TARİKATI BIRAK HAKİKATE GEL!
Zamanımız tarikat zamanı değildir. Doğrudan doğruya Kur’an’ı rehber edinerek iman hakikatlerine inanma ve onları bütün âleme yayma zamanıdır. Çünkü insanlık, büyük bir iman buhranı içinde kıvranıp durmakta ve kendilerine iman hakikatlerini anlatacak tevhit erlerine ihtiyaç duymaktadır.
Neden tarikatları bırakıp hakikat yolu olan Kur’an’a uymamız gerektiğini bizzat yaşadığım bir olay üzerinden izah etmeye çalışacağım.
Geçtiğimiz aylarda ahirete yolcu ettiğimiz rahmetli Yalçın Koçak abi, bir gün telefon ederek, “Selim Hoca. Yarın sabah seni Cumhurbaşkanlığı Florya köşküne kahvaltıya bekliyorum.” dedi.
“Hayırdır inşallah abi.” dediğimde ise, “Hayır hayır. Bizim şerle işimiz olmaz. Sen sabah gel.” diye cevap verdi.
Ertesi sabah, dediği yere gittim.
Yalçın abi yalnızdı. Selam verdim.
“Gel selim Hoca. Şimdi bir tarikat şeyhini kahvaltıya davet ettim. Senin bulunmanı bunun için istedim.” diye açıklama yaptı.
Biraz sonra adı bende saklı kadiri tarikatına mensup Şeyh, 10 müridiyle beraber çıkageldi. Yalçın abi, sadece şeyhi davet etmişti ama o on müridiyle gelmişti.
Selam kelamdan sonra Yalçın abi, önce beni şeyhe tanıttı: “Şeyh Efendi! Selim Hoca çağımızın önemli âlimlerindendir. Yüzden fazla kitap yazmıştır. İslami meselelerde derin vukufiyeti vardır.”
Daha buna benzer birçok övgü dolu sözlerle beni tanıtmaya devam etti. Bunu duyan şeyhin yüzündeki endişeden doğduğu belli olan tuhaf değişiklikleri görmenizi isterdim. Öyle ya bir şeyh için İslamiyet’i iyi bilen bir âlim ile karşılaşmak pek de istenen iyi bir durum olamazdı!
Ben Yalçın abinin övgülerine, “Estağfurullah” çektikçe o işi daha da abartarak beni takdim etmeye devam etti.
Neyse bu fasıl geçtikten sonra Şeyhe döndü ve “Şeyh Efendi buyurun siz de kendinizi tanıtın.” dedi.
Şeyh, kendini tanıttıktan sonra Kadiri tarikatı hakkında kısa bir açıklama da yaptı:
“Kadiri tarikatı Gavsu’l Azam olarak da bilinen Abdülkadir Geylani tarafından kuruldu. Tarikatımızda sesli zikir yapılması esastı ve bundan başka beş temel kuralımız vardır. Himmeti yüceltmek, haramdan sakınmak, hizmeti güzelleştirmek, azmi arttırmak ve nimete saygı göstermek. Himmetini yükseltenin derecesi yükselir. Haramlardan sakınanı Allah korur. Hizmeti güzelleştirenin keramet sahibi olması icap eder. Bu dönemde de şeyhlik bize miras kaldı.”
Şeyhin açıklaması bitince bir soru sordum:
“Şeyh Efendi, şeyhlik size nasıl geldi? Tarikatlarda bu iş seçimle mi oluyor?”
Şeyh soru karşısında biraz yüzünü ekşitir gibi oldu.
“Tarikatlarda silsile yoluyla şeyhlik nesilden nesile geçer. Bize de şeyhimizden intikal etti.”
Şeyhi fazla sıkıştırmak istemedim. Ziyaretinin gerçek maksadının ne olduğunu öğrenmek istiyordum.
“Şeyh Efendi ne gibi çalışmalarınız var?” diye sordum.
“Allah’ın isimleri hakkında 12 cilt kitap yazdım. Bu kitabı yazarken değişik haller yaşadım. Ben bu müridime fişi taktim, o da yazdı ve bu tam 160 saat aralıksız devam etti.”
Şeyh, yazma işinin 160 saat aralıksız devam ettiğini söyleyince biraz şaşırmış gibi yaparak sordum:
“Şeyh Efendi merakımı maruz görün. 160 saat 6-7 gün ediyor. Hadi siz şeyhsiniz keramet gösterdiniz de bu müridiniz 160 saat hiçbir şey yiyip içmedi mi?”
