Erzincan, bu Planın uygulama alanı olarak gösterilecekti. Ayrıca, 3.Ordu Komutanlığı tarafından icra edilmiş ’İç Güvenlik Semineri’nden de bir ’Balyoz’ davası üretilecekti. 3.Ordu Komutanı’nı defalarca gözaltına almaya çalıştılar, ama başarılı olamadılar. İç Güvenlik Seminerinden de istediklerini elde edemediler. Eğer, başarılı olsalardı bir ’Balyoz’ davası da Erzincan’da sahnelenecekti. Erzincan olayı ile neredeyse eş zamanlı bir olayda Kayseri’de gerçekleşti. 4 Mart 2009’da askeri savcılık Kayseri’de bir gizli organizasyon tespit etti. Beş sivil bir birliğin içindeki askerlerden oluşan hücreleri vasıtasıyla gizli ve kişiye özel bazı evrakları çalarak ve daha sonra da içeriğini de değiştirerek kamuoyunda infial yaratacak şekilde bazı yerlere ulaştırmışlardı. Ayrıca, askeri yazışma kurallarına uygun olarak flash bellekte hazırladıkları suç içeren evrakı da yine içerideki askeri hücre vasıtasıyla, bilgisayarlara yükleyerek suç belgeleri haline dönüştürmüşlerdi.”

“İKİ GİZLİ TANIK “SOKAK LAMBASI” VE "TÜKENMEZ KALEM” DAHA ÖNCE VERDİKLERİ İFADELERİ REDDETTİLER”
Kayseri’de yapılanların, daha sonra TSK’ya karşı yürütülecek komplo eylemlerinin adeta bir prototipi gibi olduğuna dikkat çeken Başbuğ, savunmasına şöyle devam etti:
“Askeri hücre içindeki astsubaylar yakalandı. İfadelerinde, ’Işık evlerinde yetiştim. Evinde kaldığımız ağabey askerlerle ilgili bilgi topluyordu’ sözleriyle suçlarını itiraf etmişlerdi. Yine, soruşturma Cemaate dayanmıştı. Sivil beş kişiye askeri savcılık ulaşamadı. Daha sonra Kayseri soruşturması da, Erzincan’da olduğu gibi askeri personelin aleyhine dönüştürülen soruşturmalar şeklini aldı.
Kayseri’deki olayın açığa çıkarılmasında katkıları oldukları düşünülen, Kayseri Hava İkmal Merkezi Komutanı, Kayseri J. Bölge Komutanı ile İl Jandarma Alay Komutanı ve soruşturmayı yürüten askeri savcılar ve hakimler çeşitli davalar kapsamında suçlanarak tutuklandılar. 25 Mart 2009 günü, Kayseri İl J. Alay Komutanı Albay Cemal Temizöz tutuklandı. Albay Temizöz; 1993-1995 yılları arasında Cizre’de İlçe J. Birlik Komutanı olarak çok başarılı görev yapmıştı.
4 Mart 2009’da Kayseri’de başlatılan soruşturmada İl Jandarma Alay Komutanı idi. 25 Mart 2009’dan birkaç gün önce, Alb.Temizöz’ün Cizre’de 1993-1995 yıllarında yaşanan “faili meçhul” cinayetler nedeniyle Diyarbakır’a ifade vermeye çağrıldığına ilişkin bilgi Genelkurmay Karargahına geldi. TSK’nin terörle mücadelenin göbeğinde olduğu bir anda, terörle mücadelede görev almış bir subayın böyle bir soruşturmaya dahil edilmesi kabul edilebilecek bir durum değildi. Albay Temizöz, istenilen gün ifadeye gönderilmedi. Durum, siyasi makamlara iletildi. Adalet Bakanlığı Müsteşarı Karargaha geldi. Durum kendisi ile de görüşüldü. Daha sonra, bize verilen bilgi, konunun sadece bir ifade verme ile sınırlı kalacağı şeklinde olunca, Albay Temizöz bir askeri uçakla Diyarbakır’a gönderildi. Ancak, Albay Temizöz 25 Mart 2009’da tutuklandı.
Bunun üzerine, Jandarma Genel Komutanlığı Karargahında, Ankara’daki Jandarma personelini toplayarak bir toplantı yapıldı. Kendilerine bu olayın terörle mücadeledeki moral durumuna menfi etki yapmasını önlemek amacıyla bu konunun yakın takipçisi olacağımızı ifade ettik. Tutuklanmalara neden olan, aslında iki gizli tanık idi. “Sokak Lambası” ve “Tükenmez Kalem” isimli iki gizli tanık. Olaya ilişkin ortada ciddi bir delil yoktu. Medyada bu olay günlerce yer aldı. Yapılan kazılarda çok sayıda insan kemiklerine ulaşıldığı iddia edildi.
