İSTANBUL (AA) - Yaklaşık iki yıl önce Suriye krizine doğrudan müdahil olarak sahadaki dengeleri belirgin biçimde değiştirmeyi başaran Rusya, bu süre zarfında İran’ın da desteğiyle Esed rejiminin DEAŞ’a ve muhaliflere karşı kaybettiği toprakların önemli bir bölümünü yeniden ele geçirmesini sağladı. ABD’nin himayesinde ülkenin kuzeyinde güç kazanan PYD/YPG tehdidi ise Türkiye’nin de Suriye konusunda Rusya-İran eksenine yaklaşmasına vesile oldu.
Ankara, Moskova ve Tahran arasında 2016’nın sonundan itibaren güçlenmeye başlayan işbirliği, ABD’nin etkin bir aktör olarak yer almadığı Astana sürecinin hayata geçirilmesiyle yeni bir aşamaya geçti. Astana süreci dahilinde bugüne kadar yedi toplantı yapılırken, Suriye’de Türkiye, Rusya ve İran’ın garantörlüğünde dört ayrı çatışmasızlık bölgesi tesis edildi. Astana süreci aynı zamanda DEAŞ’ın Suriye genelinde yenilgiye uğratılmasını da kolaylaştırdı.
Son dönemde Ankara, Moskova ve Tahran arasındaki diplomatik trafik belirgin bir biçimde hız kazanmış durumda. 1 Kasım’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Tahran’ı ziyaret ederek İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yle görüşmesinden sonra, 13 Kasım’da bu sefer Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Soçi’de Putin’le bir araya geldi. Putin-Erdoğan görüşmesini takiben düzenlenen kısa basın toplantısında, iki lider Türkiye-Rusya ilişkilerinin genel durumunu değerlendirmekle yetindiler. Ancak ikili ve heyetler arası görüşmelerin toplamda dört saatten uzun sürmüş olması, iki ülke arasında çözülmesi gereken sorunların ne kadar çetrefilli olduğuna da işaret ediyor.
Bugün gelinen noktada ise Suriye meselesine dahil olan tüm aktörlerin DEAŞ sonrası dönemde ülkenin geleceğinin nasıl şekilleneceği sorusuna cevap aradıkları görülüyor. 22 Kasım’da Rusya’nın Soçi kentinde yapılacak olan Türkiye-Rusya-İran üçlü zirvesini de öncelikle bu bağlamda değerlendirmek gerek. Öte yandan üç ülkenin devlet başkanlarının Astana sürecinin hayata geçirilmesinden sonra ilk kez Suriye gündemiyle bir araya geliyor olmaları da bu zirveye özel bir anlam katıyor.
Rusya’nın farklı Suriye gündemi
Üçlü zirvenin adresi olarak Soçi’nin seçilmiş olması, Rusya’nın Suriye konusunda üstlenmiş olduğu rolün önemini gösteriyor. ABD’nin son dönemde askeri olarak PYD/YPG ile işbirliği içinde özellikle Rakka ve Deyrizor üzerinden Suriye’de varlığını hissettirmeye çalıştığı bir dönemde, Putin yönetiminin elindeki güçlü diplomatik kozları kullanmaya çalışması bu bakımdan pek şaşırtıcı değil.
Bu noktada, geçtiğimiz günlerde Vietnam’da yapılan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesinde, beklentilerin aksine Trump ve Putin arasında resmi bir görüşme yapılamamış olmasının da Moskova’da hayal kırıklığı yaratmış olduğunu unutmamak gerekiyor. Rusya’nın ABD’nin girişimiyle BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine gelen ve Suriye’de kimyasal silah kullanımının soruşturulmasına ilişkin son karar tasarısını veto etmesini de bu kapsamda ele almak mümkün.
Ne var ki Rusya-ABD ilişkileri söz konusu olduğunda, çatışma ve işbirliği dinamiklerinin birlikte değerlendirilmesinde fayda var. Örneğin aynı APEC zirvesinde iki ülke liderinin kısa bir görüşme yaparak Suriye’de siyasi çözümün sağlanması ve Cenevre barış sürecinin öne çıkarılması konusunda uzlaşmaları dikkat çekiciydi. Rusya, ABD ve Ürdün’ün son olarak Suriye’nin güneybatısında bir çatışmasızlık bölgesi kurulması konusunda yaptıkları anlaşmayı da bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor.