Şeyh benim ironi yaptığımın bile farkına varmadan ciddi ciddi şöyle bir cevap verdi:
“Tarikatta bu tür hadiseler her zaman olağan işlerdendir. Dediğiniz gibi bu bir keramettir. Eee Allah’ın isimlerini yazmak kolay değildir. Biz bu bilgileri kafamızdan değil, Levh-i Mahfuz’a bakarak yazıyoruz.”
Şeyhin “Levh-i Mahfuz’a bakarak yazıyoruz” iddiası aslında iyi bir sallamaydı. Buna inanmamızı bekledi ama ben meseleyi biraz “ti”ye almaya karar vermiştim.
“Şeyh Efendi, şimdi siz bu 12 cilt kitabı Levh-i Mahfuz’dan alarak yazdınız. Çok yüksek hakikatler içeriyordur. Bunu bizim gibi halk tabakasının anlaması zor olur. Bu kitabı bizim seviyemize indirseniz! Hem 12 cilt yerine bir cilt yapsanız da biz de istifade etsek olmaz mı?”
Şeyh yine kendisini “ti”ye aldığımı anlamamıştı. Ya da anlamazlıktan geliyordu:
“Yapacağım elbette. Hele bir şu 12 cildi yayınlayalım, onu da yapacağım. Malum bizim Gavsımızın tasarrufu, günümüzde devam ettiği gibi kıyamete kadar da devam edecek. Gavsu’l Azam Abdulkadir Geylani hazretleri, ahirette de bütün müritlerini almadan cennete girmeyecek. Onlar ölse de tasarrufları devam ediyor. Müritlerine imdada yetişiyor. ‘Yetiş Ya Gavs’ dedik mi nerede olursak olalım imdadımıza yetişirler.”
Şeyhin bu tür anlatımı durmayacak gibiydi. Onun için araya girerek bir soru daha sordum:
“Şeyh Efendi, bu tasarruf işi nasıl bir şey? Gavslar Allah adına kâinatta ve ahirette tasarruf mu ediyorlar?”
“Evet, Gavs, Kutbu’l aktab, üçler, yediler, kırklar hepsinin tasarruf yetkileri vardır. Bunlar Allah adına kâinatı idare ederler. Allah kâinatı yarattı ama idaresini bu büyük insanlara bıraktı.”
Şeyhin yüzüne hayretle baktım!..
Çünkü bu anlattığı eski Yunan felsefesindeki “Akl-ı evvel” düşüncesiydi. Batıda Yeni Eflatuncu, doğuda Meşşaiye ve İşrakiye felsefelerine göre “İlk Akıl”, teselsül tabiri ile müessiriyetini iddia ettikleri sebeplerden birincisidir. Bunun neticesi, şirke gider.
Güya, Akl-ı Evvel, Allah’tan sudûr edip bundan ikinci akıl, ikincisinden üçüncü akıl ve böylece “Ukul-ü Aşere” dedikleri on akıl birbirinden türemiş diye tevehhüm ederek dalâlete gitmişlerdir. Halbuki İslam itikadına göre Allah, kainatı veya âlemleri yaratmış ve yönetimini de kimseye bırakmamıştır.
Allah “Ehad” ismiyle her zerreyle ilgilenir.
Yaratmasında, tasarrufunda, hâkimiyetinde asla ortağı yoktur. “Ortağı var” demenin İslam’daki adı ise şirktir.
Kur’an’daki İhlas suresi, bu tür inançların batıl olduğunu ilan eder. Tarikatlardaki, “Allah kâinatı yarattı, tasarrufunu Gavslara, kutuplara bıraktı” anlayışı da felsefedeki bu batıl düşüncenin tezahüründen başka bir şey değildi.
Şeyhe yeni bir soru soracaktım ki bunu anladı ve benden önce davranarak Yalçın abiye döndü:
“Yalçın abi, bize yazdırılan bu kitap, Allah’ın isimleri hakkında çok yüksek hakikatleri içinde taşıyor. Bunların insanlara duyurulması gerekiyor. Kitapları, önce Türkçe, sonra İngilizce, Rusça ve diğer bütün dünya dillerine çevirerek basmayı planlıyoruz. Sizden bize bu hususta himmet etmenizi, maddi destek vermenizi bekliyoruz.”
Şeyhin son cümlesi, Yalçın abi ile neden görüşmek istediğini açık biçimde ortaya koymuştu. Yalçın abiden kitapları basmaları için para ve destek istiyorlardı.
