1980 öncesinin siyasi ortamında ülkemde olup bitenlere kayıtsız kalmadığım için Ülkücü hareketin içinde yer aldım. Çünkü vatanına ve milletine hayatını açık biçimde ortaya koyarak sahip çıkmaya çalışan sadece “Ülkücü gençlik” vardı.
Ülkücülüğü seçmemde ortaokuldaki matematik hocamın etkisi büyüktü. Bize ders arasında bile, “Bir zamanlar biz de milletmişiz. Gelmişiz cihana milliyet nedir öğretmişiz. Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyetin, Nur olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin.” diyerek tarihimizin, milletimizin büyüklüğünü anlatırdı.
İstiklal marşının nasıl ve niçin yazıldığı onun anlatımlarında bizde bir şuur oluşmasına vesile oldu.
Türklerin özellikle Rusya ve Çin’de esir olarak yaşaması, çile ve işkencelere maruz kalması ve bu davaya sadece Ülkücülerin sahip çıkmasının da bu hareketi seçmemde tesiri büyüktür.
1970’li yılar, ülkemiz için karanlık yıllardı…
Emperyalistler (Rusya, Çin, ABD, Avrupa vs.) ülkemizi her yandan sarmış, değişik oyunlarla sömürmeye çalışıyordu.
Bu dönemlerde Ülkücüler olarak sık sık kullandığımız, “Ne Amerika, Ne Rusya, Ne Çin. Herşey Milliyetçi Türkiye İçin!..” sloganımız aslında bizim en büyük amacımızın “Kara ve Kızıl her türlü emperyalizme” karşı oluşumuzun da sembolüydü.
Bu şuurla ülkemiz için elimizden ne geliyorsa yapmanın gayreti içindeydik.
Bir yandan eğitim hayatımız sürerken diğer yandan bu mücadeleyi hayatın içinde de vermeye başladık.
O dönemlerde ülkemizde kaos ve kargaşa çıkarmak isteyen emperyalist güçler, sol fraksiyonları kullanarak Ülkücü hareketi olayların içine çekmek istiyordu.
Bizler ise olaylara bulaşmadan tahsilimizi tamamlayarak ülkemize faydalı olmanın yollarını arıyorduk.
Ne yazık ki o dönemlerde ülkede karışıklık isteyenlerin oluşturduğu girdap bizleri de içine alıp sürükledi.
Bu hengâmede bir kez kurşunla, bir kez bombalı olmak üzere iki kez yaralandım.
Aylarca yaralı yattım… Rabbime şükür ki bu saldırılardaki yaralanmalar sonucu vücudumda herhangi bir arıza kalmadı.
Meydana gelen olaylara kayıtsız kalmayınca ikisi 12 Eylül öncesinde biri de “Düşünce suçundan” 1987’de olmak üzere 3 kez cezaevine girdim.
Mahkemelerimiz yıllarca sürdü. Ancak sonunda iki kez yakalandığımda üzerimdeki silahlardan dolayı aldığım cezalar hariç bütün siyasi davalardan beraat ettim.
“Düşünce suçundan” ise 4 sene 7 ay ceza aldım ve Yargıtay, cezamı tasdik etti. 8.5 ay yattıktan sonra tahliye edilmiştim.
Ceza yatmamak için 4 yıl kaçak gezdim ve yargılandığım 163. Madde, 1992 yılında suç olmaktan çıkarılınca cezam düştü ve serbest kaldım.
Cezaevlerinde bize rol model olan Ülkücü abilerimiz (Bu meyanda ilk aklıma gelenlerden Ali Bilir, Yunus Meral, Mustafa Verkaya, Ahmet Malkan, Kazım Ayaydın, Metin İlhan ve Ahmet Orhan Sar’ı sayabilirim) sayesinde cezaevlerini Yusufiyelere, Taşmedreselere çevirdik.
Bu açıdan cezaevinde yatmaktan hiçbir zaman şikâyetçi olmadım.
Hamd olsun her zaman söylüyorum; hayatımın en verimli zamanları “Yusufiye Medreseleri” olarak gördüğümüz mekânlarda geçen zamanlardı.
