Siyaset farklı bir sanattır. Uygulayabilen ise mevcut bulunan sanatçılar içindeki en “farklı ve nadide” bulunanıdır. Herkes yapamaz, yapmamalı da zaten. Nasıl ki her çamurun karşısına dikilen bir heykel yapamıyorsa, piyano başına oturan çalamıyorsa, kalabalıklar önünde her mikrofonu kapan da “siyaset” yapmamalıdır.
Bir “bilimdir” bir “ilimdir”. Teknikleri vardır, teorisi farklıdır, pratiği daha da farklı. Bunu öğrenmeden bu işe başlamak, saman alevi gibi yanar ve söner.
Acı örnekleri çoktur siyasi tarihimizde. Pişmeniz gerekir, kırılıp bir daha yoğrulup, yeniden pişmeniz hatta bunu tekrar tekrar yapmanız gerekir. Öyle “Çıraktım, hamdım, piştim, usta oldum” diyerek olunmaz. Bunun tayinini kendiniz de veremezsiniz. Bu kararı verirseniz, bu kararı da veren siz değil “EGO”nuzdur. Ve “Siyasi Kariyeriniz”de en tehlikelisi işte budur.
Kıvrak bir zekâ ister ki bunu kullanabilmek için de başka başka yetenekler ister.
Hazır cevap yeteneği ister.
Pratik ve analitik düşünce ister.
Bir sıkıntıyla karşılaştığınızda “Durun! Danışmanlarıma sormam lazım” derseniz, insanları kendinize güldürürsünüz. Ya da kaba, ilkel, kabadayıvari ve kırıcı tarzda sert cevaplar verirseniz yine perişan olursunuz. O an en uygun cevabı, “siyasi davranarak” karşınızdakini kırmadan ama kendi tebaanızı da kızdırmadan kıvrak bir cevapla krizi savuşturmanız gerekir. Bunu yapamıyorsanız “siyaset” de yapmayın bir zahmet.
Kıymetli Babamın bir hikâyesi vardır;
“Zamanın beherinde Anadolu’dan bir çocuk dergâha gider. Yıllarca eğitim görür, okur, gelişir, yetişir. Ve kendi kendine “Artık ben oldum” der. Gidip, ilmini - bilimini insanlara anlatmak ister.
Hocasına gider durumu anlatır. Hocası der ki; “Evlat, sen daha olmadın.”
Çocuk ısrar eder. Hocası, “Peki” der; “Yolun açık olsun”. Artık büyümüş ve birçok konuya hâkim olan genç arkadaşımız, çıkar yola.
Biraz gittikten sonra Cuma namazını eda etmek için bir camiye girer. Hoca Cuma hutbesinde eksik – noksan – yalan – yanlış bir sürü şey söylemektedir.
Genç arkadaşımız daha fazla dayanamaz ve ayağa kalkar. “Hocam, yanılıyorsunuz” diye başlar hocanın yanlışlarını düzeltmeye…
Hoca akıllı adamdır; “Ey Cemaat-i Mislimin… 40 yıllık hocanıza mı inanırsınız yoksa bu yeni yetme gence mi?” der.
Cemaat, varır çocuğun üzerine. Genç arkadaş canını zor kurtarır. Tekrar döner dergâha…
Hocasına olanları anlatır…
Hocasının cevabı manidardır; “Evlat, tamam, her şeyi öğrendin ama ‘Siyaset İlmini’ öğrenmedin daha” der.
Arkadaş, tekrar başlar eğitimine. Ve hocasının “Tamam, oldun sen” dediğinde mezun olur.
Ayrılıp dergâhtan yine o köye gider.
Hoca aynı hoca…
Yine yalan – yanlış bilgiler vermekte hutbede. Artık pişmiş olan genç arkadaşımız ayağa kalkar, cemaate döner ve “Ey Cemaat-i Mislimin… Sizin öyle değerli, öyle kıymetli, öyle bilgili bir hocanız var ki, her kim onun sakalından bir tel koparırsa yeminler olsun ki cennetliktir” der.
