USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000
Kültür Sanat

Yazar Ali Emre: Hafıza inşası hafife alınmaması gereken bir cehd alanıdır

Şair ve yazar Emre, "Tarih, biraz da kim yazarsa, kim ilgilenirse onundur. Bir şeyin kendi gerçeğinden sonra en değerli tarafı onun sanat yoluyla anlatılması, yaşatılmasıdır. 'Hafıza inşası' da hafife alınmaması gereken bir cehd alanıdır." dedi.

Yazar Ali Emre: Hafıza inşası hafife alınmaması gereken bir cehd alanıdır
22-10-2020 21:41
Google News
İstanbul

Şair ve yazar Ali Emre, Türk İslam kahramanları konusunda yaptığı çalışmalar, yazarlık serüveni ve hali hazırda masasında bulunan projelere ilişkin, AA muhabirinin sorularını yanıtladı.

"Yarasına merhem arayanlara omuz vermek için yazdım"

Sizi daha çok şiirlerinizle tanıyorduk ancak son yıllarda uzun soluklu çalışmalara, özellikle de tarihi romanlara yöneldiniz. Nureddin Zengi ile başlayan bu romanları yazma fikri nasıl doğdu? Sizi bunları yazmaya yönelten motivasyon kaynaklarınız arasında neler var?

"Bir alanda yoğunlaşmayı, uzmanlaşmayı değerli bulsam da hayat gibi edebiyata da daima bütünlüklü bakmaya çalıştım. Çocukluğumdan beri her türde okudum. Yazdıklarımız da okumalarımızın ve tanıklıklarımızın hasılası aslında. Tarihi romana yönelmemde de bu tür okumaların etkisi olmuştur. Nureddin Zengi’yi kimse yazmadığı için yazdım. O, tarih içinde parıldayıp duran fakat üstü örtülen bir mücevher, benzeri pek nadir görülebilecek bir güzide. Altıncı Raşid Halife diye takdim edilen, nitelikleri saymakla bitmeyen çok büyük bir kahraman. Kitaplarda onunla karşılaştığımda çok heyecanlandım. Yıllarca aradığı kıymetli bir dostuyla nihayet buluşmuş bir insan gibiydim. Yirmi yıla yayılan bir okuma, araştırma süreci var Nureddin Zengi romanında. Aynı şekilde, edebi bir tat alarak ve yüzümüz kızarmadan okuyabileceğimiz bir Selahaddin romanı olmasını da istedim. Doğu ve Batı edebiyatlarında tanınmaz hale getirilmiş çünkü Selahaddin. İftiralar atılmış. İpe sapa gelmez aşk ve cinsellik hikayeleriyle, hayatının ve mücadelesinin üstü örtülmüş. O büyük cehdi, hüznü ve yalnızlığı göz ardı edilmiş yahut zayıf, etkisiz bir edebiyatla aktarılmış. Baybars için de aynı şey söz konusu. Şöhretiyle gördüğü ilgi arasında ters bir orantı var. Tarih sahnesine peş peşe çıkan ve suyu tersine akıtmayı başaran bu büyük önderler hakkında, bizde, bırakın etkili bir romanı, dört başı mamur bir biyografi bile yoktu birkaç yıl öncesine kadar. Halbuki tarih, biraz da kim yazarsa, kim ilgilenirse onundur. Bir şeyin kendisinden, kendi gerçeğinden sonra en değerli tarafı onun sanat yoluyla anlatılması, yaşatılmasıdır. 'Hafıza inşası' da asla hafife alınmaması gereken bir cehd alanıdır. Bu üçlemeyi hem tarihe düşkün bir okuyucu hem de coğrafyamızda özellikle son yıllarda yaşanan büyük acılar, büyük düşüş kalkışlar için bir çare ve güzergah arayan dertli bir müslüman olarak yazdım. Yarasına merhem arayanlara omuz vermek için yazdım. Üçünün de yaşadıkları, söz aldıkları devirden günümüze yönelik çok önemli işaret fişekleri gönderdiklerini düşündüğüm için yazdım."

Neden Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubi ve Sultan Baybars'ı seçtiniz? Bu kahramanların ortak tarafları var mı?