Bol bol okuma ve tefekkür etme zamanımız oldu.
Dışarıda iken davamıza hissi ortamda sahip çıkarken Yusufiye Medreseleri, davamızı fikri planda da öğrenmemize vesile oldu.
Cezaevinden çıktıktan sonra gazeteciliğe başladım.
Rabbim rızkımı bu alanda bana nasip etmişti.
Ben bunu Necip Fazıl’ın, “Bakmayın gezdiğime böyle bab-ı Ali’de. / Bulmuşum kendimi ben de bu tesellide.” beytine nazire yaparak o zamanlar şöyle demiştim:
“Bakmayın gezdiğime böyle Bab-ı Adi de.
Bulmuşum geçim derdini ben de bu vadide.”
Gerçekten de uzun yıllar cezaevlerinde yatmak, kaçak gezmekten manevi olarak sıkıntı çektiğimiz gibi maddi olarak da büyük sıkıntılar çektik.
Ailelerimizin desteği olmasa belki de yaşamamız zor olurdu.
Özellikle 12 Eylül sonrası büyük darbe yiyen ve kapanan teşkilatlarımız, cezaevlerinde yatanlara yeterli şekilde sahip çıkma imkânı bulamadı. Ancak bu dönemde, bireysel çabalarla cezaevlerindeki ülkücülere sahip çıkan davamızın isimsiz yiğitlerini asla unutmadık ve onları halen güzellikle yâd ediyoruz.
Daha sonra teşkilatlarımız yeniden açılınca cezaevlerindeki ülkücülere sahip çıkma daha organize hale geldi.
Rabbim o dönemlerde fedakârca bu faaliyetleri yürütenlerden razı olsun.
1992 yılında esen fırtınaya kapılarak ben de Muhsin Reis ile birlikte ana teşkilatımız olan MHP’yi terk ettim.
O zamanın düşüncesiyle yaptığımız bu hareket haklı görünüyordu. Ancak aradan geçen zaman içerisinde 2007 yılından beri o ayrılışların yanlış olduğu kanaati bende uyandı.
Hareketin içinde kalarak “hata” olarak nitelendirdiğimiz fiillerle mücadele edilmeliydi.
Belki de biz o dönemler artık rüzgâr hangi yönden nasıl sert estiyse (!..) o rüzgâra kapılmış ve ana ocağımızı terk etmiştik.
Rahmetli Başbuğ’un vefatından sonra özellikle 1999 yıllarında cezaevi kökenli bazı arkadaşlarımıza yapılan tavırlar ve üçlü koalisyon (DSP, ANAP, MHP koalisyon hükümeti), dönemindeki yanlış gördüğüm bazı siyasi tercihlerinden dolayı MHP’ye ciddi eleştiriler getirdim.
Aslında benim eleştirilerim genel olarak, “Kardeşim biz MHP’ye yanlış konduramıyoruz. O yüzden bu yanlışlar size yakışmıyor!..” tarzında dost eleştirilerdi.
Ne kadar tesir etti bunu bilmiyorum ama o dönemlerde bana göre yanlış gördüğüm siyasi tercihlerden dolayı MHP’den uzak durmayı tercih ettim. (Belki de aynı yerden olaylara bakamadığım için bana yanlış gelmiştir. Malum niyet ve nazar, eşyanın mahiyetini bile değiştirir.) Bunda Muhsin Reis’in de tesiri büyüktür.
MHP’den ayrıldıktan sonra kendimizi yine ülkücü olarak gördük. Ancak o dönemlerde ayrılışımız sebebiyle Rahmetli Başbuğ’un, Muhsin Reis’i hedef alarak yaptığı;
“Efendim ben de ülkücüyüm, ülkücülük kimsenin tekelinde değildir!.. Ama ANAP’lıyım, ben de ülkücüyüm, ülkücülük kimsenin tekelinde değildir!.. Ama Doğru Yolcuyum. Ben de ülkücüyüm ülkücülük kimsenin tekelinde değil!.. Ama Büyük Birlik Partisiyim, ben de ülkücüyüm!.. Refah Partisindeyim. Halt etmişsiniz hepiniz. Ülkücü, Milliyetçi Hareket Partisi’nde olur. Milliyetçi Hareket Partisi’nde olmayan ülkücü değildir. Gittiği yerin damgasını yer. Oradaki genel başkanın görüşüne göre yaşar, oradaki genel başkanın görüşüne göre hareket eder. Ülkücülüğü kalmamıştır. Bunu böyle bilmeliyiz. Ülkücülüğü ben kurdum. Ülkücülük davasının kitabını ben yazdım.” şeklindeki açıklaması benim vicdanımda derin izler bırakmıştı.