Bu sefer, canını kurtarmak zorunda kalan hoca olur…”
İşte, “Siyaset” tam olarak budur.
Siyasi ideolojimin oluşmasında çok büyük katkıları olan, önce ‘A’yı gösterip, izah edip, onlarla bir olmamı sağlayıp sonra ‘B’yi anlatıp, onu gösteren Babamın çok sevdiğim bir hikâyesidir yukarıda yazdığım. Ama onun ısrarla söylemelerine rağmen ne yazık ki ben, hayatımın hiçbir döneminde “Siyasi” davranamadım.
Evet, çok istedim ama olmadı.
Herkes piyano çalamıyor işte…
Her zaman kendimce doğruları en yüksek sesle söyledim ve bunun ceremesini de çok çektim. İki artı iki benim için her zaman dört etmiştir. Başka bir seçeneği yoktur bunun! Ama uzman bir siyasetçi, ona sorulan “İki artı iki kaç eder?” sorusuna “Siz kaç etmesini istersiniz” diyebilendir.
Ve ne yazık ki günümüz Türkiye Siyasi hayatında artık böyle siyasetçileri göremiyoruz. Bunu yapabilen son jenerasyon ise artık aramızda değil. Kendi kukla şovlarına gülen, esprili ve zekâ dolu hazır cevaplarıyla bizleri şaşırtan, kıvrak ve manevra dolu söylevleriyle kimseleri kendilerine düşman etmeyen o siyasetçilerimiz, aramızdan ayrılalı çok oldu. Hepsini sonsuz bir özlemle anıyoruz, arıyoruz.
Günümüz Türk Siyaseti artık bir “Biat” kültürüne dönüşmüştür. Kesinlikle sorgulamayan, “Ya iyi de…” diye sorularla başlamayan, siyasi tabanının sonsuz “itaat ve biat” mantığı ile günümüzde siyaset yapılmaktadır.
Liderin ya da liderlerinin söylevleri “kesinlikle” doğrudur. Tartışılmaz ve irdelenmez. Eğer bunu yaparsanız, sonunuz “Silivri” olur. İşsizlik olur, açlık ve sefalet olur.
Lider ya da liderleriniz ne söylüyorsa aksini iddia etmeyeceksiniz. Kendi aranızda konuşurken bile bunu dile getirmeniz sizin için risk teşkil eder durumdadır.
Bir seçimde, diğer siyasi partinin adayının fikriyle dalga geçen liderinizi elleriniz acıyana kadar alkışlarken, bir sonraki ulusa seslenişte o dalga geçtiği fikri kendi fikriymiş gibi öne sürdüğünde “Yahu iyi de aynı adam aylar önce bu planla dalga geçmiş, ‘Sen ne anlarsın devlet yönetmekten’ demiş ve bugün aynı fikri kendisi gündeme getiriyor” diyemezsiniz.
Yapmanız gereken yine elleriniz acıyana kadar alkışlamaktır. Çünkü düşünmek, sorgulamaktan daha çok artık siz “biat” eden bir seçmen, bir tabansınızdır. Liderinizin her dediği doğrudur. Ve tartışmaya kapalıdır. Tersi olduğu durumlarda yine ilk madde geçerlidir yani; “Liderinizin her dediği doğrudur”.
Bu durum, tabii ki bazı durumlarda tabanda kafa karışıklığına da sebebiyet verebilir. Lideriniz ve / veya liderlerinizin bir gün önce dediğini bir sonraki gün tersini söyleyip, iddia ettiğinde “N’oluyor ya?” demeye yol açabilir. Ama çok sorun olmaz bu.
İçinizdeki “biat kültürü” hemen devreye girip, bunun çaresine bakar ve ilk madde yürürlüğe girer. “O söylüyorsa doğrudur” Ve konu, sonsuza kadar kapanıp, sanki hiç öyle bir şey denmemiş gibi hayat devam eder. Öyle bir şey hiç yaşanmadı ki, neden sorun olsun?