"Davaları hatta sancakları bile aynı olan bu üç önder de yıllardır Şam'da yatıyor. Üçü de neredeyse aynı yaşta vefat etti. Müslüman Şark'ın, çok zorlu bir dönemde öne çıkan yıldızları bunlar. Çöken evi ayağa kaldıran, tarihin gidişatını değiştiren aktörler. Zorluğa, çaresizliğe, karanlığa, ihanete, istilacıya diz çökmeyen; bahanelere sığınmayı reddeden kahramanlar. Bir yönüyle, bugünkü varlığımızı bile borçlu olduğumuz insanlar. Nitekim bunu açıkça söyleyen Batılı tarihçiler, yorumcular var. Haçlı ve Moğol istilasına direnen bu adamlar olmasaydı, Müslümanlık toplu bir yıkıma maruz kalacaktı, bugün belki de bir kasaba nüfusu kadar müslüman kalacaktı diyenleri görüyoruz. Zengiler, Eyyubiler ve Memlukler birbirinin devamı aslında. Büyük Selçuklu çınarının çökmesinden sonra dağılan, parçalanan, birbiriyle didişmeye başlayan evi onarıp tahkim ettiler. Kılıcın yanına kandili, kalkanı, kitabı, kalemi de getirdiler. İlme ve imara da önem verdiler. Hayatın birçok ünitesini aynı anda ayağa kaldırmaya çalıştılar. Günümüzdeki müslüman dünya, bu önderlerin yaşadığı dönemle birçok yönden benzerlik taşıyor. Yazarken, birçok bölümde, günümüze ilişkin çıkmalar da koydum zaten romanlara. Halklar, topluluklar açısından bakıldığında kurtuluş reçetesi, en azından belli dönemeçlerde, asıl düşman karşısında tesis edilen birliktir. Selahaddin, daha önce Nureddin’in yapmaya çalıştığı gibi Musul'un, Halep’in, Şam’ın ve Kahire’nin hem kalbini hem de kaderini birbirine bağlamaya çalıştı. Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında bu eksende bir kardeşlik ve dayanışma iklimi oluşturmaya çalıştı. Baybars'ın yaptığı da buydu. Üçü de Türkmenlerin, Kürtlerin, Arapların duyarlı olanlarını bir araya getirdi. Üçü de aynı coğrafyada işgalciye karşı bir kardeşlik iklimi oluşturdu. Bir 'Müslümanlık Baharı' getirdiler yani. Çare, bugün de budur, böyledir. Bu kardeşlik, dayanışma ve her alanda ayağa kalkma düşüncesinin azıcık yeşermesi bile hem coğrafyayı hem de bu topraklar üzerinde yaşayan insan unsurunu harekete geçirecektir. Fikri ve fiili işgaller karşısında bizi diriltecek, yeniden güçlü bir özne olmamızı sağlayacaktır. Bu noktada artık önemli olan tek bir kurtarıcının çıkmasını beklemek değil; etkili bir kadronun, hayatın çeşitli alanlarını ayağa kaldıracak nitelikli, samimi ve adanmış nesillerin yetişmesidir. Çabaya, birikime, kardeşliğe inanmaktır. İstilacıların çanağından beslenen işbirlikçileri sırtımızdan atıp savurmaktır. Yeis örtüsünü parçalamaktır. Çare mevzi mevzi ilerleyen kavgayı, bütüncül bir ıslah, inşa ve direnç hattına çevirmenin yollarını aramaktır. Bu yolu arayanlarla irtibatları güçlendirmektir. Çare, çok çalışmaktır. Ezilenlere, mahrumlara, yol gözleyenlere sahip çıkmaktır. Kafamızın kıymetli düşüncelerle, sahici tasalarla yanıp tutuşmasıdır."

"Orta Doğu, hem olumlulukları hem de olumsuzlukları açısından neredeyse aynı"

12 ve 13. yüzyıllarda önemli işlere imza atmış bu kahramanlara, o sürece, o zorlu yıllara bugünden bakıldığında, özellikle nelerin altını çizmek lazım?