29 Nisan 2009 günü yapılan Basın Toplantısında bu konuya temas ettim:
“Gizli tanık kimdir? Ne kadar güvenilir? Artı sadece bir gizli tanık, onu destekleyen bir delilde yok. İddianamelere, suçlamalara baktığımız zaman bazı olayların sadece ve sadece gizli tanık ve itirafçılara dayandığını görüyoruz.” 5 Temmuz 2010 günü yapılan Televizyon Programında yine aynı konu hakkında şunları söyledim: “Nuri Binzet diye birisi var, bu kişi ceza almış, hüküm giymiş. Midyat Cumhuriyet Savcısına başvuruyor; benim bazı konularda bilgim var, diyor. Olay, yani Temizöz’ün tutuklanması böyle başlıyor. Binzet, bu olayların geçtiği zaman kaç yaşındaydı? 12-13 yaşında. 14 Hazirandaki duruşmada, Binzet, daha evvel benim, Albay Temizöz’e ilişkin verdiğim ifadeler doğru değil diyor. İki tane gizli tanık var. Onlarda, biz daha önce verdiğimiz ifadeleri geri çekiyoruz, doğru değil, diyorlar.” Bu olayın, TSK’nin terörle mücadelesine yaptığı olumsuz etkiler, YAŞ Toplantıları dahil, her vesile ile siyasi makamlara anlatıldı. Ama, maalesef söylenenler dikkate alınmadı.
Peki sonra ne oldu? Bu davanın ileriki duruşması 5 Kasım 2015 günü yapılacak. Son duruşmada, duruşma savcısı, 20 faili meçhul cinayetten yargılanan sanıkların tümünün beraatini istedi. Evet, beraatini. İki gizli tanık “Sokak Lambası” ve "Tükenmez Kalem” daha önce verdikleri ifadeleri reddettiler.”
“Bu açık komploları kuranlar, yakalanıp yargı önüne çıkartılmayacak mı?” diyerek savunmasını sürdüren Başbuğ, “Söylediklerimizi o zaman dikkate almayan siyasi makamlar, bu yaşananlara karşı şimdi de sessiz kalmaya devam edecek mi? Poyrazköy Olayı: Poyrazköy’de ilk arama, 23 Şubat 2009’da yapıldı. İlginç şekilde herhangi bir kişi hakkında işlem yapılmadı. 21 Nisan’da gelen yeni bir ihbar üzerine, ertesi gün yine aynı bölgede arama yapıldı. Aramayı yapan polisler, dedektörlerin sinyal verdiği yerlere bakmadan, “önsezi”lerini kullanarak, “gömülmüş” mühimmatları buldular. Poyrazköy direkt olarak Deniz Kuvvetleri personelini hedef almıştı. Poyrazköy’de yapılan arama neredeyse televizyonlarda 50 dakikaya yakın bir süre defalarca gösterildi. Sanki bir cephanelik bulunmuştu. Bulunanlar arasında, beş tane boş law da bulunmaktaydı. Law bir defa kullanılır. Ateşlendikten sonra geride kalan boş kısım bir daha kullanılmaz. Beş tane boş lawın orada gömülmesi, açıkça bu silahları bilmeyen bir kişinin yapabileceği bir şeydi. Bu nedenle 29 Nisan 2009 günü yapılan basın toplantısında şunları söyledim: “Poyrazköy’de yapılan kazılarda beş tane boş law paketlenmiş olarak gömülmüş şekilde bulundu. Bu boş lawın kullanılma olanağı yok yani kullanmazsınız. Ben de şu soruyu soruyorum, acaba bunu yapanlar, gömenler kim?” Aslında, bu sözlerim ile bunların buraya askerler tarafından değil, komplocular tarafından gömülmüş olabileceğini işaret ediyordum. Bu konuşmam, büyük yankı ve rahatsızlık uyandırdı. Basın toplantısında boş lawlara “boru” dememiştim. Özellikle, bu “boru” sözcüğü üzerinden aleyhimde propaganda yapıldı.
Ergenekon davasında, suçlandığım olaylar arasında yapmış olduğum basın toplantıları da vardı. İddia edilen “Ergenekon Örgütü”nden aldığım talimatlarla bu basın toplantılarını yaptığım, sözlerim ile devam etmekte olan soruşturma ve davaları itibarsızlaştırmaya çalıştığım suçlamasıyla karşı karşıya kaldım. Aslında yaptığım; TSK personeline karşı yürütülen asılsız ve haksız uygulamalar karşısında, görevim gereği kamuoyunu bilgilendirilmekten başka bir şey değildi. Bu davranışlarımın ve söylediğim sözlerin doğru olduğu bugün bir, bir ortaya çıkıyor. 2 Ekim 2015 günü; ilgili Mahkeme; 84 sanıklı ’Poyrazköy’de Ele Geçirilen Mühimmat Davası’nda tüm sanıklar için beraat kararı verdi. Söylediklerimin doğru çıkmasından ve yanılgıya düşmemiş olmamdan dolayı elbette, mutluyum. Ancak, bu süreçlerde hayatını kaybedenlere ne olacak? Yıllarca hürriyetleri elinden alınanların, kayıpları nasıl telafi edilecek? Komplocular hesap vermeyecek mi? Şimdi; 2009 yılında Poyrazköy’de bulunan mühimmat üzerine ortalığı ayaklandıranlar ve bu komployu kuranlar ne diyecek, nasıl davranacak diye bir beklenti içinde değilim. Çünkü, onlar o günde vicdan sahibi değildiler, bugünde onlardan vicdanlı ve onurlu davranmak beklenemez” ifadelerini kullandı.