Bu “Biat ve Sonsuz İtaat” mantığıyla yürüyen siyasi hayatta tabii ki taban ve seçmen kadar o fikirle, o ideoloji ve o liderle “Siyaset Hayatına” girmiş olan “Seçilmişler” de nasiplenir.
Onlarında “sorma – sorgulama – araştırma” sezileri alınmış bir halde devam ederler kariyerlerine. Eğer ki, sorup, soruşturursa bir sonraki kabinede kendine koltuk değil o partide bile yer bulamaz çünkü… Bunun da örnekleri acı bir şekilde geçmişimizde durmaktadır. Ve alt benlik, bu ve bunun gibi birçok mücbir sebep yüzünden hazırdır sorgusuz – sualsiz biat etmeye…
Seçilmişler açısından bu daha da acı bir tablo sunar aslında…
Lideriniz bir sabah kalkıp, “Bacalara filtre takılmasın” dediğinde çıkıp bunun faydaları hakkında konuşursunuz ama ertesi gün, lideriniz “Hayır, filtre takılması iyi bir şeydir” dediğinde, çıkıp bu sefer onun faydaları hakkında konuşursunuz ya da konuşmak zorunda kalırsınız. Ne acı bir durumdur.
Allah kimseyi bu duruma düşürmesin. Oldukça komik oluyor çünkü. Şahsen ben çok eğleniyorum bu durumları görüp, izledikçe; sinemaya gitmiş gibi oluyorum.
Kaldı ki, Siyaset Tarihimizde ki bu “Biat Kültürü”nün en acı faturalarından bir tanesi de; Muhalefet partilerinden birinin ya da birkaç tanesinin vermiş oldukları yasa teklifini önce reddedip, sonra hemen ertesi günü aynı yasayı kendiniz meclise sunmanızdır.
A partisinin; “Manavlara şiddet gösterenlerin cezalarının yüzde 50 artmasını istiyoruz” diye bir yasa verip de sizin şiddetle el kaldırıp, reddettiğiniz yasayı, ertesi günü birkaç yerini değiştirip; “Manavlara gösterilen fiili ve sözlü, taciz ve saldırılarının cezasının yüzde 50 artırmasını teklif ediyoruz” demenizin altında yatan, içinizdeki karşı koyulmaz “biat kültürü”nün bir sonucudur.
Bu “Siyaset” değildir Efendiler. Bunun adı nedir bilmiyorum ama kesinlikle “Siyaset Yapmak” değildir.
Partizan ve fanatik bir duruşla, sormadan, sorgulamadan, “Yahu, adamlar ne demiş bir bakalım?” demeden sadece en ilkel duygularınızla “Acaba liderimiz buna ne der?” deyip, düşünülmeden alınmış kararlardır.
Bu tip, primitif siyasi eylemlerin kimseye faydası yoktur.
Ülkemize ve onun gelişimine ise hiçbir yararı yoktur. 700 yıl tek adamlı yönetim şekliyle idare edilmiş bir ülkenin nasıl bir sonla bittiğini hepimiz bilirken bu özlem, bu açlık, bu hasret nedendir?
Bu, akıl tutulmasından başka nedir?
Bize, bizlere, liderlerinin her söylediğini onaylayan, imzalayan, el kaldıran ve hatta ona çeşitli sıfatlar takıp, kutsallaştıran “seçilmişler” değil, soran – sorgulayan – “İyi de neden?” diyen “seçilmişler” lazımdır.
Ve hiç şüphe yok ki bizleri daha da ileriye götürecek olan siyasi hareket ancak böyle mümkün olacaktır. Diğer durum ise sadece bizleri “güldüren – eğlendiren ve mizahi tablo sunan” seyirlik bir komediden başka bir şey değildir. Çünkü bizler, “soran – sorgulayan” bir seçmeniz.
Her ne kadar bundan birçok kesim rahatsız olsa da ne yazık ki durum budur. Evet, piyano çalamıyorum ama iyi ve kaliteli müzikten de az çok anlarım…
.
Serkan Yıldız, dikGAZETE.com