Moskova’nın Suriye meselesine ilişkin olarak Washington dışındaki aktörlerle diyalog içinde kalmaya özen göstermesi de önemli bir detay. Özellikle İsrail’in son dönemde İran’ın ve Hizbullah’ın Suriye’de ve bölgede artan etkisinden huzursuz olduğu ve Rusya’dan çeşitli teminatlar almaya çalıştığı biliniyor. Nitekim Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu’nun birkaç hafta önce İsrail’e yaptığı ziyaretin gündemine de bu konu damgasını vurdu. Öte yandan Kral Selman’ın geçtiğimiz ay Rusya’yı ziyaret ederek Putin’le tarihi bir görüşme yapması ve Suudilerin Rus yapımı S-400 füze savunma sistemini satın almak istediklerine yönelik haberler de Moskova-Riyad ilişkilerindeki değişimi simgeliyor.
İran ve Türkiye’nin yaklaşımı
Rusya’nın dış politikada attığı bu adımlar hiç şüphesiz İran ve Türkiye tarafından da yakından takip ediliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin ve Trump’ın APEC zirvesi sonrası yaptıkları “siyasi çözüm” ve “Cenevre süreci” açıklamasını eleştirmesi bu bakımdan oldukça dikkat çekici. Tahran ise Putin yönetiminin özellikle Tel Aviv ve Washington ile yaptığı ikili görüşmelerde gündeme gelen pazarlıkların ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyor.
Yine de İran için, özellikle ABD, İsrail ve Suudi Arabistan tarafından bölgede çevrelendiğini hissettiği bir dönemde, Moskova’yla stratejik bağlarını güçlü tutmak önemli bir hedef. Rusya ve İran’ın Suriye meselesinde en başından beri aynı kampta yer almalarının da bu hedefe ulaşmayı kolaylaştıran bir faktör olduğu söylenebilir.
Öte yandan iki ülkenin Suriye’ye ve bölgenin geleceğine ilişkin tahayyüllerinin tamamen aynı olmadığını da vurgulamak gerekiyor. Örneğin Esed’in iktidarda kalması İran için Suriye krizinin çözümünde adeta bir önkoşul iken, Rusya bu konunun kendisi açısından müzakereye açık olduğunun ipuçlarını veriyor. Moskova’nın Suriye’de kurulacak yeni rejimin laik yapısında ısrar etmesi de Tahran’la arasında anlaşmazlık yaratan bir başka konu.
Bu şartlar altında, Moskova için, Tahran’ın bölgesel emellerini denetim altında tutmak açısından Ankara ile işbirliği büyük önem taşıyor. Aralık 2016’da Türkiye ve Rusya’nın Halep’teki krizi çözmek için attıkları adımların o dönemde İran’da rahatsızlık yarattığını unutmamak gerekiyor. Astana sürecini de esasen Rusya’nın Suriye’de Türkiye ve İran arasındaki hassas dengeyi korumak için gündeme getirdiği önemli bir araç olarak değerlendirmek mümkün.
Son dönemde Ankara ve Tahran arasındaki ilişkilerin güçlenmeye başlaması, bu bakımdan Astana sürecinin istikrarlı bir biçimde sürdürülmesi için de büyük önem taşıyor. Suriye konusundaki uyuşmazlıklarını diyalog yoluyla çözmek için çaba gösteren iki ülkenin, son dönemde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde (IKBY) yapılan bağımsızlık referandumu ve Suudi Arabistan’ın öncülüğünde bir grup ülkenin Katar’a karşı başlattığı yaptırımlar gibi bölgesel meselelerde ortak bir pozisyon almaları bu açıdan oldukça önemli.
İdlib, Afrin ve PYD/YPG meselesi
Astana sürecinin bugüne kadarki en somut sonucu Suriye’de dört çatışmasızlık bölgesinin kurulması oldu. Özellikle Halep’in rejim güçlerinin eline geçmesinden sonra, muhaliflerin kalesi olarak görülen İdlib’deki çatışmasızlık bölgesi deneyimi, Astana sürecinin geleceği açısından büyük önem taşıyor. Bu noktada Rusya ve İran’ın, İdlib’deki ılımlı muhalif grupların El Nusra ve DEAŞ ile bağlantılı gruplardan ayrıştırılmasında, Türkiye’nin işbirliğine ihtiyaç duyduğunu söylemek mümkün.
