AK Parti iktidarının son sansür yasası, kuşkusuz muhalefeti, muhalif görüşleri susturmak için uygulanan yöntemlerin sonuncusu. Tüm otoriter rejimler benzer yasalar çıkarır, uygular.
Türkiye’de ilk uygulama Cumhuriyet’in inşa sürecinde, 2 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükun yasası idi, o çalkantılı dönemde bile, 4 Mart 1929’da yürürlükten kaldırıldı.
Kuşkusuz, tek parti dönemi boyunca muhalefet üzerindeki baskılar devam etti. Bu süreç, sağ muhalefet ve doksanlı yıllarda öne çıkan sol liberal ‘demokratikleşme söylemi’ çerçevesinde “Türkiye’de otoriter rejim geleneğinin kökleri” teması etrafında çokça tartışılmıştır.
Oysa, muhalefete, basına, ifade özgürlüğüne baskı, siyaset ve yasaları, ‘demokrasiye geçiş’ olarak tanımlanan çok partili dönemden sonra da devam etti.
Benim “İkinci Tek Parti dönemi” diye tanımladığım Demokrat Parti döneminde ‘İspat Hakkı’ kanunu da tam bir sansür aracı idi. Ancak, sağ otoriter siyaset ‘geleneği’, Cumhuriyet’in inşa ve tek parti dönemine takıntılı demokrat ve liberaller tarafından görmezden gelinmiştir.
Darbeler, sıkıyönetimler, legal ve paramiliter komünizmle mücadele süreçleri de malum. Özetle, bu konuda arpa boyu yol almış değiliz.
Daha kötüsü, şimdilerde otoriter rejimlerin tüm dünyada yükselişe geçtiği karanlık bir dönem içindeyiz.
Ukrayna savaşı, bu gidişata tüy dikmiş vaziyette.
Mesele sadece çeşitli nedenler ile otoriter siyasetlerin yükselişe geçmiş olması değil, fazladan küresel çerçevede ‘kıymete binmiş’ olması.
ABD ve Rusya’yı karşı karşıya getiren bu savaş sürecinde, bir ülkenin otoriter veya demokratik rejimle yönetiliyor olmasının, küresel siyaset çerçevesinde hiçbir önemi yok.
Yeni küresel çatışmanın, Batı ittifakı tarafından, “otoriter rejimlere karşı liberal demokrasinin mücadelesi” olarak tanımlanması, bedelini bizim gibi ülkelerin ödeyeceği kocaman bir ‘şaka’dan ibaret.
Mevcut koşullar altında, makbul ülke ve yönetim olarak kabul edilmek için, Rusya karşısında yer almak yeterli.
Hatta, o bile değil, iki tarafı idare etmek isteyenler için manevra alanı bulmak mümkün.
Tam da bu nedenle, düne kadar AB için tam bir sorun olan Polonya artık ‘otoriter rejim’ listelerinden çıkmış durumda.
Hindistan’da Modi yönetimi, üstelik de Rusya’ya karşı kesin tavır almamış olmasına karşın, uluslararası itibarını kaybetmek bir yana, paylaşılamayan bir müttefik haline geldi.
Biden’ın katil dediği Suudi Veliahtı’nın ayağına gitmesine rağmen, OPEC+ toplantısından ABD’nin istediği yönde karar çıkmadı.
Kısacası, Erdoğan Türkiyesi’nin bu koşullar altında kıymete binmiş olması hiç şaşırtıcı değil.
Bırakın sansür yasasını, mevcut iktidar sıkıyönetim ilan etse, Batılı müttefiklerin umurunda olmayacak.
Bu gerçeğin farkında olmamak veya bu gerçekle yüzleşmekten kaçınmanın muhalefete hiçbir faydası yok.
Yani “aleme rezil olduk, uluslararası itibarımız zedeleniyor” türünden muhalefet yapmak abesle iştigalden başka bir şey değil.
Sansür yasası, bu ülkede yaşayanlara hayatı dar edecek, muhalefetin işi bunu vurgulamak, özgürlüklerin “entellektüellerin bir fantazisi” olmadığını, neden ekmek kavgası kadar önemli olduğunu anlatmak olmalı.
İkincisi, ABD ziyaretinde, belli ki Batı ittifakına olumlu mesaj vermek çabası ile “Türkiye Ukrayna’nın yanında yer almalıydı” açıklaması yapan Kılıçdaroğlu, belli ki, Ukrayna savaşı çerçevesinde Türkiye’nin kazandığı manevra alanının önemini tam olarak kavramış değil.
Oysa, zamanında İnönü’nün denge politikası izleyerek Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı dışında tutması, CHP’nin tarihi ile en çok övünç duyması gereken konuların başında gelmeli, ilham kaynağı olmalıydı.
Buna karşın, Soğuk Savaş döneminde, gözü kara bir ABD/Batı müttefikliği siyaseti izlemiş olan, AK Parti’nin mirasçısı olmaktan övünç duyduğu Demokrat Parti/Menderes iktidarı idi.
Üçüncüsü, dünyada enerji krizi yaşanırken, Türkiye’nin Rusya ile iyi geçinmek suretiyle avantaj kazanması, muhalefet açısından küçümsenecek bir konu olmamalı.
Bu tür bir muhalefet söyleminin seçmen karşılığı olmaz.
Diğer taraftan, bazılarının sandığı gibi, konu “Putin’in Erdoğan’a kıyağı” değil.
Maalesef, muhalefet adına yorum yapanların çoğu, hala Batı ittifakının bir ilkeler ve değerler dünyasını temsil ettiğini varsayıyor.
O nedenle, sadece otoriter liderin diğerlerini kolladığını sanıyor. Oysa, yukarıda izah etmeye çalıştığım gibi, söz konusu olan, Erdoğan Türkiyesi’nin Batı ittifakı açısından da kıymete binmesi.
Bu arada, zamanında AK Parti iktidarına “Merkel’in kıyağı”nı, hatta daha geniş çapta AB’nin, göçmen sorununu Türkiye’ye yıkmak karşılığında, insan hakları mevzusunu rafa kaldırmasını, Osman Kavala konusunu kuru laflarla geçiştirmiş olmasını da hatırlamakta fayda var.
Kısacası, etkin muhalefet yapabilmek için dünyada olan biteni geniş bir açıdan, ince okuyarak izlemek ve Türkiye’deki izdüşümlerini hesaba katmak gerekiyor diye düşünüyorum. Bilmem anlatabildim mi?
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com