“TARAF GAZETESİ PLANIN İSMİNİ ’AKP’Yİ VE FETHULLAH GÜLEN CEMAATİNİ BİTİRME PLANI’ OLARAK YAYIMLADI. NEDEN BÖYLE BİR İSİM KOYULDU? AKP İLE NEDEN NAKŞİBENDİ TARİKATI DEĞİL DE, FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ”
Haziran ayı başında resmi ziyaret nedeniyle ABD’de bulunduğunu ve gezi esnasında olağanüstü bir ilgi gördüğünü kaydeden Başbuğ, konuşmasına şu şekilde devam etti:
“Belki de ilk defa bir Genelkurmay Başkanı olarak bir düşünce kuruluşunda toplantıya katıldım. CSIS’deki toplantının ertesi günü, Cemaat üyesi ait bazı kişilerin orayı ziyaret edip, benim orada ne konuştuğumu öğrenmeye çalıştıklarını daha sonra öğrenecektim. ABD’de bulunduğum; 4 Nisan 2009 günü, Gazi Üsteğmen Avukat Serdar Öztürk’ün ofisi polisler tarafından arandı. Mustafa Levent Göktaş’ın avukatlığını yapmakta olan Serdar Öztürk’ün bürosunda hiçbir CD ve DVD bulunamadı. Çünkü, her şeyden suç delili üretildiğini düşünen Öztürk, onları bürodan toplamıştı. Ancak, polisler bürodaki masanın üzerinde açıktaki mavi klasörün içinde iddia edilen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nın fotokopisini buluverdiler. CD ve DVD’leri toplayan Öztürk, böyle iddia edilen bir planın fotokopisini masasının üzerinde bulunan bir klasörün içine koymuştu. 12 Haziran 2009 günü “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” medyada haber oldu. Yapan gazete elbetteki Taraf idi. Aynı gün Genelkurmay Savcılığı tarafından konu hakkında soruşturma açıldı. Soruşturma kapsamında, böyle iddia edildiği şekilde bir planın Gnkur.Bşk.lığında hazırlanıp hazırlanmadığı ile hazırlanmış ise kimlerin tarafından hazırlandığının araştırılması istenilmişti. Yurt dışında olmam nedeniyle; Gnkur.II.Bsk.nının beni telefonla arayıp, görüşümü sorması bile, gözü dönmüş savcılar “örgüt bağlantısı” delili olarak dava dosyasına sunmaktan çekinmediler. Fotokopi üzerinde tarih yoktu. Ama, Nisan 2009’da hazırlandığı iddia edildi.
İddia edilen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nda yer alan bazı önemli noktalar şöyledir: “Askeri suç kapsamında Işık evleri baskınlarında silahlı terör örgütü oluşturmak doğrultusunda silah, mühimmat, plan gibi materyal bulunması sağlanarak Fethullah Gülen grubu silahlı terör örgütü kapsamına aldırılacak ve soruşturmalar askeri yargı kapsamında yürütülecektir.” Cemaatin lideri 6 Nisan 2009 tarihinde bir internet sitesinde yayımlanan beyanatında şunları söylüyordu:
“Mesela Tahşiye diye bir şey icat edebilirler. İyi organize edebilirlerse bunları belki hakiki Müslümanlarla kitap okuyan Müslümanların içine sokmaya çalışabilirler. Onları güçlendirmek için ellerine silah da verebilirler.” Gülen’in konuşmasında söyledikleri ile iddia edilen Planda yazılanlar arasındaki benzerlik ortadadır. Aynı günlerde; Kayseri’deki soruşturmada devam etmekte olup,soruşturmanın Işık evleri ile de ilgilendirildiği unutulmamalıdır. “Kollama” ve “Tek Türkiye” adlı televizyon dizilerinin isimleri de iddia edilen planda yer almaktadır. Planda bu diziler hakkında olumsuz haberler yapılması istenilmektedir. Daha sonra anlaşıldı ki, bu televizyon dizileri Tahşiye grubuna karşı yapılan yayınlar arasında imiş. İddia edilen planın üzerinde “İrticayla Mücadele Eylem Planı” ismi vardı. Ancak, Taraf gazetesi planın ismini “AKP’yi ve Fethullah Gülen Cemaatini Bitirme Planı” olarak yayımladı. Bu ismi hakikaten kim koydu? Neden böyle bir isim koyuldu? AKP ile neden Nakşibendi Tarikatı değil de, Fethullah Gülen Cemaati. Bu da üzerinde durmaya değer, diğer bir noktayı oluşturmaktadır. 