Dayanamayarak söze girmek zorunda kaldım:
“Ya Şeyh hazretleri! Deminden beri Gavslarınızın, Kutbu’l aktablarınızın, üçlerinizin, yedilerinizin, kırklarınızın kâinatı idare ettiğinden bahsediyordunuz? Hatta siz de onların temsilcisi olarak Levh-i Mahfuz’u bile okuduğunuzu söylemiştiniz. Bu kadar geniş tasarruflar her alanda var da para konusunda yok mu? Bu bir çelişki değil mi ki Yalçın abiden himmet bekliyorsunuz?”
Şeyh, sorum karşısında bayağı bozuldu. Çünkü foyasını ortaya çıkaracak bir soru sormuştum. Cevap veremeyeceği kesindi. Ortalık bir anda buz kesti adeta. Müritleri de şeyhleri gibi bozulmuş bir yüz ifadesi takınmışlardı.
Yalçın abi, durumun gerginleşmesine daha fazla meydan vermemek için araya girdi;
“Şeyhim isterseniz kahveleri bahçede içelim. Sohbetimize orada devam ederiz.”
Yalçın abinin kahve içme teklifi, şeyhin kurtuluş simidi olmuştu. Bu teklif çok hoşuna gitti. Yüzünde adeta güller açtı. Çünkü çok zor bir soru sormuştum ve bu şeyhte soruyu cevaplayacak ne ilim ne de bilgi olmadığı açıktı. Bu tür insanların bütün malzemeleri uydurma rivayetler, kerametler ve hurafelerdi.
Kahve içerken havadan sudan konuşuldu. Şeyh çok ciddileşmişti ve tedirgindi. Benim yeni sorular sormama izin vermemek için çok çaba sarf etti ve nihayetinde izin isteyerek müritleriyle beraber kalkıp, lüks minibüslerine binerek oradan uzaklaştı.
Tasavvuf, züht mesleğiydi ama ne hikmetse hiçbir gariban şeyh yoktu. Hepsi Karun gibi zengin insanlardı ve hiçbiri herhangi bir iş ile de uğraşmıyorlardı. Yaptıkları tek şey, Allah adını kullanarak insanları kendilerine bağlamak ve sömürmekti.
Yalçın abi neşeli ve nüktedan tavrıyla bana döndü.
“Ya Selim Hoca! Allah senden razı olsun. Dur bi kahve daha söyleyeyim de beraber içelim. Adamla bayağı dalga geçtin ama onda bunu anlayacak kapasite bile yoktu. Belli ki benden kitapları için para koparmak maksadıyla görüşmek istemişti. Ben de seni zaten bunun için çağırmıştım. Bunların hakkından ancak sen geliyorsun. Beni de bunlara para kaptırmaktan kurtardın.”
“Yalçın abi. Adamlar bir yandan kâinatı idare ettiklerini iddia ediyorlar ama diğer yandan üç kuruş için başkalarına el açıp dilencilik yapıyorlar. Bu tipler, özellikle günümüzde o kadar çok ki! Bir gün yine Nakşibendi tarikatının halifesi olan kişi (Bu benim cezaevi arkadaşımdı. Cezaevinde adını zikrettiğim tarikata girmiş ve bir ilin halifesi olmuştu) Gavslarının Allah adına kâinatı idare ettiğini, hatta Mikail, Cebrail ve İsrafil’in Gavslarının emrinde olduğunu söylemişti. En de ona şöyle demiştim:
‘Ya arkadaş. Sizin bu Gavsınız ne kadar bencil. Bir sofisi için dünyanın neresinde olursa olsun ‘Yetiş ya Gavs’ dediğinde hemen yardımına koşuyor ama nedense şu Çeçenistan’a, Filistin’e, Doğu Türkistan’a ve dünyanın birçok yerinde ezilen Müslümanların yardımına gitmiyor.”
Rahmetli Yalçın abinin her zamanki nüktedanlığını üzerindeydi:
“Ya Selim Hoca. Hep sana diyorum. Gel şu şeyhliğini ilan et, ben sana mürit taşıyayım. Esas para burada. Adamlara baksana, son model VİP Mersedes minibüsle geziyorlar. Ben adamı kahvaltıya yalnız davet ettim. O on müridiyle geldi. Müritlerini görmedin mi, şeyhlerinin önünde el pençe duruyorlar.”
Özellikle günümüzdeki tarikatlar ne yazık ki toplumumuzda birer sömürü aracı olarak kullanılmaktadır.