"Şu tespitle başlayalım: Nureddin ve Selahaddin 12. yüzyılda yaşadı, şu an 21. yüzyıldayız. Rakamları ters çevirelim, fazla bir değişiklik olmamış sanki. Orta Doğu denen coğrafya, hem olumlulukları hem de olumsuzlukları açısından neredeyse aynı. Küresel bir istilaya girişen Frenkler geldiğinde, Orta Doğu'da Müslüman dünya nasılsa, üç aşağı beş yukarı yine böyleyiz. O dönemde onlar birdiler, birlikte olmayı önemsediler ve Batı’dan yola çıktılar. Müslüman dünyanın dağınıklığını gördüler, neredeyse her şehirde bir emirlik ortaya çıkmıştı. Büyük Selçuklu devleti Melikşah'tan sonra yıpranmıştı. Mezhep kavgaları vardı, her şehirde bir vali, başına buyruk bir yönetim söz konusuydu. Müslümanların kılıçları ve dilleri de birbirlerini kesmekteydi. Böyle bir dağınıklık içerisinde Haçlılar süratle ilerleyebildiler ve 8-10 yıl içerisinde 4 tane büyük krallık, devlet kurdular. Bugün de hakikaten böyledir. Olumluluklarımız da var şüphesiz. Bir tür kültürel ve siyasal araf içerisinde olduğumuzu düşünüyorum ben. Bir eşiğe kadar gelmişiz ama ondan ileri, öteye geçebilmiş değiliz. Bugün de birçok yerde direniyoruz, şükürler olsun. Lakin Müslümanlar da hala birtakım nedenlerle birbirini kırmaya, boğazlamaya devam ediyorlar. İşte Nureddin Zengi o dönemde bu birliğin reçetesini bulmuş insandır. O yüzden kıymetlidir. Reçeteyi bulmuş, o birliği iyi kötü sağlamış ve ilk kez Haçlılara, Frenklere karşı savunmadan hücuma geçebilmiş, kendisinden sonra gelenlere de böyle güzel bir miras bırakmıştır. Birliği sağlamaya çalışmış, yüze yakın eğitim kurumu açmış, yetim kız çocuklarını bile okutmuş, dünyayı yakından izlemiştir. Kudüs’ün ve Konstantiniyye’nin fethini de bir hedef olarak öne çıkarmıştır. Kudüs için fetih minberini bile hazırlatmıştır. Nureddin’in belki de en büyük eseri ve talebesi olan Selahaddin, onun birçok rüyasını gerçekleştiren kahramandır. Batılıların bile Allah’ın bir armağanı olarak gördükleri, hem kızdıkları hem de sevip kıskandıkları bir adamdır. Kıpçak bozkırından Kahire’ye, kölelikten sultanlığa yürüyen Baybars'ın hayatı da başlı başına bir ders ve ibret yumağıdır. Üçü de öncelikle kendilerini değiştirip dönüştürmüş, kendi yapamadığını başkalarına buyurmamıştır. Üçü de esaslı bir merhale bilinci içinde yola koyulmuştur. Üçü de dikkatleri önce dış düşmana çekmiş, zor durumdaki halka adalet ve merhametle yaklaşmayı önemsemiştir. Üçü de sade bir hayatı tercih etmiştir."

"Şark'ın Kalkanı" olarak nitelediğiniz Baybars, çiçeği burnunda bir eser. Üçlemenin de son halkası. Nasıl bir biyografiyle karşı karşıyayız bu romanda?

"Zorlu ve çekişmelerle dolu biyografisi olan bir önder Baybars. Eyyubilerin son döneminde karşımıza çıkan ve Haçlıların son kalıntılarını ortadan kaldıran adam. Dahası, o dönemde Frenkler gibi başka bir küresel istilaya girişen, büyük zulüm ve zorbalıklarla ilerleyen Moğolları, Aynicalut'ta Kutuz'la birlikte ilk kez durduran, daha sonra da Anadolu seferinde Elbistan’da yenen komutan. Yine çok sıkıntılı bir dönemde müslümanların göğsünü genişleten, umudunu artıran bir önder. Kendi içinde çatışmaları, çelişkileri de var elbette. Özellikle de sultan oluncaya kadar, zaaf ile erdem, hayatında bir arada. Başından beri kabına sığmayan biri. Çok cesur, pervasız. İnişli çıkışlı, fazlasıyla ilginç ayrıntılar içeren bir hikayesi var. Hayatında büyük acılar, büyük dönüşümler, büyük başarılar var. Sultan olduktan sonra yerini, kabını, şahsiyetini buluyor. Ciddi bir değişim geçirdiği söylenebilir. Yaşayışı, insana ve devlete bakışı, İslam davasını kavrayışı kısmen dönüşüme uğruyor. Kudüs'e büyük hizmetleri oluyor mesela. Çıktığı kırk seferin hiçbirinde yenilmiyor. Bugünkü Mısır’ın ve Suriye'nin birçok şehrinde kıymetli eserler bırakıyor. Merhameti ve adaleti, gazabını zamanla bastırıyor. Eksiklerini, hoş görülmeyen özelliklerini üzerinden tamamen atamasa da yaşadığı zamanın belki de en büyük hükümdarı olarak görülüyordu Rükneddin Baybars."