24 Haziran 2009’da Genelkurmay Savcılığı soruşturma hakkında Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı’nı verdi. Bu doğal bir sonuçtu. Çünkü ellerindeki bir fotokopi idi, hukuki değere sahip bir “belge” değildi. 26 Haziran 2009 günü yapılan basın toplantısında, haklı olarak, “kağıt parçası” demem, karşı tarafı ciddi şekilde rahatsız etti. Komploları, oyunları tıkanmıştı. Bu soruşturma kapsamında, Genelkurmay Savcılığı tarafından el konulan harddiskler; Ergenekon davasına bakan 13.Ağır Ceza Mahkemesi Naip Hakimi tarafından incelendi. 5,5 GB hacmindeki tutanakta:
“71 adet hard diskte kovuşturma ile ilgili olacak veya kovuşturmaya katkı sağlayacak hiçbir bilgi ve belgenin bulunmadığı” İnceleme Tutanağında ise:
“İddia edilen ‘İrtica İle Mücadele Eylem Planı’ bulunamamıştır” ifadeleri yer almaktaydı. 17 Haziran 2009 günü, Albay D. Çiçek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ifade vermeye çağrılmıştı. Bunun yasaya aykırı olduğunu kendilerine iletince, Savcılık bir yazı ile bu talebini geri almıştı.
26 Haziran 2009 günü basın toplantısı yaptığımız günün erken saatlerinde; sabah karşı TBMM’de bir yasal düzenleme yapılmıştı. Gece yarısı yapılan değişiklikten Genelkurmay Başkanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı’nın bilgisi yoktu. Birinci değişiklik ile; askeri şahısların askeri mahallerde işledikleri suçlar nedeniyle Özel Yetkili Mahkemeler tarafından yargılanmalarının önü açılıyordu. Bu madde, Anayasa’ya aykırı idi. 26 Haziran 2009’da yapılan yasa değişikliği üzerine Albay Çiçek tekrar ifade vermeye çağrıldı. İfadeye çağrıldığı gün 30 Haziran 2009 idi. O gün Milli Güvenlik Kurulu toplantısı vardı. Belki de o günü özellikle seçmişlerdi. Toplantı esnasında 26 Haziran’da yapılan yasa değişikliğinin, Anayasa’ya aykırı olduğunu açıkça belirttik. Ancak, görüşlerimiz dikkate alınmadı. O gece tutuklanan Albay Çiçek; 18 saat geçmeden tahliye edildi. Daha sonra, Anayasa Mahkemesi de değişikliğin bu maddesini iptal etti.
İkinci değişiklik ise, her halükarda sivil şahısların askeri mahkemelerde yargılanmalarına son veriliyordu. Bu madde tartışmalı idi. Başlangıç da, doğal uygun bir değişiklik olarak da görülebilir. Ancak, unutulmasın ki bu değişiklikten ilk faydalanacak kişiler, Kayseri’de haklarında askeri savcılık tarafından soruşturma açılan ancak o günde yakalanamayan beş sivil kişi olduğudur. Olaylar, yasa değişikliğinin zamanlaması, yasa değişikliklerinden nasıl ve kimlerin faydalandığı, bu yasa değişikliklerinin Cemaat tarafından istenildiğini göstermektedir.”
İddia edilen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nın komplosunun burada bitmeyeceğini ve Cemaat’in bu konudaki başarısızlığı kabul etmeyeceğine dikkat çeken Başbuğ, “Kamuoyunda “Amirallere Suikast” soruşturması olarak bilinen Gölcük operasyonu 15 Temmuz 2009’da İstanbul Emniyet Müdürlüğüne ulaşan isimsiz ve imzasız bir e-posta ihbarıyla başladı. Donanma Komutanlığında görevli bazı teğmenler ile askeri okul öğrencilerinin uyuşturucu ve fuhuş temelli örgütsel faaliyetler içerisinde oldukları iddia ediliyordu.
