Genel

El Aksa: Ortadoğu duvarında asılı silah

Son yıllarda yaşanan gelişmeler, İsrail siyasetinin yönü, Filistin halkının direniş kararlılığı, konunun hassasiyeti, uluslararası toplumun davranışları, ilgisi ya da ilgisizliği bu çatışmayı kaçınılmaz kılıyor.

El Aksa: Ortadoğu duvarında asılı silah
26-07-2017 14:39
İSTANBUL (AA) - Yazının sonunda söyleyeceğimizi en baştan belirtelim; lafı dolandırmadan kitabın ortasından konuşalım: El Aksa krizinde, beklenen bir gün mutlaka olacaktır. Kudüs yüzünden Filistin'de bir çatışma er ya da geç yaşanacaktır. Bu çatışmanın tüm bölgeye yayılmayacağının garantisi yoktur. Şu an Arap dünyasındaki parçalanma, Irak ve Suriye de yaşanan gelişmeler bile, bir yönüyle bu kaçınılmaz savaşın hazırlık süreci olarak değerlendirilebilir. Son yıllarda yaşanan gelişmeler, İsrail siyasetinin yönü, Filistin halkının direniş kararlılığı, konunun hassasiyeti, uluslararası toplumun davranışları, ilgisi ya da ilgisizliği bu çatışmayı kaçınılmaz kılıyor.

Ünlü yazar Anton Çehov'un roman yazımıyla ilgili söylediği ama bugün çok daha yaygın bir alana, siyasete, uluslararası politikaya uyarlanabilen darbımeselinde belirttiği gibi, oyunun başında sahnede bir tüfek varsa, o tüfek oyunun sonunda mutlaka patlayacaktır. İşte bugün için El Aksa camii ve Harem-i Şerif, Ortadoğu'da duvarda asılı olan o silahtır. Günü geldiğinde patlayacaktır. Son iki haftadır İsrail'in Harem-i Şerif 'e girişle ilgili ortaya koyduğu fiili kısıtlamalar ve buna gösterilen tepki, o günlerin ne kadar yakın olabileceğinin habercisidir. Mesele, El Aksa'daki bu gerilimin, bu yüksek çatışma ihtimalinin, İsrail'de daha sağduyulu bir siyaset gelişene kadar ertelenip ertelenemeyeceğidir.

Harem-i Şerif 'in Yahudileştirilmesi
Aylardır, hatta yıllardır bir kenara itilen, göz ardı edilen, adeta unutulan Kudüs meselesi 14 Temmuz'da bir terör saldırısıyla yeniden önümüze geldi. 14 Temmuz Cuma sabahı İsrail'deki Umm'l-Fehm kentinden üç İsrail vatandaşı Filistinlinin Harem-i Şerif'e soktukları silahla gerçekleştirdikleri saldırı iki İsrail askerinin ölümüyle sonuçlandı. Saldırganlar olay yerinde, kutsal mekanın avlusunda öldürüldü. Gerek Filistin Yönetimi gerekse olayı değerlendiren Müslüman ülkeler saldırıdan dolayı üzüntülerini bildirdiler ve kutsal mekanın bu tür şiddet olaylarına sahne olmasını kınadılar.

Ancak İsrail yönetimi saldırıyı bir fırsat olarak gördü. Kutsal mekana girişleri, saldırıyı gerekçe göstererek kısıtladı. Metal detektörler getirilerek kontrol noktaları oluşturdu. 50 yaş altındaki Müslümanların Cuma namazına girişlerini yasakladı. Uygulamaları protesto etmek için Filistinlilerin detektörlerden geçmeyi reddetmesi, El Aksa camiini ve avlusunu tenhalaştırdı. Belki de İsrail yönetiminin Harem-i Şerif'i ele geçirme politikasının yeni bir safhası böylece uygulamaya konulmuş oldu: Kutsal mekanı "Müslümansızlaştırmak", bu durumu bir süre devam ettirmek, ardından burayı da Doğu Kudüs'te 15 yıldır yapıldığı gibi Yahudileştirmek. Kulağa komplo teorisi ve spekülasyon gibi gelen bu sav, bölgeyi takip eden, olayların geçmişini bilen, 100 yılda nereden nereye gelindiğini değerlendirenler için göz ardı edilemeyecek kadar gerçekçi bir ihtimaldir. İsrail devletinin kurulması, küçük yerleşim birimlerinin genişlemesiyle başlayan bir süreçtir. 1990'lı yıllarda elinizi kolunuzu sallayarak girebildiğiniz Filistin kentleri, 20 yılda etrafı yüksek duvarlarla çevrili açık cezaevlerine dönüşmüştür.