Birçok büyük olayın yanında hem Doğu hem de Batı dünyasından önemli şahsiyetlerle kesişen fazlasıyla renkli, sinematografik bir hayat hikayesiyle karşı karşıyayız. Bu çalışmalarda okuyucuyu şaşırtacak sürpriz isimler var mı?

"Baybars döneminde olup bitenler sadece Kıpçak'tan Kahire'ye uzanan bir coğrafyayı değil, Kartaca’dan Kayseri'ye, Aragon’dan Çin’e kadar bütün bir yeryüzünü titreştiriyor gerçekte. İki ayrı Haçlı seferine çıkan, nihayet bu uğurda büyük acılar çekerek ölen, 'Aziz' ilan edilen tek Batılı kral olarak tarihe geçen Fransa Kralı IX. Louis var karşımızda söz gelimi. Küçük düştüğü savaşların akabinde, Akka'da bir Haşhaşi suikastına maruz kalan, ülkesine döndükten sonra bütün komşularına savaş açan, İskoç direnişçi William Vallace'ın asılmasını isteyen ünlü İngiltere kralı Uzun Bacaklı Edward var. Asya’nın batısını kasıp kavuran, onlarca şehirle birlikte Alamut'u ve Bağdat'ı yakıp yıkan, Abbasi Hilafeti'ne son veren Hülagu Han ve daha sonra yerine geçen Abaka ile de karşılaşıyor okuyucu, Eyyubilerden kalan tahta oturan kadın sultan Şecerüddür ile de... Baybars'ın hayata bakışını değiştiren esaslı ve dönüştürücü bir sevda hikayesi de görecek okuyucu, onu da belirteyim bu arada. Hatta önceki iki romanı okuyanlar hem şaşıracak hem de sevinecekler. Diğer taraftan, Sultan Kutuz'u unutmadım elbette. Memlük önderleri Aktay ve Aybek'i de... İlhanlı işgaline, mezalimine, Baybars’ın Anadolu seferine de epeyce yer verdim. İkili oynamaktan vazgeçmeyen ve sonunda canından olan Muineddin Pervane'nin kasılmış çehresi de geçiyor gözümüzün önünden, henüz çocuk yaştaki İbn Teymiyye’nin çatık kaşları da... Anadolu seferi sırasında Elbistan'da, Kayseri'de, Sivas'ta, Konya'da yaşananları anlatırken Hatiroğlu Şerefeddin ile Karamanoğlu Mehmed Beyi de andım."

"Son yıllarda, tarihimiz üzerindeki örtü yavaş yavaş kalkıyor"

Tarihi olayları ve şahısları tarih kitaplarından değil de anlatım yönü daha güçlü olan sanat eserlerinden öğrenmenin ne gibi faydaları var?

