Seçimler en büyük ve en güvenilir kamuoyu yoklamasıdır. Siyasetçilerin de bizim gibi siyaset yorumcularının da sonuçları iyi okuması gerek. Benim yaptığım okumanın özetini arz etmek isterim.
Öncelikle, iktidar lideri Cumhurbaşkanı Erdoğan, ılımlı isimlerden oluşan bir kabine seçerek bu konuda iyi bir okuma yapmış görünüyor. Gerçi, Süleyman Soylu ve Hulusi Akar’ın dışarda tutulmasının tek nedeni bu değil.
Hiçbir lider, İçişleri ve Savunma Bakanlıkları gibi başlı başına bir güç odağı olma imkânı veren makamları uzun süre aynı isimlere teslim etmez, hele de bu isimlerin liderlikte gözü varsa.
Diğer taraftan, öyle görünüyor ki; Kürt siyaseti yine eski ezber muhafazakâr Kürtler üzerinden şekillendirilmek isteniyor. HDP/YSP’nin seçim başarısızlığı bu siyasetin isabetli bir istikamet olduğu şeklinde okunmamalı. İki tarafın da anlaması gereken, mevcut iki ezberin yeni bir Kürt orta sınıfını temsil konusunda zamana dayanıksız olması.
Erdoğan’ın ekonomi politikasında oldukça radikal bir değişim sergilemesi konusu ise başlı başına karmaşık bir konu.
Şöyle ki; ekonominin iflası, muhalefet adına da savunulmuş olan “rasyonel, ortodoks” politikalara geçişi zorunlu kılmış olsa da uzun değil orta vadede bile, bu politikaların tavizsiz uygulanması mümkün değil.
Şimdiden hissedildiği gibi, bu politikalar toplumsal sonuçları olan ‘acı ilaçlar’ı gerektiriyor ve bu acı ilaçların siyasi maliyeti göz ardı edilemez.
Hele de mahalli seçimlere bir yıldan kısa süre kalmış olduğu bir süreçte, bu politikaların yaratacağı hoşnutsuzluk göz ardı edilecek gibi değil.
O nedenle ister istemez bir ara yol aranacak gibi görünüyor.
Mehmet Şimşek ve Merkez Bankasının yeni genel başkanının bu konuda ikna edilmiş veya edilebilir olup olmadığını göreceğiz.
Bu arada, Merkez Bankasına genç bir kadının atanması ile Erdoğan ve AK Parti seçimi kazanırsa “kadınlar sokağa çıkamayacak” gibi saçma laflar eden muhalefete de bir gol atılmış olduğunu kaydetmek gerek.
Diğer taraftan, Erdoğan ve partisinin, seçmen deposu olarak görülen toplumsal kesimlerin dışında kalanları hesaba katmayan, dışlayan bir anlayışta ısrar ederek bu ülkeyi iyi yönetemeyeceklerini anlaması gerek.
Demokrasilerde seçim kazanmak ne kadar önemli ise, toplumsal barış temelinde yönetmek de o denli önemli.
Kutuplaşma seçim kazandırıyor ama bu, sonuçta ortasından ikiye bölünmüş bir ülkede bırakın demokrasiyi, toplumsal barışı tehlikeye sokan bir durum.
Muhalefete gelince, tüm çabalara rağmen seçim kazanılamamış olabilir, ama sonuçta bu çabaları ciddi biçimde gözden geçirmek gerek.
İkincisi; seçim kaybedilmiş olabilir, ama her durumda ağırlığını koruyan bir tablo sergilemek gerekiyordu.
Öyle olmadı, öncelikle mızıkçılık ve mazeretçilik öne çıktı.
Seçim sonuçları bu çerçevede okunarak yapılan değerlendirmeler de ister istemez isabetsiz oluyor.
Kimisi tüm sorumluluğu CHP’nin tarihsel bagajına, kimisi Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğine yormak eğiliminde.
Oysa, şöyle veya böyle yüzde 48 civarında oy, CHP’li ve Alevi bir adaya verildi, bu aslında önemli bir toplumsal kazanım olarak görülmeli.
Yani, Ekmeleddin İhsanoğlu da Kılıçdaroğlu da benzer performans gösterdi. Ancak, bu durum, o adayın oturduğu yerden kalkmamakta ısrar etmesinin gerekçesi olamaz.
Öyle veya böyle Kılıçdaroğlu, şimdiye kadar gösterdiği adaylar ile de kendi adaylığı ile de siyasi başarı sağlayamadı ve gereğini yapması lazım.
İkincisi; CHP içinde Erdoğan’a benzer siyasetçi bulunmasının her derde deva olacağı fikri sanıldığından daha isabetsiz olabilir, malum; taklitleri aslını parlatır. Aynı şey, milliyetçiliğe rehin düşmek açısından da söylenebilir.
Nitekim, seçim sonuçları bu gerçeği de göstermiş oldu.
Bu ülkenin, popülist milliyetçilik darboğazını aşmayı başaran muhalefet söylemlerine ihtiyacı var.
Son olarak, “muhalefetin vitrini”, yani muhalefet adına söz söyleyen, boy gösteren profil konusunda çok şey yazdım, aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. Sadece “Erdoğan’ın üniversite diploması haftalarca konuşulursa, seçmeni daha fazla sahip çıkar” dedik dinletemedik demekle yetineyim.
HDP/YSP muhalefetine gelince; o cenahta yaşanan siyasi tıkanıklık, Kürt siyasetlerini takip eden hepimizin bildiği gibi, bugünün meselesi değil.
Bir ucunda devletin ‘terör örgütü’ olarak tescillediği silahlı bir hareketin olduğu bir alanda siyaset yapmak zor, bunu da biliyoruz. Benim gibi düşünenlere göre, bu kıskaçtan çıkmanın tek yolu, yeni bir ‘Barış Süreci’ başlatmak ki, bu noktada iktidar partisi/devlet iradesi gerekiyor.
Ancak, diğer taraftan, Kürtler adına siyaset yapanların da meseleyi bu boyuta taşıma konusunda bir siyasi sermaye biriktirmiş olması gerekiyordu.
Öyle olmadı, en son şehir içinde hendek savaşı gibi feci bir strateji yetmiyormuş gibi, bu vakanın muhasebesinin yapılmasından da kaçınıldı.
O güne gelene kadar da bir yandan durumun zorluğu, diğer yandan “parti içinde köşe kapmaca” çabaları çerçevesinde ciddi muhasebelerden kaçınıldı.
Bir yandan, demokratik siyaset alanını genişletmek adına, Kürtlerin bugüne kadar ödedikleri bedelleri görmezden gelen, Beyaz Türklerin partisi tablosuna savrulma yaşandı.
Diğer yandan, örgüte yaranma kaygısı öne çıktığında pek çok zikzak yapıldı.
Kürt siyasi partilerini destekleyen Beyaz Türk solcu ve demokratlar, başından beri, değil eleştirel katkı yapmak, kraldan çok kralcılık peşindeydiler.
İşler zora girince kimisi aynı yolda devam etti, kimisinin hevesi kırıldı, başka arayışlar içine girdiler ama yine gık demediler.
Kürt partileri ile ittifak eden radikal sol gruplar, bambaşka bir evrende yaşamaya devam ettiler.
Sonuç ortada; ama o cenahta da hala ciddi bir muhasebeden eser yok.
Beğenirsiniz beğenmezsiniz, kızarsınız kızmazsınız, benim naçizane değerlendirmem bu.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com