Beştepe Millet Kültür ve Kongre Merkezinde düzenlenen Şehircilik Şurası’nda konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, hayatlarında bir tek ağaç dikmediği, ağaç sulamadığı halde dünyanın en çevreci insanı geçinenleri artık dikkate almadığını belirterek, "Esasen bunlar kendilerine taş üstüne taş koydurmamayı hayat felsefesi olarak belirlemiş bir çetedir" açıklamasında bulundu.
"İnsan fıtratı ile mütenasip olmayan her yer zamanla insanın zindanı haline dönüşüyor"
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan Şehircilik Günü ve Şehircilik Şurası sahne gösterisini sunan 9 yaşındaki Nazlı Kaya isimli küçük çocuk, gösterinin sonunda sahnede bulunan kuş sarayını Cumhurbaşkanı Erdoğan’a verdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Hayatın hızla aktığı, mesafelerin, sınırların anlamının değiştiği, ilişkilerin karmaşık hale geldiği dönemde yaşıyoruz. Bu yeni dönem, yol açtığı sıkıntılar yanında ulaşımdan iletişime, alt yapıdan inşaat teknolojisine kadar pek çok farklı alanlarda bize büyük imkanlar sunuyor. Mesela daha önce aylar sürecek yolculukları birkaç saat içinde gerçekleştirebiliyoruz. Dünyanın en ücra köşesindeki bir hadiseden saniyeler içinde haberdar olabiliyoruz. Yapı teknolojilerindeki yeniliklerle beraber yüzlerce katlı binaları kısa sürede tasarlayabiliyor, birkaç saat içinde inşa edebiliyoruz. Bizden önceki nesillerin yaşanılmaz bulduğu bölgeler, şuan milyonlarca insanın hayatını sürdürdüğü büyük metropollere dönüşmüş durumda. Modern dönem ile birlikte gelişmeye başlayan makine, çelik ve beton teknolojisi insanın eline dünyanı değiştirme inşa etme, biçimlendirme noktasında bir güç veriyor. İnsanoğlu bu gücün verdiği şımarıklıkla belki de tarihte ilk defa kendisini yaşadığı çevrenin yegane hakimi olarak görmeye başladı. Diğer varlıklara ve canlılara saygı anlayışı, paylaşma kültürü yerini tahakküme bıraktı. Modern insanın yaşadığı bu güç, güç zehirlenmesine dönüştü. Maalesef beraberinde de yabancılaşmayı getirdi. Böyle olunca da insan sadece kendisine değil, herkese ve her şeye yabancılaştı. Bugün modern bireyin gözünde kendi dışındaki tüm varlıklar, yaradılışta ortakları değil, sınırsız güç mücadelesinde kontrol altına alınması gereken rakipleridir. Tarihte insanının heveslerinin bu derece kutsandığı bir başka dönem vaki değildir. Şuan dünyanın kronik sorunları haline gelen hiçbir meseleyi bu anlayışın dışında değerlendiremeyiz. Çarpık kentleşme, çevre kirliliği, sosyal buhranlar, yıkıcı rekabet, hatta terör olayları ve savaşlar modern insanın tasavvurunda meydana gelen bu köklü değişikliğin birer tezahüründen başka bir şey değildir. Şüphesiz bu zihinsel yozlaşmanın menfi etkilerini en çok hissettiğimiz alanların başında şehircilik uygulamaları geliyor. Belediye başkanlığı yapmış bir kardeşiniz olarak, önümde bir tespit var. İstanbul’un şehirleşme tarihi ile alakalı, İtalyan mimar Baroncelli’nin 4. yüzyıl ve 6. yüzyılda İstanbul’a bakışını görüyoruz. O zaman bakıyorsunuz ki, kaçak yapılaşma veya gecekondu gibi noktasal bazı durumları görüyorsunuz. Süre geçtikçe, 1994’te İstanbul’a belediye başkanı olduğumda, çok ilginçtir, göreve geldiğimde İstanbul’daki gece kondu sayısı 640 bindi. İstanbul’un nüfusu o zaman 8 milyon. Görevi bıraktığımızda gecekondu sayısı 110 bine düşmüş, bunların içinde kaçak yapılaşma da ayrıca var, bütün bunlarla beraber o günden bugüne ne yazık ki, gerek gecekondulaşma gerek kaçak yapılaşma devam ediyor. Bu bir şehrin mimaride ruhunu okumanın gönül ile ilişkili olduğunu okuduk, bu işin bir zihinsel yanının olduğu, gönülle ilişkisinin nasıl