Ankara’nın beklentisi ise İdlib’de Moskova ve Tahran ile başlayan işbirliğinin Afrin’e doğru genişletilmesi. Türkiye’nin PYD/YPG öncülüğünde Suriye’nin kuzeyinde bağımsız bir Kürt koridorunun oluşmasının önüne geçmek için Afrin’e karşı askeri harekat seçeneğini bir süredir masada tuttuğu biliniyor. Ancak hem ABD’nin hem de Rusya’nın PYD/YPG ile mevcut ilişkileri, halihazırda Ankara’nın bu konuda istediği adımları atmasını güçleştiriyor.
Aslında Türkiye ve İran’ın IKBY’de yapılan bağımsızlık referandumuna gösterdikleri ortak tepki göz önüne alındığında, PYD/YPG konusunda da benzer bir tutum geliştirmelerinin mümkün olduğu iddia edilebilir. Halihazırda Washington’ın PYD/YPG’ye verdiği güçlü askeri destek de Ankara ve Tahran arasında bu konuda bir uzlaşma zemini oluşmasına yardımcı olabilir.
Ancak Putin yönetiminin, PYD/YPG’nin Suriye’nin geleceğinde önemli bir aktör olacağını hesapladığı için, bu örgütü tamamen Washington’un kontrolüne bırakmak istemediğini unutmamak gerek. Hatta Rusya’nın telkiniyle PYD/YPG’nin zaman içinde Esed rejimiyle yakınlaşmasının bile mümkün olabileceği iddia ediliyor. Bugüne kadar PYD/YPG ve rejim güçleri arasında çok büyük çatışmalar yaşanmamış olması da bu süreci kolaylaştırabilecek bir faktör. Ancak böyle bir durumda, Ankara’nın PYD/YPG’ye müdahale konusunda Moskova’yı ikna etmekte oldukça zorlanacağı söylenebilir.
Soçi’den uzlaşma çıkar mı?
Soçi zirvesinde gündeme geleceği tahmin edilen en önemli meselelerden birisi de Rusya’nın daha önce düzenlemek üzere adım atıp Türkiye’nin tepkisi nedeniyle ertelemek durumunda kaldığı “Suriye Ulusal Diyalog Kongresi” girişimi. Ankara prensip olarak Suriyeli Kürtlerin böyle bir oluşumda yer almasına karşı olmadığını belirtmekle birlikte, PYD/YPG temsilcilerinin kongreye davet edilmesini kesinlikle kabul etmeyeceğini açıkça ifade ediyor.
Rusya ise Türkiye’nin tüm tepkilerine rağmen PKK’yı ya da PYD/YPG’yi terör örgütü olarak görmüyor. Moskova’da bulunan PYD/YPG ofisinin hâlâ açık olması bu açıdan oldukça anlamlı. Ankara’nın sene başında Rusya’da düzenlenen Kürt konferansına ve Moskova’nın açıkladığı Suriye anayasa taslağında yer alan “kültürel özerklik” kavramına verdiği sert tepki de düşünüldüğünde, Türkiye ve Rusya’nın PYD/YPG konusunda kısa vadede bir orta yol bulmaları pek kolay görünmüyor.
Öte yandan Rusya’nın halihazırda İdlib ve diğer çatışmasızlık bölgeleri konusunda Türkiye’nin işbirliğine ihtiyaç duyduğunu da unutmamak gerek. Moskova ayrıca, Türkiye’nin satın almakta kararlı olduğu S-400 sistemi ve diğer sorunlar nedeniyle NATO ve ABD ile son dönemde giderek gerginleşen ilişkilerini, kendi küresel stratejisinin hedefleri açısından oldukça olumlu karşılıyor.
Sonuç olarak Batı ile ilişkilerinde sorun yaşayan üç ülkenin, Soçi zirvesi vesilesiyle özellikle ABD’ye mesaj vermeyi arzuladıkları söylenebilir. Ancak Suriye meselesinin çözümüne ilişkin olarak aralarında hâlâ önemli görüş farklılıkları olduğunu unutmamak gerek. Tüm bu sorunların kısa sürede çözülmesini beklemek pek gerçekçi değilse de, üç ülkenin son bir sene içinde birlikte çalışma konusunda ciddi bir kararlılık sergilemiş olmaları önemli. Soçi zirvesinde alınacak kararların da bu işbirliğinin geleceği konusunda ipuçları sunacağını söylemek mümkün.
[Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olan Doç. Dr. Emre Erşen'in uzmanlık alanı Rus dış politikası, Türkiye-Rusya ilişkileri ve Avrasya jeopolitiğidir]
Ankara, Moskova ve Tahran arasında 2016’nın sonundan itibaren güçlenmeye başlayan işbirliği, ABD’nin etkin bir aktör olarak yer almadığı Astana sürecinin hayata geçirilmesiyle yeni bir aşamaya geçti. Astana süreci dahilinde bugüne kadar yedi toplantı yapılırken, Suriye’de Türkiye, Rusya ve İran’ın garantörlüğünde dört ayrı çatışmasızlık bölgesi tesis edildi. Astana süreci aynı zamanda DEAŞ’ın Suriye genelinde yenilgiye uğratılmasını da kolaylaştırdı.
Son dönemde Ankara, Moskova ve Tahran arasındaki diplomatik trafik belirgin bir biçimde hız kazanmış durumda. 1 Kasım’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Tahran’ı ziyaret ederek İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yle görüşmesinden sonra, 13 Kasım’da bu sefer Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Soçi’de Putin’le bir araya geldi. Putin-Erdoğan görüşmesini takiben düzenlenen kısa basın toplantısında, iki lider Türkiye-Rusya ilişkilerinin genel durumunu değerlendirmekle yetindiler. Ancak ikili ve heyetler arası görüşmelerin toplamda dört saatten uzun sürmüş olması, iki ülke arasında çözülmesi gereken sorunların ne kadar çetrefilli olduğuna da işaret ediyor.
Bugün gelinen noktada ise Suriye meselesine dahil olan tüm aktörlerin DEAŞ sonrası dönemde ülkenin geleceğinin nasıl şekilleneceği sorusuna cevap aradıkları görülüyor. 22 Kasım’da Rusya’nın Soçi kentinde yapılacak olan Türkiye-Rusya-İran üçlü zirvesini de öncelikle bu bağlamda değerlendirmek gerek. Öte yandan üç ülkenin devlet başkanlarının Astana sürecinin hayata geçirilmesinden sonra ilk kez Suriye gündemiyle bir araya geliyor olmaları da bu zirveye özel bir anlam katıyor.
Rusya’nın farklı Suriye gündemi
Üçlü zirvenin adresi olarak Soçi’nin seçilmiş olması, Rusya’nın Suriye konusunda üstlenmiş olduğu rolün önemini gösteriyor. ABD’nin son dönemde askeri olarak PYD/YPG ile işbirliği içinde özellikle Rakka ve Deyrizor üzerinden Suriye’de varlığını hissettirmeye çalıştığı bir dönemde, Putin yönetiminin elindeki güçlü diplomatik kozları kullanmaya çalışması bu bakımdan pek şaşırtıcı değil.
Bu noktada, geçtiğimiz günlerde Vietnam’da yapılan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesinde, beklentilerin aksine Trump ve Putin arasında resmi bir görüşme yapılamamış olmasının da Moskova’da hayal kırıklığı yaratmış olduğunu unutmamak gerekiyor. Rusya’nın ABD’nin girişimiyle BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine gelen ve Suriye’de kimyasal silah kullanımının soruşturulmasına ilişkin son karar tasarısını veto etmesini de bu kapsamda ele almak mümkün.
Ne var ki Rusya-ABD ilişkileri söz konusu olduğunda, çatışma ve işbirliği dinamiklerinin birlikte değerlendirilmesinde fayda var. Örneğin aynı APEC zirvesinde iki ülke liderinin kısa bir görüşme yaparak Suriye’de siyasi çözümün sağlanması ve Cenevre barış sürecinin öne çıkarılması konusunda uzlaşmaları dikkat çekiciydi. Rusya, ABD ve Ürdün’ün son olarak Suriye’nin güneybatısında bir çatışmasızlık bölgesi kurulması konusunda yaptıkları anlaşmayı da bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor.