Üstelik İsrail açısından Harem-i Şerif'in önemi büyüktür ve buradaki emelleri bir sır değildir. Harem-i Şerif'in batısındaki istinat duvarı Yahudilerin ‘Ağlama Duvarı'dır. ‘Kutsalların kutsalı’dır ve Hazreti Süleyman'ın tapınağının ayakta kalan son duvarı olduğuna inanılır. Geçmişte Babil ve Roma tarafından yıkılan Yahudi tapınaklarının yerine üçüncüsünü inşa etmek radikal Yahudi grupların en büyük idealidir. 1967 savaşında Kudüs İsrail tarafından işgal edildikten hemen sonra, Ağlama Duvarı'nın bulunduğu sokakta yer alan koskoca bir Fas Mahallesi, alan açmak için yıkılmıştır. 2000'li yıllarda dönemin başbakanı Şaron, Ağlama Duvarı'ndan Mescid-i Aksa avlusuna bir platform inşa ederek doğrudan giriş sağlamıştır. Yani İsrail yıllardır milim milim Harem-i Şerif'e ulaşmak için hamleler yapmaktadır. Bu nedenle, son saldırıdan sonra kapılara metal detektörlerinin konulması basit bir güvenlik önlemi olarak değerlendirilemez.

İsrail'de sağın merkeze oturması
İsrail siyasetinin merkezi 2001 yılından itibaren ciddi bir biçimde sağa kaydı. İsrail sağının en önemli isimlerinden Ariel Şaron bile, 2005'te İsrail'i Gazze'den çekme kararı aldığında, partisi Likud tarafından adeta aforoz edilmiş, daha "merkezde" dediği Kadima'yı kurmak durumunda kalmıştı. İsrail solunun önemli isimlerinden Şimon Peres de bu girişimde ona katılmıştı. Sonuç, bugün Avigdor Lieberman, Naftali Benett gibi radikal sağcı isimlerin hükümette yer almaları ve politikaları belirlemeleri, Başbakan Netanyahu gibi sert sağcı bir ismi bile zaman zaman "mutedil" görünür kılmalarıdır.

2000 yılında Camp David görüşmelerinin çökmesinden sonra İsrail, Filistinlilerin Sabra ve Şatila katliamlarıyla hatırladığı Ariel Şaron'un başbakan olmasıyla birlikte, ‘tek taraflılığı’ politika olarak benimsedi. Bu politika uyarınca, Oslo Barış Süreci ile Filistinlilere sunulan imkan ve haklar tek tek geri alınmış, Batı Şeria'nın sınırları duvarla tek taraflı olarak çizilmiş, Kudüs'te Yafa caddesinden geçen tramvay Doğu Kudüs'e uzatılarak Yahudilerin buraya yerleşmesi desteklenmiş, buradaki Filistinliler imar politikaları marifetiyle göçe ya da kötü koşullarda yaşamaya zorlanmıştır.

Kudüs ve çevresinde yeni açılan yerleşim yerleri, kentin fiili olarak Batı Şeria'dan neredeyse tamamen koparılmasına, nüfus dengesinin Filistinliler aleyhine bozulmasına neden olmuştur. Böyle giderse, 15, 20 yıl sonra Doğu Kudüs'teki Filistin varlığı tamamen marjinalleşecek, başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin Devleti teknik olarak gerçekleştirilemez hale gelecektir. Eski Kudüs'teki Müslüman mahalleleri ve Harem-i Şerif ‘son kale’ olarak kuşatılacak ve bir süre sonra burası da Yahudileştirilmeye çalışılacaktır. Mescid-i Aksa'daki kontrollerin arttırılması bu çerçevede düşünülmelidir. Peki ama bu süreci ne durdurabilir?

İsrail'i kim durduracak?
İsrail'in Kudüs'te attığı adımlar, ön cepheyi dağıtma çabaları, son dönemde İsrail'de yaşayan İsrail vatandaşı Arapları (Filistinlileri) da işin içine çekiyor. Uzun yıllar şiddet olaylarının dışında kalmaya özen gösteren, Filistin siyasetinin dışında duran İsrailli Arapların Kudüs meselesine müdahil olması, İsrail açısından en büyük endişe kaynağıdır. Abbas ve El Fetih'in etkisizleşmesi, Hamas'ın Gazze'den Batı Şeria ve Kudüs'e erişiminin kısıtlı olması, İsrailli Arapları inisiyatif almaya zorluyor. Özellikle Şeyh Raid Salah'ın bu konuda öne çıkması, sürekli dava süreçleriyle etkisizleştirilmeye çalışılması bu açıdan dikkat çekici. Nüfusu bir buçuk milyonu aşan Arapların işin dışında kalması İsrail açısından büyük önem taşıyor. İsrail içinde barış kampı iyice zayıfladığı için, İsrail'in Arap nüfusu Tel Aviv'e karşı fren mekanizmasının en önemli parçası haline gelmiştir.