Bu sözleri ağır bulanlara karşı sesli olarak;
“Aksine Başbuğ söylediklerinde haklı. Madem MHP’yi terk ettik, o zaman ülkücülükten geçinmeyelim. Kendimize yeni isim bulalım.” düşüncesini savundum.
Bu sebeple Muhsin Reis’e, “Madem MHP’yi terk ettik. Artık ülkücülükten geçinmeyelim. Bundan sonra kendimize Alperen diyelim.” diye teklif bile götürdüm.
Bu hususta makaleler yazdım. Ancak siyasi atmosferdeki hava, daima değişik olduğu için MHP’yi terk etmemize rağmen ülkücülüğümüzden de taviz vermedik!
Son otuz yılda ülkücü harekette de büyük çalkantılar yaşandı.
Muhsin Reis’in 1992 yılında ayrılmasının ardından MHP politikalarını beğenmeyerek ayrılan bazı ferdi yaklaşımlar da oldu.
Muhsin Reis’in ayrılışından sonra ikinci en büyük kopmanın Meral Akşener kanalıyla olduğu açıktır.
Bu kopmanın fikri bir ayrılıktan kaynaklanmadığı açıktır.
Küresel çetelerin ülkemizdeki siyaseti dizayn etme çabalarının bir ürünü olduğunu daha ilk günlerden beri yazdım ve söyledim.
MHP’deki bu ayrılışların arkasında FETÖ denen şeytani yapılanmanın olduğunu defalarca yazdım, televizyonlarda söyledim.
Zaten daha sonraları MHP kongreleri için aleyhte karar veren hâkimlerin hemen hepsinin FETÖ militanı çıkması ve bazılarının kaçıp, bazılarının tutuklaması, bu kopmaların arkasındaki tezgâhları bir bir ortaya çıkarmıştı.
Bugün bile MHP içindeki problemleri bahane ederek ayrılanların özellikle maddi anlamda kimlerden yardım aldıkları araştırılırsa oynanmak istenen tezgahın cinsi ve mahiyeti daha açık biçimde ortaya çıkar.
Akşener’in ayrıldıktan sonra kurduğu parti için CHP’den kiraladığı 15 milletvekili ile grup kurup sonraki seçimde de belli miktarda milletvekili çıkarması da tezgâhın mahiyetini açıklama bakımından önemli bir figür olarak ortada durmaktadır.
CHP gibi milli ve manevi değerlerle savaşmış bir partinin kendine milliyetçiyim diyen bir partiye destek vermesinin hiçbir mantıklı izahı yoktur.
Zaten ABD Başkanı Biden’in ülkemizdeki seçilmiş iktidarı muhalefeti destekleyerek düşüreceği yolundaki açıklama da MHP’deki ayrılışların arka planına ciddi ışık tutmaktadır.
Özellikle başkanlık dönemi sonrası yaşanan olaylar siyaset arenasında iki kutuplu bir oluşumun ortaya çıkmasına sebep oldu.
2015 yılına kadar AK Parti’ye muhalif olarak davranan MHP’nin bu tarihten sonra ülke üzerinde oynanan oyunların sadece iktidara yönelik değil, aslında ülkeye yönelik olmasını kavrayarak hükümetten yana tavır alması belki de ülkemizde yaşanacak vahim olayların paratoneri oldu.
“Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.” ilkesini kuruluşundan beri uygulayan Devlet Bahçeli yönetimindeki MHP’nin bu tavrı, küresel çeteleri çok kızdırdı.