kurulduğunu okuduk. Çünkü şehirleri inşa ederken onlara kendi ruhumuzdan da üfleriz. Hacı Bayram Veli Hazretleri ‘Nagehan oldum, şehre vardım, onu yapılır gördüm, ben dahi bile yapıldım, taş ve toprak arasında’ diyor. Bu kadar bu imar önem arz ediyor. İnsan inşa ettiği şehirlerde kendini de ortaya koyar, kendini de gösterir. Şehirler bu açıdan kurucularının, sakinlerinin, üzerinde daha önce yaşayanların adeta aynası gibidir. Hayata nasıl bakıyorsak, dünyayı nasıl idrak ediyorsak, yaşadığımız şehirlere de öyle şekil veririz. Tasavvurumuz nasılsa inşa ettiğimiz şehirlerin mimarisi de öyledir. Yahya Kemal’in tespitleri ile ifade edecek olursak, ‘Ecdat bir yere yerleşeceği zaman önce mescidini yapar, onun yanına hamamını kondurur, yakınına da mezarlığını seçer. Solmadığı ve yekpare olduğu için tevhidin temsilcisi olarak gördüğü selvilerini diker, sonra bunların etrafına evlerini inşa ederdi ve böylece toprak imana gelirdi’ diyor. Şimdi yeşillik arıyorsanız mezarlıkların orada bulursunuz. Bu tür sıkıntıları yaşıyoruz. Selvi, endamlı selvi, nerede? Mezarlıklarda. İstanbul’da selviyi bulacaksan Karaca Ahmet Mezarlığında bulursun. Bizim kültürümüzde işte şehirler böyle kurulur. Şehirlerin sultanı olan ve bir semtini sevmenin dahi ömre bedel olduğu İstanbul da böyle bir şehirdir. Şehirlerin anası Kahire de böyle bir şehirdir. Buhara, Tebriz, Semerkant, Kudüs, Medine, Bağdat, Şam, medeniyetimizin tüm şehirleri insanı, fıtratı, aşkın olanı merkeze alan mekanları ifade ediyor. Merhum Tanpınar, bu tasavvuru ‘Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı’ diyerek tanımlıyor. Şehir kurmak için böyle bir gönül bağı gerekir. İnsanın var oluş gayesini unutarak dünya üzerinde hakimiyet kurmayı hedefleyen mevcut paradigma, önce böyle bir inceliğe saldırdı. Acaba şuanda artık kuşlara ev yapmayı düşünen var mı? Böyle bir anlayış kaldı mı? Bu hassasiyet çok önemli. O kuşlar nerede barınacağını, nerede yiyeceğini, içeceğini iyi biliyorlar. Bugünkü şehirlerimiz maalesef insan fıtratını değil, bireysel hırsları merkeze alan bir bakış açısı ile inşa ediliyor. İnsan fıtratı ile mütenasip olmayan her yer zamanla insanın zindanı haline dönüşüyor. Bu sebeple günümüz şehirleri insana huzur vermiyor. Beton, beton, beton. Orada ruh ve huzur yok. Bu huzuru yeniden bulmak için biz yöneticiler başta olmak üzere tüm belediyelere ciddi işler düşüyor. İnsan bizzat kendi elinin ürünü olan şehirlerde dünyasını karartan ruh hali ile oradan oraya savrulup duruyor. Onca ihtişama rağmen dünyadaki metropollerin insanı mutsuz etmesinin sebebi budur. Bazen sohbet edersiniz ‘Amerika’nın Manhattan’ı var.’ Manhattan’ın nesi var? Ruh yok o Manhattan’da. Girdiğiniz zaman yazın o aydınlık günlerinde bile bir karanlık dünyaya girersiniz. Halbuki güneşten nasibini almak önemli değil mi? Orada onu bulamazsınız. Tamamen karanlık bir dünyayı görürsünüz. Paralı olan Manhattan’da yaşamaz. Onlar New York’un kenarında yaşamayı tercih ederler. Sorunların kaynağını doğru tespit etmek çözümün ilk adımıdır. Bizlerin şehircilik noktasında yüz yüze kaldığı meseleler ülkemizle birlikte dünyanın pek çok yerinde çeşitli derecelerde yaşanıyor. Bizim birçok açıdan iyi bir konumda olduğumuzu söyleyebiliriz. Üzerinde oturduğumuz binlerce yıllık tarihi birikim tüm hoyratlığımıza ve tüm ihmalkarlığımıza rağmen hala canlıdır. Şehircilik konusunda asırlara sari bir müktesebata ve geleneğe sahibiz. Şairlere ilham olmuş. Masallara mekan olmuş şehirlerimiz var. Kadim şehirlerimiz son 1 sırdır yaşadığı aşırı göçe, işgale rağmen ayakta kalmayı sürdürüyor" ifadelerini kaydetti.
