"O Sarı öküzü vermeyecektiniz."
Maske Alerjisi.
Maskelerin sürekli kullanılması sonucu, beden alerjik tepkiler gösterebilir.
Bu ortamda, alerjik tepkilerle ilk defa karşılaşanlar cidden panikleyebilir. Lütfen önce bu ihtimali araştırıp ortadan kaldırın.
Alerjiye başka teşhisler, tedaviler yapılmaya kalkılmasın bir de sonra...
Gelişme aşamalarındaki belirtilere alerjik astım teşhisi konulana kadar; grip, bronşit, zatürre başlangıcı gibi ne teşhisler konuldu, ne enfeksiyon ilaçları filan yutturuldu; birkaç aylık bir süreçte bir bilseniz...
En sonunda bir aile hekimi dedi ki:
"Alerjik bünyeler şanslı aslında. Sizin bedenin radarları açık. 'Bilinmeyen' elemanı anında postalıyor. Aynı etkenlerin çoğu başkalarına dokunmadığından değil. Beden tepki vermediğinden içeride ne haltlar karıştırdıklarını da pek bilemiyoruz belki."
Sürekli maske takınca, sürekli nemli ortama verilen nefes geri alınıyor.
Oksijen de bedenin tanımladığından az geliyor. Bir süre sonra nefes düzensizleşmeye de başlıyor. Bunu solumamak için şartlanmış olarak nefes tutulabiliyor.
Ortamda sürekli birikenler de geri solunuyor.
Beden, bunu 'bilinmeyen' durum olarak görüp, alerjik tepki verebilir.
Alerji, etken ortadan kalınca geçer.
İlk olarak, bahar nezlesi teşhisiyle karşılaşmıştım. Şimdi bakıyorum da; O zamanlar çok yaygın duvardan duvara halılar hep bir tuhaf kokardı bana. Yeni mobilyalar da. Tetikleyici bunlardı bence.
Bebekler için de şahane yeni mobilyalar ve dekorlarla odalar düzülüyor.
Kokuyor mobilyalar.
Çocukları bu halen sanayi veya tekstil kimyasalı kokan havasız odalarda uyutmayalım.
Alerjik astım da İstanbul'daki Kanada kavakları kesilince bitti.
O yıllarda İstanbul'da astım patlaması olmuş.
Tetikleyicinin bu ağaç olduğu tespit ediliyor.
Söylentiye göre birisi önceki başkana demiş ki: "Bu ağaçlar çok uygun fiyatlı ve çok azgındır. Ekmek su istemez. Siz de ağaçlandırma kampanyası yapmış olursunuz" güzel fikir gibi gelmiş. Bu kampanyayı hatırlarım yalnız.
Kalkmışlar, taa Kanada’nın ağacını buraya getirmişler. O iklimde ağaç da insanlara etkisi de farklıyken, burada bambaşka bir tablo çıkıyor ortaya..
Sonra bu ağaçlar, belediye tarafından sessiz sedasız kesildi. Vergi mükelleflerinin zerre haberi olmadı. Benim gibi doğrudan etkilenen ve onlardan da araştıran birkaç kişi sadece...
Alerjinin bir başka tetikleyicisi de psikolojik.
Maskeye, maske takmak zorunda oluşuna, açık havada maske takmak zorunda kalmaya susuşuna kendine gıcık olursan da mesele çözülmeli...
Çoğu astım hastası bir şekilde 'boğucu' bir ilişki yaşıyor da olabilir. Bu kendisi bile olsa...
İnsan zihni ve bilinçaltı hafızası çok ilginç ve bir o kadar muazzam güçte.
İzlediğim bir alerji EFT terapisi:
Konu; fıstık alerjisi…
Çözüldükçe, kökenindeki duygusal şok anı ortaya çıkıyor.
Çok küçükken sinsi sinsi prizle oynuyor bu.
Teyze dikkatini çekmek için can havliyle elindeki merdaneyi o yöne fırlatıyor.
Hafif yaralanıyor bundan ama çok da korkuyor.
Ortada fıstığın kendisi bile yok.
Bilinçaltı sadece benzetme yapmış.
Bu eşleşmeyle, sırf merdanenin ucunu fıstığa benzetti diye fıstığa gıcık oluyor yani.
Çok ilginç değil mi?