İsrail açısından ikinci endişe kaynağı, doğu ve batı sınırlarının güvenliğini sağlayan Mısır ve Ürdün ile var olan anlaşmalarının devamını sağlayabilmektir. Mısır'da 1979 Camp David anlaşmalarını sorgulayan Müslüman Kardeşler'in darbeyle iktidardan uzaklaştırılması ve terör suçlamasıyla baskı altına alınması, Suudi Arabistan’ın ve ona bağlı Körfez ülkelerinin tavrı İsrail'i rahatlatıyor. İç savaş öncesi Filistinli grupları destekleyen Suriye'nin kendi sorunlarıyla boğuşması, Esed'in meşruiyetini kaybetmesi, Hizbullah'ın dikkatini Suriye iç savaşına vermesi, yine İsrail'in nefes almasını sağlayan unsurlar. Suriye iç savaşı sayesinde İsrail kuzey sınırını dilediği gibi şekillendirme olanağına kavuştu. Bu savaşın devamı, Suriye'nin güneyinde rejimi ve Hizbullah'ı kendisinden uzak tutacak, kolay yönlendirilecek bir yapının oluşması, İsrail'in hedeflerinden biri. Mısır'ın şu anki tavrı ve Suriye'nin durumu İsrail'e cesaret veriyor.

İsrail'e karşı üçüncü fren mekanizması ise Ürdün. 1967 savaşından önce Şeria nehrinin iki yakasında uzanan Mavera-i Ürdün Emirliği (Transjordan), Kudüs ve Harem-i Şerif'in doğal koruyucusu ve sorumlusuydu. Altı Gün Savaşı'nın sonunda Batı Şeria'nın işgal altında kalmasının ardından, Ürdün Kralı ve ona bağlı vakıf, kutsal mekanların koruyucusu ve hizmetkarı olma konumunu sürdürdü. 1994 yılında imzalanan İsrail-Ürdün Barış Anlaşması'nın 9. maddesi, kutsal mekanlara serbest giriş hakkını kayıt altına alırken Ürdün Kralı'nın buradaki özel ve tarihi rolünü de tanıdı. İsrail'in Harem-i Şerif'e getirdiği yeni güvenlik önlemleri, bu nedenle İsrail-Ürdün barışını da temelinden sarsma potansiyeline sahip. İki ülke arasında geçmişte yaşanan krizlere bakıldığında, İsrail'in Ürdün'ü kızdırmama konusunda hassas davranmasını beklemek doğal. 1997'de Halid Meşal'e yönelik suikast girişiminin ortaya çıkmasının ardından, Ürdün'ün yakalanan İsrail ajanlarını idam edeceğini açıklamasıyla, o dönem başbakan olan Netanyahu geri adım atmak zorunda kalmış ve Hamas lideri Şeyh Yasin'i serbest bırakmak zorunda kalmıştı. Ürdün-İsrail barışının çökmesi Tel Aviv'in doğu sınırlarının güvenliğini tehlikeye atacak bir unsur olduğundan, İsrail bunu korumaya dikkat ediyor. Bu iki ülke arasında ABD'nin desteğiyle yürüyen barışın da çok rahatlıkla bozulabileceğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu açıdan, İsrail'in Harem-i Şerif konusunda Ürdün'ün tavrını dikkate alacağı unutmamalı.

Harem-i Şerif konusunda atacağı adımlarda İsrail'in cesaretini belki de en çok kıracak şey İslam dünyasından gelen sert tepkiler olacaktır. Bu açıdan Türkiye'nin konumu, Türk yetkililerin açıklamaları, Türk kamuoyunun tepkileri büyük önem taşıyor. Her ne kadar bugün Kudüs hassasiyetinde tepkilerin başını Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti çekiyor olsa da, Türkiye'de tüm kesimler, muhalefet partileri ve sivil toplum kuruluşları bu hassasiyeti paylaşıyor. CHP'den yapılan açıklamalar, MHP Genel Başkanı Bahçeli'nin İsrail'e uyarıları ve HDP'den gelen tepkiler de aynı yönde. Türkiye oluşturduğu uluslararası kamuoyuyla İslam ve Arap dünyasına yön verebiliyor. En azından sessiz kalma eğilimindeki ülke liderlerini de tavır almaya zorluyor. Mavi Marmara olayının gölgesi, ne tür bir tepkiyle karşı karşıya kalabileceği hususunda İsrail'i ayık tutuyor. Bu açıdan, uluslararası tepkiler de fren mekanizmasının önemli bir parçası.

14 Temmuz'da başlayan krizde, İsrail'in Birleşmiş Milletler'den gelen uyarıyı fırsat bilerek tepkiler karşısında geri adım atması ve detektörleri kaldırması oyunun sonu değil. Bu büyük mücadelede oynanan rauntlardan biri. Şimdilik Harem-i Şerif ve Kudüs krizi yatıştırılmış görünse de, El Aksa Ortadoğu duvarında asılı silah olarak durmaya devam ediyor.

[İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyesi olan Yrd. Doç. Dr. Bora Bayraktar, aynı zamanda uluslararası ilişkiler, Türkiye ve Ortadoğu alanında deneyimli bir gazeteci ve 'Hamas' kitabının yazarıdır]
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
TÜRKİYE GÜNDEMİ
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
ÇOK OKUNAN HABERLER