"İstediğiniz kadar çırpının, ne yaparsanız yapın. Böyle yapa yapa 10 yılımızı yediniz. Artık daha size tahammül yok"
Özellikle son 15 yılda ülkedeki 81 vilayetin birikmiş sorunlarının çözümü konusunda tarihi nitelikte adımlar attıklarını söyleyen Erdoğan, "1950’lirden itibaren başlayan, özellikle 1970 ve 1980’lerde zirveye çıkan düzensiz göç, çarpık kentleşme, gecekondulaşma, hazine arazilerinin işgali gibi sorunları önemli oranda ortadan kaldırdık. Ülke genelinde artan araç sayısına rağmen trafik sorununu büyük ölçüde azalttık. Tüm kurumlarımızla birlikte asırlık ihmalleri gidermenin, kronikleşen meselelere çözüm bulmanın mücadelesini vermeyi sürdürüyoruz. Böylesine köklü sorunları çözümü kolay olmuyor. İstanbul Belediyesini devraldığımızda şehrin gündeminde patlayan çöplükler, akmayan sular, kokudan yana yaklaşılamayan Haliç ve getirilemeyen hizmetler vardı. Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi İstanbul ve Ankara, şairin ifadesi ile üzerine usul usul karbonmonoksit yağan, kışın nefes dahi alınamayan bir şehir durumundaydı. Metronun, tünellerin, alt, üst geçitlerin, çevre yollarının kuru bir hayal olduğu şehirlerimizden isyan sesleri yükseliyordu. Şehirleşme hızındaki büyük artışa rağmen geçtiğimiz 15 yılda bütün bu sıkıntıları büyük ölçüde hal yoluna koyduk. Şehirlerimizin dönüşümünü sağlarken TOKİ’nin öncülüğünde ortaya çıkan konutu, okulu, ibadethanesi, ticaret merkezi, çevre düzeni ve tüm alt yapısıyla kendi kendine yeterli yerleşim birimlerinin çok önemli katkısı olmuştur. Sadece bugün Ankara-İstanbul ve ülke genelinde hamdolsun milyarlarca fidan ve ağaç dikimini gerçekleştirdik. Daha da iyi olacak. Bunları kontrollü bir şekilde sürdürüyoruz. Bugüne kadar TOKİ vasıtasıyla 805 bin konutu tamamlayarak hak sahiplerine teslim ettik. Bu rakamın 355 binini dar ve orta gelir grubuna yönelik olarak ürettiğimiz ve uygun şartlarda kendilerine verdiğimiz konutlar oluşturuyor. Buna rağmen zaman zaman TOKİ’yi de eleştirenlere rastlıyoruz. TOKİ projeleri ile mahalle kültürü yok oluyormuş, yeşil alanlar katlediliyormuş, binalar çok yüksekmiş. Şikayetçi olduğum yönler benim de var o ayrı, inanın bunları söyleyenlerin milletten haberi yok. Derdimiz nedir TOKİ ile? TOKİ bir şeyi başarıyor, gecekondulaşmayı ortadan kaldırarak, onların olduğu bölgelerdeki kentsel değişim ve dönüşümü gerçekleştiriyor. İnsanca yaşamanın erdemini hazırlayalım istiyoruz. Kendileri 30-40 katlı rezidanslarda oturup, kapı komşularının adını dahi bilmeyenlerin mahalle kültüründen bahsetmeleri kadar boş bir iş olabilir mi? Ömürlerinde bir kez olsun kışın ısınmak için soba yakmamış, her yağmurda çatısı akmamış olanların gecekondu hayatının erdeminden bahsetmeleri riyakarlıktan başka bir şey değildir. Hayatlarında bir tek ağaç dikmediği, ağaç sulamadığı halde dünyanın en çevreci insanı geçinenleri artık dikkate almıyorum ve almayacağım. Türkiye’de dünün ihtiyacı kısa sürede büyük miktarda konut üretip, milletin talebine cevap vermekti. TOKİ bunu yaptı. Mahalle projesi teklifini yapanları ben hak veriyorum, teklif doğrudur, TOKİ’nin de Emlak Gayrimenkul’ün de bu istikamette çalışmalar geliştirdiğini biliyorum. Bugünkü ihtiyacımız neyse hiç şüphesiz TOKİ ona yönelecektir. Türkiye’nin 80 milyon kendi vatandaşı, sayıları 4 milyonu bulan çeşitli statülerdeki misafirleri, 6 milyon civarındaki yurt ışı insan gücü ile nasıl büyük bir ülke olduğunu göremeyenlerin ufuksuzluğundan bıktık usandık. Esasen bunlar kendilerine taş üstüne taş koydurmamayı hayat felsefesi olarak belirlemiş bir çetedir. Yol yaparsınız, baraj