Müritler, şeyhlerin elinde “Gassalın elindeki meyyit” (Ölü yıkayıcının elindeki ölü) gibi hareket ediyorlar. Çünkü şeyhleri böyle yapmaları halinde onları cennete götüreceklerine garanti vermektedir. Yani cennet satarak kendilerine bir dünya cenneti kuruyorlar.
Yukarıda da belirttiğim gibi tasavvuf züht mesleği, yani “elini eteğini dünyadan çekme mesleği” olarak tarif edilirken ne hikmetse günümüzde bir tane gariban şeyh yok. Hepsi Karun gibi zengin. Hepsinin holdingleri, televizyonları, gazeteleri, hastaneleri, üniversiteleri var. Milyonlarca müritten kayıt dışı milyarlarca para topluyorlar. Ne yazık ki devlet erkini elinde tutanlar da bunlara göz yumuyor. Allah ile aldatarak, insanların sömürülmelerine alan açıyorlar.
Geçtiğimiz günlerde vefat eden bir tarikat liderinin cenazesi, tam ibretlik bir durum olarak karşımıza çıktı. Cenazede yüzlerce çakarlı araçla devletin çeşitli kademelerinde görev yapan bürokratlar, siyasiler adeta bir gövde gösterisi yaptılar. Dışarıdan bu manzaraya bakanlar Türkiye’nin bir tarikat cenneti olduğunu zanneder.
“İslam akıl dini değildir.” diyerek saçmalayan, aklı yok sayarak onun yerini rüyayla, ilhamla, sezgiyle dolduran ve Kur’an’dan asla referans alamayan tarikat anlayışından kurtulmadığımız müddetçe ne maddi ne de manevi olarak gelişimimizi tamamlamamız mümkün değildir.
İslam, akıl dinidir ve bütün hükümlerini akla tespit ettirmiştir. İmam-ı Azam’ın ifadesiyle; “akıl ve vahiy ikiz kardeş gibidir”. Vahyi gönderen Allah, onun anlaşılması içinde insanlara aklı vermiştir. Akıl vermediği deli insanları ve aklı belirli bir seviyeye gelmeyenleri (Akıl baliğ olmayanları) İslam’la sorumlu bile tutmamıştır.
Allah (cc) Kur’an’da yüzlerce yerde, “Akledin, fikredin, düşünün, tefekkür edin.” gibi ifadelerle insanların akıllarını çalıştırmalarını istemiştir. Aklını çalıştırmayanlara ise Yunus suresi 100. Ayette aynen şunları söylemiştir:
“Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması mümkün değildir. O, akıllarını kullanmayanları inkâr bataklığında bırakır.”
Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin iman etmeyeceği hususunun hemen ardından Allah’ın, akıllarını kullanmayanları, iğrenç bir duruma sokacağının, yani kirli halleriyle baş başa bırakacağının bildirilmesi; insanın imanla ilgili sorumluluğunun akıl nimetini yerli yerince kullanıp kullanmamasından kaynaklandığını açıkça ortaya koymaktadır.
Nitekim peşinden gelen 101. ayette hem yer ve göklerdekilere ibret gözüyle bakılması istenmekte hem de bu tür delillerin ve Resuller tarafından yapılan uyarıların, aklını doğru istikamette işletmediği için iman yeteneğini yitirenlere fayda etmeyeceği belirtilmektedir.
Kur’an açık biçimde aklını kullanmayanları buna zorlamanın faydasız olduğuna dair bir psikolojik tahlil yapılmış olmaktadır.
21. yüzyılda hakkıyla Müslüman olarak yaşamak isteyen Müslümanların, tarikat gibi hayali yolları bırakıp Kur’an’ın hakikat yoluna girmeleri olmazsa olmaz bir düsturdur.
Kur’an yolu, doğrudan doğruya iman hakikatlerine bağlanma yoludur. Bu hususta Said Nursi’nin şu değerlendirmesini çok önemli buluyorum:
“Ben tahmin ediyorum ki eğer Şeyh Abdulkadir-i Geylani (ve Şah-ı Nakşibendi ve İmam-ı Rabbanî gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, iman hakikatlerinin ve İslam akaidinin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü ebedi saadetin dayanağı onlardır. İman ve Kur’an hakikatlerinde kusur edilse ebedi şikâyetlere ve pişmanlıklara sebebiyet verir. İmansız cennete gidemez fakat tarikatsız ve tasavvufsuz cennete giden pek çoktur.”
Allah’ın verdiği aklı kullanarak hakikat yolu olan Kur’an’a tabi olanlara selam olsun.
.
Selim Çoraklı, dikGAZETE.com