20. yüzyılın başlarında Fransa’nın küçük bir yerleşim yerine genç bir doktor atanır. Knock ismindeki bu doktor, bu yöredeki insanların çok sağlıklı olması nedeni ile önceleri ne yapacağını bilemez.
Kendisine kimse ihtiyaç duymamakta, dolayısı ile o da mesleğini icra edememektedir.
Bu durumda mesleğini nasıl yürüteceğini düşünmeye başlar.
Sağlıklı insanları muayenehanesine çekecek bir yol bulmalıdır.
Uyanık doktor, öğretmen ile anlaşarak kasabadakileri bir toplantıya davet ettirir. Amacı onları yıllardan beri o yörede sinsice yayılan hastalıklar konusunda uyarmaktır.
Bir müddet sonra doktorun bekleme odası dolup taşar.
Dr. Knock, yeni hastalarının hepsini devamlı gözetim altında bulunmaları konusunda ikna eder. Sonunda kasaba, bir hastaneye dönüşür. Geriye sadece hasta insanlarla ilgilenecek sayıda sağlıklı insan kalır. Doktorla birlikte eczacı da köşeyi döner, acil durumda revir görevini gören pansiyonun sahibi de.
Bu olay, aklıma 7. yüzyılın başlarında Medine’de yaşanan başka bir olayı getiriyor:
Rum İmparatoru Heraklius ile Peygamber Efendimiz (sav) birbirlerine mektuplar ve hediyeler gönderirler. Heraklius bir seferinde “hediye tabip” gönderir. Bu doktora bir ev tahsis edilir ve rahat etmesi için her türlü destek sağlanır.
Fakat bir süre sonra bu doktor da hiç hasta gelmemesinden şikayet etmeye başlar.
Kendisi dürüst bir tabip olduğu için Dr. Knock gibi bir kurnazlık yapmaz ve bu durum, uzun süre daha devam edince huzura varır:
-“Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Fakat, bugüne kadar, bir hasta bile gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Fakat mesleğimi icra etmek istiyor ve sizden geri dönmek için izin istiyorum.” der.
Aldığı cevap doktora da çok şey öğretir:
-Kalırsan, misafire hizmet ve ikram etmek, Müslümanların vazifesidir. Gidersen de yolun açık olsun. Yalnız şunu bil ki, Ashabım kolay kolay hasta olmaz! Onlar temizliğe çok dikkat ederler. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkarlar.
Oysa Dr. Knock’ın bu korkunç fikri, büyük bir fitnenin ateşini yakar. Çünkü o kasabadaki bu olay, zamanla küresel bir hal alır.
Sağlıklı insanlardan hasta meydana getirme fikri, insanların sağlıklarını çalan dev bir pazar oluşmasına sebep olmuştur. Aslında “Dr. KNOCK”, Fransız yazar Jules Romains tarafından 1923'te yazılmış bir tiyatro oyunudur.
…
Bu fikre dört elle sarılan Modern Tıp ve İlaç Firmaları, sağlıklı insan tanımayan bir yüzyılın yaşanmasına neden oldular.
Hayattaki doğal değişimler, normalden çok az farklılık gösteren özellikler ve davranışlar hastalık olarak tanımlandı. Böylece yüzlerce yeni hastalık keşfedildi.
Bu keşiflere yenilerinin eklenmesi için çok büyük paralar harcandı.
Araştırma enstitüleri, basın kuruluşları, tıp profesörleri ve gazetecilerle iş birliği yapılarak bu hastalıklar toplumlara kabul ettirildi.
Hastalık kaşifleri, harcadıkları paraların yüzlerce katını sağlıklı insanların sırtından kazanmaya devam ettiler ve ediyorlar.
Depresyonun bin bir çeşidi, kronik yorgunluk, vitamin eksikliği, kafes kaplanı sendromu gibi komik isimleri bile olan onlarca sendrom var. Terlemeyle ilgili onlarca farklı isimde hastalık tanımlanmış.
Bazen insana, “bu kadar da olmaz, sanki dalga geçiyorlar” dedirten hastalıklar keşfediyorlar.