Moskova’nın Suriye meselesine ilişkin olarak Washington dışındaki aktörlerle diyalog içinde kalmaya özen göstermesi de önemli bir detay. Özellikle İsrail’in son dönemde İran’ın ve Hizbullah’ın Suriye’de ve bölgede artan etkisinden huzursuz olduğu ve Rusya’dan çeşitli teminatlar almaya çalıştığı biliniyor. Nitekim Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu’nun birkaç hafta önce İsrail’e yaptığı ziyaretin gündemine de bu konu damgasını vurdu. Öte yandan Kral Selman’ın geçtiğimiz ay Rusya’yı ziyaret ederek Putin’le tarihi bir görüşme yapması ve Suudilerin Rus yapımı S-400 füze savunma sistemini satın almak istediklerine yönelik haberler de Moskova-Riyad ilişkilerindeki değişimi simgeliyor.
İran ve Türkiye’nin yaklaşımı
Rusya’nın dış politikada attığı bu adımlar hiç şüphesiz İran ve Türkiye tarafından da yakından takip ediliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin ve Trump’ın APEC zirvesi sonrası yaptıkları “siyasi çözüm” ve “Cenevre süreci” açıklamasını eleştirmesi bu bakımdan oldukça dikkat çekici. Tahran ise Putin yönetiminin özellikle Tel Aviv ve Washington ile yaptığı ikili görüşmelerde gündeme gelen pazarlıkların ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyor.
Yine de İran için, özellikle ABD, İsrail ve Suudi Arabistan tarafından bölgede çevrelendiğini hissettiği bir dönemde, Moskova’yla stratejik bağlarını güçlü tutmak önemli bir hedef. Rusya ve İran’ın Suriye meselesinde en başından beri aynı kampta yer almalarının da bu hedefe ulaşmayı kolaylaştıran bir faktör olduğu söylenebilir.
Öte yandan iki ülkenin Suriye’ye ve bölgenin geleceğine ilişkin tahayyüllerinin tamamen aynı olmadığını da vurgulamak gerekiyor. Örneğin Esed’in iktidarda kalması İran için Suriye krizinin çözümünde adeta bir önkoşul iken, Rusya bu konunun kendisi açısından müzakereye açık olduğunun ipuçlarını veriyor. Moskova’nın Suriye’de kurulacak yeni rejimin laik yapısında ısrar etmesi de Tahran’la arasında anlaşmazlık yaratan bir başka konu.
Bu şartlar altında, Moskova için, Tahran’ın bölgesel emellerini denetim altında tutmak açısından Ankara ile işbirliği büyük önem taşıyor. Aralık 2016’da Türkiye ve Rusya’nın Halep’teki krizi çözmek için attıkları adımların o dönemde İran’da rahatsızlık yarattığını unutmamak gerekiyor. Astana sürecini de esasen Rusya’nın Suriye’de Türkiye ve İran arasındaki hassas dengeyi korumak için gündeme getirdiği önemli bir araç olarak değerlendirmek mümkün.
Son dönemde Ankara ve Tahran arasındaki ilişkilerin güçlenmeye başlaması, bu bakımdan Astana sürecinin istikrarlı bir biçimde sürdürülmesi için de büyük önem taşıyor. Suriye konusundaki uyuşmazlıklarını diyalog yoluyla çözmek için çaba gösteren iki ülkenin, son dönemde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde (IKBY) yapılan bağımsızlık referandumu ve Suudi Arabistan’ın öncülüğünde bir grup ülkenin Katar’a karşı başlattığı yaptırımlar gibi bölgesel meselelerde ortak bir pozisyon almaları bu açıdan oldukça önemli.
İdlib, Afrin ve PYD/YPG meselesi
Astana sürecinin bugüne kadarki en somut sonucu Suriye’de dört çatışmasızlık bölgesinin kurulması oldu. Özellikle Halep’in rejim güçlerinin eline geçmesinden sonra, muhaliflerin kalesi olarak görülen İdlib’deki çatışmasızlık bölgesi deneyimi, Astana sürecinin geleceği açısından büyük önem taşıyor. Bu noktada Rusya ve İran’ın, İdlib’deki ılımlı muhalif grupların El Nusra ve DEAŞ ile bağlantılı gruplardan ayrıştırılmasında, Türkiye’nin işbirliğine ihtiyaç duyduğunu söylemek mümkün.