Bu farkındalık anı sürecinde dahi kızarıklıkların hafiflediği görülüyor...
Bilinçaltında kayıtlı bilinçsiz eşleştirme programları ve bunları nasıl görebileceğimiz, bir sonraki yazının konusu.
Beden alerjik bir tepki verdiği zaman bir yoklayın.
Bu beden tepkilerini ilk olarak nerede nasıl verdiğini hatırlıyorsun? Bu alanda yerleşmiş bilinçsiz bir kayıt veya eşleşme olabilir.
Örneğin çocukken ilginç bir olaya şahit oldun diyelim.
Bu sırada boğuluyormuş, nefes alamıyormuş gibi hissettin, konuşamadın hatta belki.
Maske taktığında aynı hisler ortaya çıkarsa, bu defa ilgili kayıtlara ket vurabilir ve yardım alınmazsa otomatik döngüye de girebilir.
Ortadaki verilere göre, bir salgından da söz edilemeyeceği için, açık havada maske ile dolaşmanın, sağlık önlemleriyle bir ilgisi olduğunu düşünemiyorum.
Zihin kontrolünün, bilinçaltı hafıza yönetimlerinin bir parçası sanki.
İnsanlar eve kapatıldığı süreçte televizyonlarda sürekli bir tablo gösteriliyordu. Olağan durumlar sivriltiliyor ve sayılıyordu sadece. Sürekli bir korku titreşimine maruz kalanlar, bir süre sonra televizyonları da kapattılar.
Ve normal olarak, normal bir insan, dışarıya çıkıp gezip dolaşıp insanlarla görüştükten sonra, ortada aslında değişik bir durum olmadığını da görür..
Sürekli bir hatırlatıcı da kalmadığından zihin farklı çalışacaktı.
İnsanlar televizyon seyretmiyorken, ekranlara bakmıyorken de korku titreşiminde tutmanın bir yolu.
Diğer bir açıdan da: İnsanları birbirine düşürecek bir araç bulunmak istenmiş herhalde. Bakan 'uyarın' diyor, bazı bilinçli geçinenler de: "Uzaktan taş atın" buyuruyor filan...
Ve bunu ellerinde kontrol grubu bulunan hiçbir araştırma sonucu yokken de; Allah vergisi nefes alma hakkını savunanlar için diyorlar.
Akıllara ziyan haller.
Tarihten zerre akıl alınmamış da sanki...
Her “okudum” diyen de, neyi, kimin yayımını okumuş sahi?
Takanın bilinçaltına kaktırılan mesajın biri de: "Başka insanlar için tehditim, başka insanlar da benim için tehdit!..”
Bir ucu 'suçluluk', bir ucu da 'suçlama'...
İşte burada bir başka ilginçlik de söz konusu: Bilinçaltı inanç programları çoğunda diyor ki: 'Suçluluk varsa ceza da var!”
Ve bu inanç programı, çok hindir işte; işini kendine karşı da yapar. Kendine karşı da çalışır yani bu durumda...
Başkalarını şuursuzca suçlama da benzer deneyimler çekebilir... Her açıdan ofsayt yani.
Deneyimlerime göre, bağışıklık sistemini en hızlı düşüren KORKU ve hızlı zayıflatan da ÜZÜNTÜ.
Aslında ‘KORKU’ dediğimiz, bedenimizin anlık bir savunma mekanizmasının harekete geçiren motivasyonu.
Herhangi bir gerçek tehlikede ön lobu dumura uğratır. Düşünemezsin…
Düşünerek saçmalayarak vakit kaybedebilirsin.
Bu program tamamiyle, ihtiyaç halinde anında bedeni ihtiyaca göre harekete geçirmek içindir.
Bağışık sistemi dahil çoğu sistem çok yavaşlar ya da durur.
Öncelik farklıdır o durumda.
Kollara bacaklara adrenalinle güç pompalar.
Kaçacak veya dövüşecektir belki...
Böyle konularda bir de ‘KAL’ gelir bazen.
Buna dair deneyimlerim konuyu bambaşka bir bakış açısına da taşıyabilir fakat bunun ayrıntıları da ayrı biz yazı konusunda..
Diyelim ki kaçacak veya dövüşecek. Gereğini yapar ve konu kapanır.