Bunlardan biri de Cennet Depresyonu.
İnsanlar bu depresyona çok dinlendirici ortamlarda giriyorlarmış.
Leisure Sickness olarak adlandırılan boş zaman hastalığı da çok yaygın bir hastalık olarak tanıtılıyor.
Boş zamanda oluşan semptomlar say say bitmiyor. Bunların başında yorgunluk, baş ve eklem ağrısı, kusma ve depresyon geliyor.
Günümüzde sadece kadın olmak bile hasta ilan edilmek için yeterli. Bazı dönemlerinde yaşadıkları doğal süreçler, uzun süredir hastalık olarak görülüyor.
Örneğin hamileliklerin çoğu riskli kabul ediliyor. Sezaryenle doğumların ve alınan rahimlerin sayısı her geçen gün artıyor.
Milyonlarca çocuk, sırf hareketli diye dikkat eksikliği ve hiper aktivite olarak tanımlanıyor. İnatçı çocuklara ise aynı sebeplerle “Oppositional Defant Desorder” bozukluğu yakıştırılmakta.
Bedenimizin en doğal tepkileri bile hastalık olarak tanımlanıp ilaç kullanma zorunluluğu oluşturuluyor.
Bilimin acizliği, doktorların ilaç firmalarına hizmet için uzmanlıklarını satmaya hazır olmalarına dayanıyor.
Yeni hastalıkların keşfinde en önemli rolü ise psikiyatristler üstleniyorlar.
İngiliz psikiyatr David Healy’ye göre yeni ruh hastalıkları olarak tanımlananların çoğu hayatın fıtri değişimlerinden başka bir şey değil.
Çekingenlik “asosyal kişilik” kabul edilirken, üzüntü, “uyum bozukluğu” olarak tanımlanıyor. Korku bozukluğu, panik bozukluğu, akut stress bozukluğu, ruhi çöküntü gibi kavramlar yaygınlaştırıldı.
Depresyona birçok yeni tür eklediler.
Bunların hepsi yeni ilaçlar demekti.
"Kolesterolün düşürülmesi gerekiyor" gibi tuzak bir cümle ile başlayan süreçte ilaç firmaları inanılmaz kazançlar elde ediyorlar.
Beyne çok gerekli olan gıdaları "kalbe zararlı" dedikleri için bize yasaklıyorlar. Yıllarca tereyağına ve zeytinyağına bizi düşman edip margarin yedirmeyi başardılar.
Sonuç olarak “Dünyamız Büyük Bir Hastane”ye dönüştü.
Bu bilgilerin çok daha fazlasına ayrıntıları ile yer veren uzun bir makale, 2003 yılında Almanya’da Der Spiegel dergisinde yayınlandı.
Aradan geçen 20 yılda bu konu, dünyanın en zengin adamlarının sahibi olduğu ilaç firmalarının lehine daha da gelişti.
Dünya Sağlık Örgütü bile aldığı son kararlar ve yaptığı yönlendirmelerle, onları desteklediğini düşündüren uygulamalara imza attı. Pandemi sürecinin de “sağlıklı insanlardan hasta meydana getirme” fikrinin tavan yaptığı bir süreç olduğu kanaatindeyim.
“Birkaç hastalık dışında erken teşhis hayat karartır. Günümüzün imkanlarıyla küçük, önemsiz, geçici rahatsızlıklar tespit ediliyor ve gereksiz, maliyetli bir tedavi süreci başlatılıyor” dediği için tepki çeken Prof. Dr Ahmet Rasim Küçükusta, yayınladığı kısa videosunda kendine has üslubu ile şöyle diyordu:
- Hasta olduğunuz zaman mutlaka, hemen hiç gecikmeden doktora gidin.
- Muayene paranızı ödeyin çünkü doktorunuzun yaşaması lazım.
- Reçetenizi alın, eczaneye gidin, ilaçlarınızı alın, parasını ödeyin, eczacının da yaşaması lazım.
- Eve gelin ilaçların hepsini çöpe atın. Çünkü sizin de yaşamanız lazım.
.
Hüseyin Burak Uçar, dikGAZETE.com