İstanbul Emniyet Narkotik Şube Müdürlüğünün hazırladığı “sanık karar takip formu” incelendiğinde çarpıcı bir gerçek ortaya çıkıyordu. Belgenin üzerindeki tarih 28 Haziran 2009 idi. Demek ki, soruşturma e-posta ihbarı ile başlatılmamıştı. Komplo planlanmıştı. İstanbul Harp Akademileri Komutanlığı diploma töreninde karşılaştığım; İstanbul Valisine bu yapılandan çok rahatsız olduğumuzu söyledim. Vali, Başbakan’a bilgi verip müsaade istedikten sonra, Ankara’ya Genelkurmay Başkanlığı’na geldi. Vali’nin elinde iddia edilen “Kafes Eylem Planı” vardı. “Kafes Eylem Planı”, 21 Nisan 2009 günü ilginç bir şekilde Levent Bektaş’ın işyerinde bulunduğu ileri sürüldü. Anlaşılan geçen sürede polis bu komplo planı üzerinde çalışmıştı. İddia edilen planı karargah inceledi. Gecikmesiz olarak, incelenmek üzere Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na “Kafes Eylem Planı” gönderildi. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, ortada bir delil veya bilgi bulunmadığı için askeri savcılık tarafından soruşturma açılmasına gerek duymadı. Ancak, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 5 Kasım 2009’da “Kafes Eylem Planı” soruşturmasını açtı. Poyrazköy ve Amirallere Suikast soruşturmaları sonunda hazırlanan iddianameleri incelemeyi müteakip; 10 Şubat 2010 günü bir gazeteye röportaj verdim. Amacım, kamuoyunu bilgilendirmekti. Röportajda şu konulara değinmiştim. “Bir denizaltıda bomba patlatıp çoluk çocuğun ölümü ile kaos yaratılacağı iddia edilmektedir. Bulunan patlayıcı ise yarım libre TNT ile iki burgu patlayıcı. Toplam 400 gram Patlayıcılar, buradaki kripto cihazlarının düşmanın eline geçmesini önlemek üzere eskiden konulduğu belli. Usulüne göre imha edilmemiş. 450 gram patlayıcı denizaltıyı batırır mı? Hayır. Gemiye ziyaret için gelen çocukları öldürmek için konulduğunu iddia etmek saçmalıktır. İddianamenin suçlar bölümünde amirallere suikast ile ilgili bir satır var mı? Hayır. Bu denizciler kendi komutanlarına dahi suikast yapacaklar diye, yazan, çizen, bağıranlara ne oldu? Bunun hesabını kim verecek, böyle rezillik olur mu? Deniz Kuvvetleri sürekli gündemde, neden? Karadeniz’in önemi giderek artıyor. Doğu Akdeniz’inki zaten malum. Milli Gemi projesi ile artık kendi gemilerimizi üreteceğiz. Bize karşı yapılanların arka planını biliyoruz. Birileri gerekeni yapar diye susuyoruz ve bekliyoruz. Ama, bununda bir sınırı var.” Bu konuşmada, hakkımda hazırlanan iddianamede yer aldı. Suçlama yine aynı idi: “Ergenekon Davasını” kamuoyu gözünde itibarsızlaştırma ve yargılamayı etkileme.
Peki ne oldu? Ekim 2015’de “Kafes Eylem Planı”, “Amirallere Suikast”, “Gölcük Belgeleri” gibi davaların birleştirildiği 84 sanıklı “Poyrazköy’de Ele Geçen Mühimmat” davasındaki bütün sanıklar beraat etti” diye konuştu.

“KOMPLOCULAR; İDDİA ETTİKLERİ “İRTİCA İLE MÜCADELE EYLEM PLANI” İLE GİRDİKLERİ ÇIKMAZDAN ÇOK RAHATSIZLARDI”
7 Ağustos 2009 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı suç yerinin Ankara olması nedeniyle “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” ile “TSK’ni aşağılama ve hakaret suçu”na ilişkin soruşturmanın Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülmesini istediğini sözlerine ekleyen Başbuğ, “ Bu karar çok önemli idi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı iddia edilen planın birileri tarafından üretildiğini ve bunların amaçlarının ise TSK’ne bir komplo/kumpas kurulması olduğunu bir noktada kabul ediyordu. Bu aslında, çok önemli bir kırılma ve dönüm noktasını oluşturuyordu. Komplocular tam bir panik haline girmişlerdi. Komplocular; iddia ettikleri “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” ile girdikleri çıkmazdan çok rahatsızlardı. Medyadaki rüzgar aleyhlerine dönmüştü. Çıkış yolu aradılar. Çözüm; 30 Eylül 2009 günü Savcı Zekeriya Öz’e gönderilen bir ihbar mektubunda bulundu. İhbarcı, mektuba göre bir subaydı. İhbarcı subay mektup ile gönderdiği “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın ıslak imzalı olan dosya suretini 12 Haziran 2009 günü klasörden almıştı. Neden 3,5 ay bekledi? Kimse bu konunun üzerinde durmadı. Öz, ihbar mektubu kendisine ulaşır ulaşmaz; 16 Ekim 2009 günü mektubu Adli Tıp Kurumu Başkanlığı’na gönderdi. Olay; 23 Ekim 2009 günü basında yer aldı. İşin ilginç yönü 19 Ekim 2009 günü de Habur olayı yaşanmıştı. Bu iki olay arasında bir ilişki olduğu şüphesini çok kişi taşımaktaydı. İddia edilen planın üzerindeki “ıslak imza”nın incelenmesinin yapılması ise tam 3,5 ay sürdü. Karar, dört üyenin muhalefeti ile çıktı. Bir imzanın incelenmesi bu kadar süremez. Bu akla, arzu edilen bir şekilde raporun çıkması için kadrolaşma için harcanan sürenin, 3,5 ay aldığını getirir.