"Fayda, tartışmaya açık bir mesele şüphesiz. Sadece öğrenmek, bilgi edinmek isteyenlerin tarih kitaplarına yönelmesi daha doğru. Öğreticilikten büsbütün uzak olmamakla birlikte, sanatın temel amacı bu değil çünkü. Peki ne var? Sanat yoluyla üzerinde bilginin, ilmin de yükseleceği geniş ve süreğen bir heyecan dalgası oluşturmak mümkün. Uyuyan ya da üstü örtülen bilgiyi, hikayeyi, güzellikleri silkelemek, canlandırmak, dolaşıma sokmak mümkün. Akademi dışındaki insanlara daha kolay ulaşmak mümkün. Roman hatta hikaye, tiyatro, film, bu alandaki ön yargıyı ve mesafeyi en aza indiriyor. Son yıllarda, tarihimiz üzerindeki örtü yavaş yavaş kalkıyor. Çarpıklıklar ve sululuklar olsa da tarihe yönelik ilgi artıyor. Tarihi karakterler, olaylar, önemli eşikler hakkında farklı alan ve eğilimlerden insanların söz almaları, teşvik edilmesi gereken bir durum. Sayısız kahramanımız, kadın erkek öncümüz, güzidemiz var. Bütün bunları en azından edebiyatla, sanatla tekrar sahneye çıkartabiliriz, aktarabiliriz, hatırlatabiliriz. Tarihin suflesine kulak verdiğimizde sahnedeki tutukluğumuz da azalacaktır. Bunu başardığımızda dilimiz çözülecek, göğsümüzdeki sıkıntı azalacak ve insanlığa daha büyük güzellikler armağan edebileceğiz. Dünyada da salt alkolizm bataklığının, köpürtülmüş yeraltının, cinsellik hezeyanlarının, bunalım düşkünlüğünün, büyülü gerçekçiliğe bitişmiş yatay karnavalların yahut fantastik saplantıların sonu görünmeye başladı. Farklı ve sınırsız özgürlükler yaşamak için dört bir tarafa seğirtenler, büyük bir usanç ve yorgunlukla evini, aidiyetini, asıl şarkısını hatırlamaya, aramaya yöneliyor artık. Üstü bin türlü şalla örtülen gerçek, kapitalizmin yarıklarından sızarak evine dönüyor tekrar. Hakiki yaraların görünürlüğü yeniden artıyor. Kahramanlar geri dönüyor. Üstü küllenen hikayeler silkiniyor. Yatay arayış ve yaşayışların içinde yükselen dikey figürleri görmezden gelmeye kimsenin gücü yetmiyor. Yabancılaşmış, iğdiş edilmiş bir düzlemin içinde dönenen kişi ve öbekler de başka istikametler, başka hikayeler arayacaklar. Okuyucu da romana kayıtsız değil aslında. Muhafazakar yahut dindar diye nitelenen insanlar, Türkiye'deki okuyucu kütlesinin iki büyük kanadından birini oluşturuyor. Hem edebi açıdan hem de bağlı bulunduğumuz değerler dizgesinin gözetilmesi açısından nitelikli, sağlıklı, etkili örnekler verildiğinde okuyucu da bir dönüşüm yaşayacaktır. Yazar kendi somut yahut manevi evine dönmeyi hatırladığında, okuruna da farklı, değerli, etkileyici, içinde utanmadan dolaşabileceği bir evi olduğunu gösteriyor zira. Tarih de sanat adlı o görkemli evde, kalemimizi açtığımız, gözlerimizi ovuşturup ayıldığımız yahut cesaretimizi kuşanıp özgüvenimizi yenilendiğimiz güzel bir oda gibi."

Kültür dünyamızın güçlenen kaslarından sinema ve dizi sektöründe de artık çok sayıda tarihi anlatıyla karşılaşıyoruz. Bu eserlerin beyaz perdeye taşınmasını arzu eder misiniz? Bu anlamda teklifler aldınız mı?

"Arzu etmez miyim? Elbette, çok isterim. Bu büyük önderlerin, hele bir üçleme halinde peş peşe filme çekilmesi, sinema diliyle hakkı verilerek anlatılıp tanıtılması sanata katkının ötesinde, müşterek bir salih amel boyutu da kazanabilir. Böyle bir çaba, sadece Türkiye'de değil bütün bir ümmet coğrafyasında hatta dünya genelinde ciddi bir etkiye, dalgalanmaya yol açar. Bütün kesimleri, bütün yaş gruplarını bir ölçüde etkiler. Özellikle de derdi olan, bir çıkış yolu arayan, bu eksende çaba gösteren gençlerde yeni bir heyecan dalgası yaratabilir. Doğu toplumları, toplulukları arasındaki suni engelleri kaldırabilir. Birçok soğukluğun aşılmasında, birçok problemin çözümünde yardımcı olur. Yeni köprülerin kurulmasını sağlar. Tarihe ve edebiyata ilginin canlanmasının yanında, toplu ve süreğen bir şahsiyet ve perspektif değişimini de tetikleyebilir. Bu romanların filme çekilmesi gerektiğini söyleyen, köşelerinde yazan arkadaşlar olmuştu daha önce. Kendim de bu konuda kafa yormaya başladım son zamanlarda. Fakat işin özellikle ekonomik tarafını halletmek zor. Haliyle çok masraflı, büyük yapımlar olur bunlar. Bu konuda çalışan, önemli sinemacılarla ve iş adamlarıyla bağlantılar kuran arkadaşlar var şu an. Bekleyip göreceğiz bakalım."