15 Temmuz’da ABD’nin, FETÖ maşasını kullanarak gerçekleştirmeye çalıştığı darbe girişimi MHP’nin hükümeti desteklemesinin ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkardı.
FETÖ isimli şeytani yapılanmaya baştan beri karşı çıkan Bahçeli’nin 15 Temmuz gecesi sergilediği tavır da, “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.” ilkesinin bir yansıması olarak tarihteki yerini aldı.
15 Temmuz darbe girişiminin başarısız kalmasının ardından devletin FETÖ militanlarını temizleme girişimlerinde de MHP’nin tavrı hep ülke menfaatinden yana oldu.
MHP’nin hiçbir karşılık beklemeden devletin yanında tavır almasını takdirle karşıladım.
Bu tarihe kadar uzak kalmayı tercih ettiğim MHP’yi bu tarihten sonra yeniden destekleme kararı aldım.
Daha sonra yaşanan olaylarda MHP’nin ilkeli duruşu, benim zihnimde de artık esas yuvamıza dönmemiz gerektiği kanaatini uyandırdı.
Bu sebeple zikredilen tarihten beri MHP’nin organize ettiği bütün toplantılara katılmaya çalıştım.
Özellikle sosyal medyada destek verdim.
2023 seçimlerinin yaklaştığı atmosfer de MHP’nin 2015 yılından beri sergilediği tavrının ne kadar isabetli olduğunu ortaya çıkardı.
2023’te yapılacak seçimler bir anlamda ülkenin geleceğini oylama olacaktır.
Cumhur İttifakı dışındaki partilerin sık sık FETÖ’ye destek verme girişimleri ve “İktidara gelirsek bütün KHK’lıları görevlerine geri döndüreceğiz.” şeklindeki açıklamaları, tehlikenin boyutunu gösterme bakımından yeterince açıktır.
KHK ile atılanların kahir ekseriyeti FETÖ denen iblisi yapının militanlarıdır.
“KHK’lıları geri getireceğiz.” demek “FETÖ’yü yeniden devlette hâkim kılacağız.” anlamını taşır.
FETÖ ile 1999 yılından beri mücadele eden ve o tarihten bu yana bu yapılanmanın bir CIA operasyonu olduğunu yazan, söyleyen biri olarak KHK’lıların geri getirileceğini söylemek benim nazarımda gaflet değilse vatana ihanetle eş bir anlam taşımaktadır.
Mehmet Akif, “Sahipsiz vatanın batması haktır. Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.” der.
Ülkemizin içinden geçtiği badireli süreç, tam anlamıyla vatanını, milletini seven herkesin vatanına sahip çıkmaya mecbur olduğu böyle bir zamandır.
MHP de bu misyonu kurulduğundan beri üstlendiği gibi bugünde üstlenen bir yapıdadır ve bugün MHP’ye sahip çıkmayı vatana sahip çıkmakla eş görüyorum.
Geçtiğimiz günlerde MHP İl Başkanlığının MHP’li Silivri Belediye Başkanı Volkan Yılmaz ev sahipliğinde Taşmedreseliler için düzenlediği toplantıda görüştüğüm Yusufiyeli arkadaşlarımla yaptığım istişareler de bu dönemde MHP’ye sahip çıkmanın bir vefa ve vatan borcu olduğu fikrini teyit etti.
Dün Haçlı Seferleri ile bize saldıranların torunları olan küresel çeteler bugün yerli ve yabancı kuruluşlarıyla ülkemize yönelik hayasız akınlar düzenlemektedir.
Bunlara karşı durmak vatan borcudur.
İstiklal Marşımızda bu borcun nasıl ödenmesi gerektiği ne güzel anlatılır:
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Başta da değindiğim gibi, bugün, “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” deyip, detaydaki bazı ufak-tefek hadiselere takılmadan büyük resmi görerek vatana ve millete sahip çıkma günüdür.
Bunu yapmazsak hem milletimiz, hem tarih önünde mahcup duruma düşeceğimiz kesindir.
.
Selim Çoraklı, dikGAZETE.com