Hani bir geyik, su kenarında çalılardan bir çıtırdı geldi diye bir daha oraya gelmemezlik etmez ama insan işte; zihniyet susmaz.
O korku, sündürülür de sündürülür. Üzüntü de...
İşte bedende bunlar hayati işlevi olan anlık sistemlerken aslında, bozuk plak gibi otomatiğe sarmaya başlar.
Bu süreçte, bedenin bazı sistemleri de sahte 'korku' alarmı sebebiyle sürekli halde baskılanmış oluyor haliyle.
“Bağışıklık sisteminin çökmesi” denilen de budur.
Bedene zihniyetten veya duygusal alandan gelen sanrıların ve dirençlerin tahakkümü...
Uzun vadeli ilaç kullanımlarının bölgesel zorlayışlarına uyum sağlamaya çalışması sonucu da...
Bu da esasında, güncel meseleye dair titizlikle araştırılması gereken bir konu olmasına rağmen hiç yokmuş gibi davranılıyor. Çok ilginç!..
İleri yaşlardakilerin çoğunlukla uzun vadeli ilaçlar kullandıkları bilinen bir gerçek.
Bakış açımda grip bir 'hastalık' da değil.
Bağışık sistemine ayar çekildiğinin göstergesi.
Modern tıbbın basit gribe halen bir çare bulamamış olmasının sebebi de budur belki. Çünkü bu aslında bir 'hastalık' değil; “Tanım” sadece.
Esas olan; “ŞİFAYI KAPTIM” denilen.
Hayat boyu çevremde ve çocuğumla ilgili deneyimlediğim de bu.
“İlaçlı veya ilaçsız bir hafta” derler.
Sadece bitkisel, doğal destekli uygulama ile zihinsel ve duygusal odakla bir tam gün bakarım, ertesi gün ayaklanır.
Öğretilmemiş ilk kuralım: "Hasta" demem.
Dedirtmem de… “İYİLEŞİYORUM” ifadesini teklif ederim.
Bakış açımda bu, gerçekten de bedenin kendini iyileştirdiğinin belirtisi çünkü.
Sadece zihniyeti kenara çekip: "Lütfen sen de izin verir, izler misin biraz?" diyorum.
Duygusal alanda ne varsa kabulle gözlemliyorum ve farklı bir bakış açısı sunarak onurlandırıyorum. Bedene de bağışıklık sistemini güçlendirecek, dinlendirecek doğal takviye veriyorum. Nitelikli sıvı gıda ağırlık ve bol su.
Bu sürecin birine şahit olan bir arkadaşımın yorumu:
"Canım bu ne ya, bir an başka bir şeyle ilgilenmedin. Onu hazırla, buna bak... Hiç de kolay değilmiş bu iş. Şahit de oldum etkisine ama anladım ki insanların hap atıp oturmak kolayına geliyormuş asıl."
Elbette ben de her şeyi bilmiyorum.
Elzem acil durumlarda, ihtiyaç halinde hekime ilaca başvuruyorum. Çok nadirdir.
Evimde ağrı kesici bulundurma ihtiyacı dahi duymam. Sürekli hiçbir katkı, ilaç kullanmam. Misafirler için de bulundurmam çünkü basit konular için çok daha hızlı ve etkili yöntemlerim olabilir.
Bunları aşan konularda da herkes hekime danışsın zaten, evdeki ilaçlara değil.
Bazıları hemen "Başına gelirse görürsün!..” gibi tepkiler gösterebiliyor.
Herkesin başına herşey gelebilir.
Deneyimlerime göre danıştığım çoğu hekim de bu bakış açısını destekliyor.
Çoğu, hastalık hastalarından muzdarip.
Bu konularda gözlemlediğim en belirgin fark; Olay halinde kendiliğinden son derece SAKİN olmam. Hatta kendimden bile çıkmam. Bu sakinlik nasıl anlatılabilirse artık...
Neticede panik yapsan da yapmasan da olacağına varır her şey.
Panik sündürülürse, aslında sadece anlık olarak programlanmış savunma mekanizmasının bedende oluşturduğu tepkiler bünyeyi yormaktan başka hiçbir işe yaramaz.
Bir önceki yazıda plasebo ve nosebo etkilerinden bahsetmiştim.