"Kimlik ve kişilik sahibi olmayı öteleyen anlayışlara boyun eğmeyeceğiz"

Son yıllarda bu eserlerle birlikte incelemeler, portre/hikayeler ve şiir kitapları da yayımladınız. Yoğun bir sanat eseri üretimi yaptığınız bu dönemde nasıl çalışıyorsunuz? Bu anlamda genç edebiyatçılara neler tavsiye edersiniz?

"Romanları yazarken günde ortalama 10 saat çalıştım, bazen 15'e kadar çıkardığım da oldu. Birkaç saat uykuyla yetindim yıllarca. Onun ötesinde her gün 40-50 sayfa okumaya çalışırım. Yine de hayatın edebiyattan daha değerli, daha üstün olduğunu belirtmeliyim. Hayatımızın, inancımızın, cehdimizin kimyasına karıştığı ölçüde değerlidir yapıp ettiklerimiz. Genç kardeşlerime şu kadarını söyleyebilirim naçizane: Okumaya önem vereceğiz öncelikle. Okumadan olmaz. Okuyacağız, düşüneceğiz, tartışacağız, iyi örnekler bulacağız. Bunları önemseyen öbeklerin, çevrelerin içinde büyüyeceğiz. Kendimizi böyle tartacak ve çok çalışacağız. Aynı zamanda hayata, ülkemizde ve dünyada olup bitene biraz da bu dikkatle bakacağız. Yazarken, adeta zihnimizin bir bölmesinde hazır bekleyen klişelere, dayatmalara, insanı boşlayan genellemelere, kağşamış görüşlere hemen teslim olmayacağız. İnsani hizayı gözetmekten utanmayacağız. Bilginin, birikimin, duyargaları açık bir bakışın bize bir yol bilgisi sunacağını akılda tutacağız. Kimlik ve kişilik sahibi olmayı öteleyen, değerler dizgemizi küçümseyen anlayışlara boyun eğmeyeceğiz. Güzel ve erdemli yaşamaya dönük güçlü bir bilincin yapıp ettiklerimize refakat etmesini önemseyeceğiz."

Yazarlık serüveninize nasıl devam ediyorsunuz, halihazırda üzerinde çalıştığınız projelerinizden bahseder misiniz?

"Emekli oldum kısa bir süre önce. Okumaya ve yazmaya daha fazla vakit ayırmayı umuyorum. Masamı, hayatımı ve kafamı yeniden bir düzene kavuşturmaya çalışıyorum. Cemal Şakar öyküsü hakkında bir incelemem var, onu bitirmeye gayret ediyorum. 'Necip Fazıl Şiirinde Lirik ve Trajik' başlıklı bir dosya hazırlamıştım, onu elden geçirmem lazım. Bitirilmeyi bekleyen 'Şiirimizde 90'lar' adında bir çalışma var yine. Şairler, hikayeciler, romancılar hakkında yazdığım yazıları da toplayıp kitaplaştıracağım inşallah. 'Roman ve Tarih' konusunda yazmak, böyle bir kitap yayımlamak istiyorum. Bunların dışında, bir Mehmed Akif romanı yazmak istiyorum mesela. Fatıma Fihri, Tarık Bin Ziyad, Alparslan, Şerife Bacı gibi isimleri romanlaştırmayı düşünüyorum. 'Diz Çökmeyen' adlı kitabımda yer alan portre/hikayeler, bu düşüncenin ilk ve özet verimleri sayılabilir. Gücüm yettiğince onlara eğileceğim."

Kaynak: AA

dikGAZETE.com
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
ÇOK OKUNANLAR
ARŞİV ARAMA
PUAN DURUMU TÜMÜ
GÜNÜN KARİKATÜRÜ TÜMÜ
Günün çizgisi
ANKET TÜMÜ