11 Kasım 2009 günü, ifadeye çağrılan Alb.Çiçek tutuklandı. Giydiği eldivenler ile “ıslak imzalı” planı ele alan, Çiçek defalarca, planın üzerinde bulunan parmak izlerinin incelenmesini talep etti, bu talepler hiçbir zaman dikkate alınmadı. Çünkü, hazırlanan plan üzerinde komplocuların parmak izleri vardı.
Başbakan, iddia edilen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nın yer aldığı ihbar mektubuna ilişkin kendisine sorulan soruya, 8 Kasım 2009 günü şöyle cevap vermişti:
“Genelkurmay Başkanı ile İrtica İle Mücadele Eylem Planı ile ilgili aramızda bir sorun, güven sorunu yok.” 27 Ekim 2009 günü Erzincan Çatalarmut Köyü yakınında bulunan DSİ barajında mühimmat bulundu. Mühimmatı bulan, “Göyne” isimli bir gizli tanıktı. İfadesi şöyleydi: “Balık tutmak için göle gittiğimde göl sularının çekilmiş olduğunu gördüm. Biraz dikkatle baktığımda yan taraflarda bir adet el bombasının olduğunu gördüm, etrafa saçılmış çok sayıda mermilerin ve el bombalarının olduğunu görünce, görüşmekte olduğum polis memuruna telefonla ihbarı yaptım.” Mühimmatları bulan vatandaş gizli tanık yapılıyor. Nasıl oluyor ise; o vatandaş ihbarı arkadaşı olan polise yapıyor. Gerçekten, inanılması zor bir durum. Daha sonra tutuklanan MİT personeli, Çatalarmut’taki mühimmatı oraya polisler koydu diye ifade verdi. 10 Aralık 2009 günü 3.Ordu Komutanı Erzurum Özel Yetkili Savcılığı tarafından ifade vermeye çağrıldı. Bu bir ilkti. Görevi başında, bir Ordu Komutanı, şüpheli olarak ifade vermeye çağrılmıştı. Mazeret gösterilerek, Ordu Komutanı ifade vermeye gönderilmedi. Kasım ayı içerisinde Deniz Kuvvetleri personeline yönelik büyük bir karalama kampanyası da yürütülmüştü. Soruşturmaların bir Ordu Komutanına kadar uzaması, TSK personeli üzerinde büyük etki yaratmıştı. Bunun üzerine, 3.Ordu bölgesine giderek, personele moral desteği verilmesinin uygun olacağı düşünüldü. 17 Aralık 2009 günü Trabzon’a gidildi. Trabzon limanında bulunan Oruç Reis Fırkateyni’nde bir konuşma yaptım. Konuşma yeri için bir Fırkateyni seçmemin nedeni, Deniz Kuvvetleri personeli üzerinde olumlu etki yaratmaktı. Ergenekon savcı ve hakimleri, konuşmanın bütününe bakmadan, bir cümleyi saptırarak, Oruç Reis’in kişiliğinden hareket ederek anlamsız suçlamalarda bulundular. Üzerinde durdukları cümle şu idi; “TSK’ne karşı yürütülmekte olan asimetrik psikolojik harekata ilişkin bazı hususlara değinmek istiyorum. Bu konulara TCG Oruç Reis Fırkateyni’nde değinmemin özel anlamı var.” Halbuki, daha öncede değindiğim gibi, Oruç Reis Fırkateyni’ni seçmemin nedeni, Deniz Kuvvetleri personeline moral vermekten ve TSK’ne karşı yürütülen asimetrik psikolojik harekata değinmekten başka bir şey değildi” dedi.