Burada özet geçelim:
Nosebo etkisi; Telkin edilmiş inançla hastalanma veya hatta ölüm. Literatürde çok örnek var, araştırılabilir.
Plasebo etkisi de; Esasında en basit tabiriyle, nosebo etkisinin ortadan kaldırılması veya bunu geçersiz kılacak inanç telkini denilebilir.
Sadece bedeni çeldiren sabit fikirlerin ve inanç sistemlerinin geçersiz kılınmasıyla, ‘beden’ dediğimiz mükemmel sistem ne nasıl yapacağını herkesten iyi biliyor esasında... "Gölge etme başka ihsan istemez."
Korku, kurtarıcı beklemeler, kurban rolleri, suçlama, suçlanmışlık, suçluluk; Bunlar hep ‘nosebo'nun 'no'su işte.
Ortadan kaldırılacak olan asıl bunlar.
Sürekli çareSİZsiniz deyip durmam bu.
Bu sebeplerle de; Bağışıklık sistemi üzerinde hiç mi hiç durulmuyorken, sözde önlemler ve yaptırımlar, benzer görüştekileri ikna etmekten çok uzak...
O sarı öküzü vermeyecektik!
"O sarı öküzleri vermeyecektik" dememek için de ayrıca bir not düşelim:
Biraz gözlemlersek, doğanın böyle uzatılmış, sündürülmüş güncellenme faaliyetleri yoktur.
TAK!
Bitti
.
Uzatılan sündürülenler zihniyettedir.
Gerçek bir tehlike anında, ortada gerçekten korkacak bir olay olsaydı, zerre düşünemezsin.
Düşünüyorsan bil ki; aslında ortada ne bir tehdit ne de korkacak bir durum söz konusu.
Çeşit türlü tahakkümlerle didik didik edilen beden ESASINDA öyle mükemmel, öyle muhteşem, öyle kusursuz yaratılmış ki.
“Herkesin kusurlu yaratıldığı” varsayımı sadece ilginç bir inanç.
Doğanın, insanlar için sürekli tehdit olabileceği sadece ilginç bir inanç.
Doğanın, doğal olanın tehdit olduğu ilginç bir inanç.
İnsanların birbirine tehdit unsuru oldukları sadece ilginç bir inanç.
İnsanlık 'kral çıplak' olgusunu hiç bu kadar açık yaşamamıştı belki de...
Net.
Kim ne derse desin.
Kendine de ne derse desin.
Olmayan bir sanrıya koca dünyayı inandırma projesi, çoğu ülkede somut verilerle de baya bir çatladı ya;
Gizli dogma, artık sahte uzaylı istilasına nasıl inandıracağını düşünüyordur kara kara.
'Hastalık' icat et; "Aşı bende" de.
'Uzaylı' icat et; “hadi binin gemilere sizi kurtarıyorum” filan de...
Yalnız bu son kısmına gerçekten de “komplo teorisi” diyebilirsiniz zira belgesel değil tamamen sezgisel.
Neyse ne işte; konu geldi çattı aynı yüzyıllık hikayeye:
hem İSTİKLAL hem YAŞAM
İşte bunu sürekli dile getiriş sezgisel de değil, varsayım da...
Bize “tüm bu bakış açıları hurafe” diyenlerin, yüzyıllardır kullandıkları 'zehirli' elma!
Yüzyıl döngülerini, senden benden çok çok iyi bilenlerin zehirli elması...
Bizim elimizden varoluş hak edişi, Allah vergisi elmayı alıp
Kendi uyduruk zehirli cilalı elmasını satması.
Tekrar tekrar.
Yüzyıllardır.
Bize cadı getirecek diyor;
Bazen beyaz atlı prense veriyor,
Bazen ak sakallı dedeye,
Bazen arkadaşa,
Bazen eşe-dosta.
O da, cilalı elma getirdi sanıyor üstelik...
Hani ayazda kalana derler: "Uyuma! AYIK KAL, uyursan ölürsün."
İşte tam o vakitlerin yüzyıl döngüsündeyiz.
Bazıları diyor ki inanma!
Bazıları da sadece inanıyor, ama kime?
TARİH mi YAZacaksın? Sana yazdıkları tarih mi olacaksın?
Olayın hassasiyeti bundan ibaret.
to beLIEve or not to beLIEve ?
.
Sümeyya Demirel, dikGAZETE.com