yaparsınız, köprü yaparsınız, metro yaparsınız karşınızda hep bu çeteyi bulursunuz. İstanbul’da AKM’nin projesini taktim edersiniz, ertesi gün Mimar Mühendisler Odası hemen bununla ilgili müracaatta bulunur. Ne yaptınız siz bugüne kadar onu söyleyin. Nereye müracaat ederseniz edin, inşallah 2019 İstanbul AKM’nin dev opera binasının bittiği yıl olur. İstediğiniz kadar çırpının, ne yaparsanız yapın. Böyle yapa yapa 10 yılımızı yediniz. Artık daha size tahammül yok. Bedeli neyse biz bunu yapacağız. Sırça köşklerinden bize ahkam kesenlerin asıl derdi büyükşehirlerin, özellikle de kurtarılmış bölge olarak gördükleri belli muhitlerin sadece kendilerine ait olmaktan çıkmasıdır. Lafa gelince halkçılığı kimseye bırakmayanlar, milletle aynı yollarda yürümeyi, aynı mekanlarda oturmayı, aynı meydanları paylaşmayı içlerine sindiremiyorlar. Şu gördüğünüz binadan başka Türkiye’nin başka bir opera binası yoktur. Bu da yanı opera binasıdır. Niye yapmadınız? Biz burayı yaptık. Külliyeyi yaptık ona saldırdılar. Danıştay’ına varıncaya kadar hepsi kararlarını verdiler. ‘Oraya gitmeyeceğiz’ dediler, sonra geldiler, niye geldiniz, hoş geldiniz. Buralar benim şahsım için yapılan yerler değil ki. Buralar milletin evi. Biz bugün varız, yarın yokuz. Biz bu kubbede hoş bir seda bırakmamız lazım. Şimdi farklı ülkelerden devlet başkanı geldiğinde onları burada karşıladığımızda göğsümüzü gere gere karşılıyoruz. Başbakanlık ile Yargıtay arasında caddede karşılama töreni yapıyorduk. Türk milleti bunu kendisine yakıştırabilir miydi? Şimdi ondan kurtulduk. Göğsümüzü gere gere bu tür törenlerimizi yapıyoruz. Dünyayı tanımayanlar, bilmeyenler, görmeyenler, anlamayanlar ne yazık ki, olaylara dar pencereden baktılar. Artık o devran geride kaldı. Biz onlara değil, milletimize hizmet ile mükellefiz. Bizim milletimize sözümüz var, ülkemizi muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkartacağız. Bu yolda verecek katkısı olan herkese yüreğimiz de kollarımız da açıktır. Bize takoz olmaya çalışanları ise 15 yıldır yaptığımız gibi kendi sığ dünyalarında bırakır yolumuza devam ederiz" şeklinde konuştu.
"Şehircilikte nicelik odaklı değil, nitelik odaklı bir anlayışı hakim kılmamız gerekiyor"
Türkiye’de devlet yönetiminin uzun yıllar boyunca toplumun ve hayatın gerisinde kaldığının altını çizen Erdoğan, "1950 yılında şehirlerimizde yaşayan nüfus yüzde 25 iken, bu oran 1980 yılında yüzde 44’e, 2000 yılında yüzde 64, geçen yıl da yüzde 88’e ulaştı. Dünyada şehirlerde yaşayan nüfus ortalaması yüzde 54’tür. 1950 yılında nüfusu 500 binden fazla olan şehir sayımız sadece 2 iken, bu sayı bugün 40’ı aştı. Şehirlerimizin önümüzdeki dönemde daha da kalabalık hale geleceğini tahmin etmek için allame olmaya gerek yok. Eski yönetim mantığı içinde bu değişimi kontrol etme ve yönlendirme şansımız yoktur. Mevcut politikalarımız ve araçlarımızla buraya kadar geldik. Önümüzdeki dönem için yeni politikalara ve araçlara ihtiyacımız olduğunu gayet iyi biliyoruz. Şehircilikte de nicelik odaklı değil, nitelik odaklı bir anlayışı hakim kılmamız gerekiyor. İnsanı merkeze almadan, fıtratı odak noktası yapmadan şehircilikte arzu ettiğimiz yere varamayız. Bizde modern mimarinin imkanları ile kadim ve kalıcı olanı sentezlemek için çalışacağız. Bir tarafı inkar, yeni inşa olmaz, hepsini miks edeceğiz, bu şekilde geleceğimizi inşa edeceğiz. Son 2 asrımıza damgasını vuran o taklitçi zihniyeti artık bir kenara bırakmalıyız. Bugün yüzleştiğimiz meselelerin çözümü için önce zihniyet dönüşümünü gerçekleştirmeye ihtiyacımız var" dedi.
Derya Yetim