Bisikletinin pedallarını daha hızlı çeviriyordu çünkü hava kararıyor, eve giriş saati hızla daralıyordu…
Nefes nefese kalmıştı, yol sakindi, fazla sakin.
Ağaçların aralarında görüntüler oynaşıyor gibi zihni onu kandırmaya başlamıştı…
Sık sık arkasına dönüyor, sanki takip ediliyormuşçasına geriliyordu.
Bu saate kadar kasabadan dönmüş olmalıydı.
Yolun sonunda “67 model maisto” aracı arıza yapmış, kenara çekmiş duruyordu; pedalları daha yavaş çevirerek yanlarından ağır çekim geçerken neler olduğunu görmeye çalıştı; içinde, bir bayan, saçları kıvırcık, soğan kabuğu renginde, yakadan muntazaman fiyonk bağlanmış ekru gömlek, elinin birinde kahverengi eldiven, parmakları ince…
Diğer elinde eldiven yok, tırnağının biri kırık…
Adam, kaput kapağını açmış, bol paça pantolonu ve yeleği dışında görünmez olmuş.
Eğer yardım gelmezse, geceyi burada geçirecek gibiler…
Ormanın uğultusundan uyuyabilirlerse, sabah onları harika bir güneş uyandıracak.
Hızlanmıştı tekrar…
Büyükannesi bakraçları masanın üstüne koymuş, lorun suyunun damlamasını bekliyor olabilirdi…
Alisa, kesin kahve çekirdeklerini öğütüyordu verandada…
Sükünetle gülümsedi…
“Varana dek ya bıraktığımız gibi yahut bulmak istediğimiz gibi olacaklara inanmasak uzaklaşamazdık” diye düşündü.
Üstten kupçayla bağlanmış burun kısmı yer yer soyulmuş düz topuk pabuçlarına baktı…
“Her yere bisikletiyle giden birinin ayakkabısı nasıl bu kadar eskir” dedi mırıldanarak.
Dante havlıyordu.
Duyabiliyordu…
Onun yoldan geçenlere göre havlayışı…
Havlayışına göre de koşturması vardı.
Gri-beyaz tüyleri, gözkapakları gözlerinin yarısına kadar inen bakışları vardı.
Yaşlanıyordu…
Neredeyse çocukluğundan beri onlarlaydı…
Büyükannesi daha gençti Dante eve geldiğinde.
“İsmini büyükbabam koydu ve büyükbabam öldü” dedi yüksek sesle.
Biri duydu mu diye sağa sola baktı.
Dante’yle sabahları dar patikayı takip edip, yazları suyu kurumaya başlayan derenin yanındaki çınarı sağına alıp giderlerdi mezarına…
Orada uyumayı o seçmişti.
Bisikletin terkisindeki gaz yağı çalkalanıyordu, uzaktan gördüğü evine ulaşmaya az kalmıştı.
Yaklaşırken zamanın yavaşladığını hissetti; birden gök gürledi.
Öyle korkunç bir gürlemeydi ki bu; içinde bir şey zıpladı…
Yağmur bastırmadan ulaşmalıydı.
Pedalları çevirdi çevirdi…
Eve bir türlü ulaşamıyordu; sanki olduğu yerde çabalıyor ya da ev, o yaklaştıkça uzaklaşıyordu.
Kan-ter içinde gözlerini açtı.
Tavana vuran ikindi güneşi, kırılmalar yapmış, odayı aydınlatıyordu…
Beyaz boyalı odada bir yataktaydı.
Başucunda bir serum şişesi bir de hemşire vardı.
“Sakin ol, güvendesin; sanırım bir rüya gördünüz” dedi ona.
Somyası gıcırdadı, kıpırdamaya çalışırken…
Elini başına götürdü…
Tek tırnağının kırık olduğunu fark etti.
“Başım” dedi, “başıma ne geldi benim”…
Hemşire, yüzüne şefkatle baktı.
“Anlıyor ama konuşamıyorum” der gibi gülümsedi.
Ve yavaşça arkasını dönüp, odadan çıktı.
Yutkunamadı…
Hatırlayabildiği tek şey ışıktı.
Kendine baktı, boylu boyunca yatan, üzeri beyaz çarşafla örtülü bacaklarına…
Hissetmiyordu...
Gözlerini kapadı…
Bu, henüz uyanmadığı bir rüya olmalıydı.
.
Arzu Leyal, dikGAZETE.com