“Balyoz” davasının TSK’ya vurulan en büyük darbe olduğuna dikkat çeken Başbuğ, şunları söyledi:
“Bu darbe ile, pek çok değerli Türk Silahlı Kuvvetleri personelinin, TSK’nden ilişiği kesilmiştir. Tarih, bu davayı bir ülkenin, kendi ordusuna yapabileceği en büyük ihanet olarak yazacaktır. Bundan, hiç şüphem yok. Yeniden yargılanma neticesinde, 7 arkadaşım dışında herkes bu davadan beraat etti. O arkadaşlarımın da beraat edeceğine yürekten inanıyorum. 30 Ağustos 2010’da emekli oldum. Herhalde, benimle hesaplaşmak için emekli olmamı beklediler. Suçlama içinde “İnternet Andıcı” nı seçtiler. İnternet Andıcı internet sitelerini konu alan, metin kısmı iki sayfadan ibaret tamamlanmış bir karargah çalışmasıdır. Andıçın içinde suç unsuru teşkil edecek bir husus kesinlikle yoktur. Ama, Ergenekon Savcıları ve hakimleri için bu önemli değildir. Onlar, bu andıç vasıtasıyla, kara propaganda ve dezenformasyon faaliyetlerinin icra ve organize edildiğini ileri sürerken, o anda ve ilerde Genelkurmay Başkanlığı’nda bu amaçla kullanılabilecek hiçbir internet sitesi olmadığını görmeyecek kadar vicdansız ve üzerlerine cüppe giydirilmiş zavallılardır. İnternet Andıcı ile bana ulaşmak için, karargahımdaki personeli de tutuklayıp, ceza evine koymaktan çekinmeyecek kadar gözü dönmüş, böyle bir mahkemede savunma yapmayı uygun görmedim. 7 Haziran 2013 günü, Mahkeme de yaptığım genel değerlendirmemi, şu sözlerim ile bitirmiştim:
“Eğer İnternet Andıcı adlı sanal davanın asıl amacı-ki ben öyle olduğunu düşünüyorum- Genelkurmay Başkanlığı Karargahı’nda benim komutam altında çalışan ve sadece yasal bir belge olan İnternet Andıcı üzerinde parafeleri bulunan sivil memurundan orgeneraline kadar tüm personelin üzerlerine basarak Genelkurmay Başkanı’na yani bana ulaşmak ise, bu silah arkadaşlarımı bırakınız gitsinler. Ne yapacaksanız bana yapınız.Buradayım. Dimdik ayaktayım.”

“BUGÜN OYNANAN OYUNUN BAŞ AKTÖRLERİ DEĞİŞMİŞ OLABİLİR, ANCAK OYNANAN OYUN DEĞİŞMEMİŞTİR”
Tarihin, ilerisini göremeyenler için acımasız olduğunu kaydeden Başbuğ, “Osmanlı Kürtlerinin 20. Yüzyılın başında, kendi iradeleri dışında, büyük devletlerin uyguladığı Ortadoğu politikası neticesinde; üç devlet arasında, yani Türkiye, Irak ve Suriye olarak bölünmesi Türkiye açısından, bir iç ve dış güvensizlik ortamı yaratmıştır. Bugün oynanan oyunun baş aktörleri değişmiş olabilir, ancak oynanan oyun değişmemiştir. Irak’ın Kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kuruluşu, sadece zaman meselesidir. PKK, belki de beklemediği bir şekilde, Suriye’nin kuzeyinde kendi topraklarına sahip olma ışığını görmüştür. Türkiye’deki etnik Kürt milliyetçileri ise, temelde iki ayrı millet olma iddiasını savunmaktadırlar. Bu ayrılıkçı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın sonu; bağımsızlıktır. Bu gelişmeler karşısında Türkiye bölgesinde güçlü olmalıdır. Bunun için yapılacak ilk iş; Türk Ordusu’nun kırılan gurur ve onurunun tamir edilmesidir. Bunun gerçekleşmesi aynı zamanda Türk Milletinin adalete karşı duyduğu güveni de tazeleyecektir. Bir Genelkurmay Başkanı’nın Özel Yetkili Savcılar ve hakimlerin yaptığı gibi, suçlanması, hiçbir zaman kişisel suçlama olarak kabul edilemez. Bu suçlama, gerçekte onun şahsı üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yöneltilen ağır bir suçlamadır. Amaç; Türk Ordusunun gurur ve onurunun kırılmasıdır. Onlar tarafından suçlanan, Genelkurmay Başkanı ne yapmıştır? Sadece; Atatürk’ün bir subayı olarak, O’nun “Hayat demek mücadele demektir. Hayatta başarı kazanmak, mutlaka mücadelede başarı kazanmaya bağlıdır” sözüne sadık kalarak, yalnız görevde bulunduğu süreçte değil, hayatının son dakikasına kadar mücadeleye devam etmiştir ve etmektedir. Eski itibarına kavuşan Türk Ordusunun başaramayacağı hiçbir şey yoktur. Çünkü bu Ordunun mayası sağlamdır. Çünkü bu Ordu, Mustafa Kemal Atatürk’ün Ordusudur. Bu Ordu, Atatürk’ün dediği gibi:
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusudur. Ancak, geçtiğimiz dönemde Atatürk’ün Ordusuna ihanet edilmiştir. İhanetin kimler tarafından planlandığını, uygulandığını ve desteklendiğini konuşmamın önceki bölümlerinde ortaya koydum. George W.Bush yönetimi, TSK’ne karşı oynanan oyunu desteklemiştir. Siyasi iktidar “Ne istediler de vermedik” ve “aldatıldık” ifadeleri ile Cemaate gerekli desteği verdiklerini, zaten kendi sözleriyle açıkça
belirtmiştir. Cemaat ise işlenen hukuk cinayetlerinin asli failidir. Bu cinayeti yargı ve emniyet içine yerleştirdikleri kadroları vasıtasıyla işlemiştir. Siyasi iktidarlar, siyasi partilerdir. Başı bellidir, sonu bellidir. Ne olursa olsun partiler ile hukuk çerçevesinde kalarak mücadele edilebilir. Sonuçta, seçimler ile millet siyasi partilerden hesap sorar. Ama Cemaat, başı bellidir ama sonu belli değildir. Görülmezdir. Hele bu yapı Devleti ele geçirmeyi hedeflemiş ise, bu tehdidi görmezlikten gelemezsiniz. Hanefi Avcı, son kitabında “17 Aralık’ta başlayan operasyonun amacının yolsuzluğu ortaya çıkarmak değil darbe olduğunu, rakibini devirmeyi ve iktidarı ele geçirmeyi hedeflediğini, ortada evet bir yolsuzluğunda olabileceğini ancak, Cemaatin hiçbir zaman yolsuzluğu önlemek ve bu yönde görev alma gibi bir hedefinin olmadığını” yazmıştır. Bu çerçevede, elbette Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en önemli ve en büyük sorunlardan birisi; Cemaatin illegal yapılanmasıdır. Yalnız bu düşünceyi bazıları gibi ben ilk defa bugün dile getirmiyorum. Genelkurmay Başkanlığı dönemimde açıkça bu tehdide işaret ettiğim, herkesin malumudur. Her şey, net olarak ortadadır. Hala durumu anlamamakta ısrar edenlere, iki hukuk adamının sözlerini hatırlatmak isterim: Yargıtay Birinci Başkanı; 1 Eylül 2015’de yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Son yıllarda, gündemin ön sıralarında yer alan davalarda temel kurallara aykırı şekilde yapılan adli işlemler Türk kamuoyunu ciddi şekilde meşgul etmiş ve uluslar arası alanda da bunun yansımaları olmuştur. Hukuka aykırı işlemlerin hedefi olan gazetecilerin, siyasetçilerin, hakim ve savcıların, bürokratların ve kritik noktalardaki Silahlı Kuvvetler mensupları ile emniyet görevlilerinin toplum ve devlet hayatı açısından taşıdıkları önem dikkate alınırsa, söz konusu ihlallerin adalet sisteminin rutin işleyişinden kaynaklanan münferit hatalardan ayrı bir şekilde değerlendirilmesi gerekir.” Yargıtay Birinci Başkanı; açık şekilde “kritik noktalardaki Silahlı Kuvvetler mensuplarının” hukuka aykırı işlemlerin hedefi olduklarını, bu kişilerin devlet hayatı açısından taşıdıkları önemin dikkate alınmasını ve yapılanın rutin işleyişinden kaynaklanan münferit hatalar olarak görülmemesine işaret etmektedir. HSYK 2. Daire Başkanı 21 Eylül 2015 günü basına yansıyan konuşmasında ise şu noktaya temas etti: “Yasa dışılığa, adalet ülküsü dışında hareket eden, hukuk zemininde kalmayan eylemlere göz yumulduğunda neler yaşandığını, yakın bir geçmişte,
Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, İzmir ve İstanbul Casusluk, Hanefi Avcı, İlhan Cihaner, Ahmet Şık, Nedim Şener soruşturma ve davalarında hep birlikte gördük, izledik ve ders aldık.” HSYK 2. Daire Başkanı da, başta “Ergenekon” davası olmak üzere, bu davalarda yaşanan hukuksuzlukları gördüklerine ve buralardan ders çıkardıklarına değinmektedir. Her şey bütün çıplaklığı ile ortadadır. Adeta “düşman hukuku” uygulanarak suçlananlar, cezaevlerinde yıllarca tutulanlar, bugün Türk Milletinin gözünde suçsuzdurlar, çoktan beraat
etmişlerdir. Ya bu süreçte hayatını kaybedenler? Onları geriye getirebilecek bir güç var mıdır? Ortada yapılacak iki şey kalmıştır: Birincisi, bu süreçte zarar görenlerin “itibarlarının” geri verilmesi, böylelikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kırılan onur ve gururunun tamir edilmesidir. İkincisi ise, bu komploları planlayan, icra eden ve açıkça destekleyenlerin yargı önüne çıkartılarak, adil şekilde yargılanmasıdır. Hala önümüzde zaman ve şans olduğunu düşünmekteyim. Heyetinizin bu tarihi fırsatı en iyi şekilde kullanacağına ilişkin inancımı koruyorum” ifadelerini kullandı.
(İHA)
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
TÜRKİYE GÜNDEMİ
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
ÇOK OKUNAN HABERLER