Ankara’nın beklentisi ise İdlib’de Moskova ve Tahran ile başlayan işbirliğinin Afrin’e doğru genişletilmesi. Türkiye’nin PYD/YPG öncülüğünde Suriye’nin kuzeyinde bağımsız bir Kürt koridorunun oluşmasının önüne geçmek için Afrin’e karşı askeri harekat seçeneğini bir süredir masada tuttuğu biliniyor. Ancak hem ABD’nin hem de Rusya’nın PYD/YPG ile mevcut ilişkileri, halihazırda Ankara’nın bu konuda istediği adımları atmasını güçleştiriyor.
Aslında Türkiye ve İran’ın IKBY’de yapılan bağımsızlık referandumuna gösterdikleri ortak tepki göz önüne alındığında, PYD/YPG konusunda da benzer bir tutum geliştirmelerinin mümkün olduğu iddia edilebilir. Halihazırda Washington’ın PYD/YPG’ye verdiği güçlü askeri destek de Ankara ve Tahran arasında bu konuda bir uzlaşma zemini oluşmasına yardımcı olabilir.
Ancak Putin yönetiminin, PYD/YPG’nin Suriye’nin geleceğinde önemli bir aktör olacağını hesapladığı için, bu örgütü tamamen Washington’un kontrolüne bırakmak istemediğini unutmamak gerek. Hatta Rusya’nın telkiniyle PYD/YPG’nin zaman içinde Esed rejimiyle yakınlaşmasının bile mümkün olabileceği iddia ediliyor. Bugüne kadar PYD/YPG ve rejim güçleri arasında çok büyük çatışmalar yaşanmamış olması da bu süreci kolaylaştırabilecek bir faktör. Ancak böyle bir durumda, Ankara’nın PYD/YPG’ye müdahale konusunda Moskova’yı ikna etmekte oldukça zorlanacağı söylenebilir.
Soçi’den uzlaşma çıkar mı?
Soçi zirvesinde gündeme geleceği tahmin edilen en önemli meselelerden birisi de Rusya’nın daha önce düzenlemek üzere adım atıp Türkiye’nin tepkisi nedeniyle ertelemek durumunda kaldığı “Suriye Ulusal Diyalog Kongresi” girişimi. Ankara prensip olarak Suriyeli Kürtlerin böyle bir oluşumda yer almasına karşı olmadığını belirtmekle birlikte, PYD/YPG temsilcilerinin kongreye davet edilmesini kesinlikle kabul etmeyeceğini açıkça ifade ediyor.
Rusya ise Türkiye’nin tüm tepkilerine rağmen PKK’yı ya da PYD/YPG’yi terör örgütü olarak görmüyor. Moskova’da bulunan PYD/YPG ofisinin hâlâ açık olması bu açıdan oldukça anlamlı. Ankara’nın sene başında Rusya’da düzenlenen Kürt konferansına ve Moskova’nın açıkladığı Suriye anayasa taslağında yer alan “kültürel özerklik” kavramına verdiği sert tepki de düşünüldüğünde, Türkiye ve Rusya’nın PYD/YPG konusunda kısa vadede bir orta yol bulmaları pek kolay görünmüyor.
Öte yandan Rusya’nın halihazırda İdlib ve diğer çatışmasızlık bölgeleri konusunda Türkiye’nin işbirliğine ihtiyaç duyduğunu da unutmamak gerek. Moskova ayrıca, Türkiye’nin satın almakta kararlı olduğu S-400 sistemi ve diğer sorunlar nedeniyle NATO ve ABD ile son dönemde giderek gerginleşen ilişkilerini, kendi küresel stratejisinin hedefleri açısından oldukça olumlu karşılıyor.
Sonuç olarak Batı ile ilişkilerinde sorun yaşayan üç ülkenin, Soçi zirvesi vesilesiyle özellikle ABD’ye mesaj vermeyi arzuladıkları söylenebilir. Ancak Suriye meselesinin çözümüne ilişkin olarak aralarında hâlâ önemli görüş farklılıkları olduğunu unutmamak gerek. Tüm bu sorunların kısa sürede çözülmesini beklemek pek gerçekçi değilse de, üç ülkenin son bir sene içinde birlikte çalışma konusunda ciddi bir kararlılık sergilemiş olmaları önemli. Soçi zirvesinde alınacak kararların da bu işbirliğinin geleceği konusunda ipuçları sunacağını söylemek mümkün.
[Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olan Doç. Dr. Emre Erşen'in uzmanlık alanı Rus dış politikası, Türkiye-Rusya ilişkileri ve Avrasya jeopolitiğidir]