?>

Said Nursi’den Muhammed Mursi’ye, Akif’in kurduğu İhvanı Müslimin Teşkilatını Türkiye mi bitirdi?

Ömür Çelikdönmez

6 yıl önce

- Ve binlerce Müslüman Kardeşler mensubu gibi Muhammed Mursi de şehadete kavuştu!.. Şehitlerin ruhu şad olsun!.. Mursi, Mısırlılar'ın Erbakan’ıydı; Erdoğan’ı kim olacak?

Türkiye’deki Mısır kaynaklı İslami bilgilen(dir)me sürecinde öncü kurumun Milli İstihbarat Teşkilatı olduğunu çoğu kimse bilmez.

1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra Milli Amele Hizmet (MAH) bünyesinde gerçekleştirilen bir dizi yeniden yapılanma sonrasında, 01 Mart 1966 - 23 Temmuz 1971 arasında MİT Müsteşarlığı görevinde bulunan Mehmet Fuat Doğu; Mit Personeli Diyanet İşleri Başkan Vekili Yaşar Tunagür’e, Seyyid Kutub’un “İslamda Sosyal Adalet” adlı kitabının Türkçe çevirisini yaptırır. Amaç Komünizm tehlikesine karşı, dini bir duyarlılık oluşturmaktır.

Hasan El Benna sonrası lider jenerasyonun, İhvan-Türkiye bağlantısından pek haberdar olmadıkları, Seyyid Kutup’un Türkiye ve liderlerine yönelik eleştirilerinden anlaşılmaktadır. Seyyid Kutup’un kitaplarının 1950–1960 arası Türkiye’de basılması ve geniş okuyucu kitlesine ulaşması, hiç şüphesiz Türk halkı üzerinde bariz iz bırakmıştır.

Seyyid Kutub’a ait kitapların Türkiye’de ilk kez yayınlanması 1964’te Hilal Yayınları arasından çıkan “Din Dediğin Budur” kitabının çevirisi ile gerçekleşir. 

Hilal Dergisi, onun “Mısır Firavunu” tarafından idam edildiği haberini Eylül 1966 tarihli derginin kapağından verir.

Kutub, Kur’an bütünlüğü içinde “Yoldaki İşaretler” kitabı ile ulaştığı tespitlerinden vazgeçip Mısır’ın ulusalcı ve işbirlikçi diktatörü Cemal Abdunnasır’dan özür dilemediği için iki arkadaşıyla birlikte 29 Ağustos 1966 günü idam edilmiştir. 

Kutub da sadece inandıklarını söyledikleri ve Allah’ın ayetlerini örtmediği için idam edilen sıddıkların kervanına katılmıştır.

İstanbul merkezli faaliyet gösteren bazı dernekler Müslümanların idam haberinden hemen sonra, 1966 Eylül’ü içinde Cağaloğlu’ndaki MTTB salonunda “Seyyid Kutub’u Anma Toplantısı”  düzenler.

Toplantının konuşmacıları Sezai Karakoç ve daha sonra Seyyid Kutup aleyhine ifadeler kullanacak olan Necip Fazıl Kısakürek’tir.

Türk halkının Müslümanlar Kardeşler Teşkilatı ile tanışıklığı Mehmet Akif Ersoy’la başlar!..

“Arap Baharı” süreci başladığında aklıma ilk gelen isim Mehmet Akif Ersoy olmuştu. İstiklal Marşı şairimizin, Mısır’da kaldığı yıllarda Müslüman Kardeşler yani İhvanü’l-Müslimin teşkilatının kurulmasında büyük emeği geçmişti. 

2006 yılından beri yaptığım araştırmalarda merhum Akif’in Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kurulmasında oldukça önemli bir vazife üstlendiğini Türk kamuoyunda ilk kez ben ortaya koymuştum.

2012 Mayıs’ta Araştırma ve Kültür Vakfı Ankara merkezinde bu konu ile ilgili bilgilerimi paylaştığımda, Akif’le ilgili araştırmaları, tekelinde gören bir şahsın yandaşları tarafından, “-Eğer böyle bir durum olsaydı Akif otoritesi olan beyefendi bu konuya mutlaka değinirdi” şeklinde itirazlarda bulunulmuştu.

Akif merhumun Birinci Dünya Savaşı yıllarında Teşkilat-ı Mahsusa’da bilfiil vazife yaptığı bilinen bir konu olmasına rağmen, Cumhuriyet sonrası Mısır’a gidişini Akif’in kişiliğine rağmen sanki “münzevi bir insanın göçü” gibi değerlendirilmesi, Akif’in asıl meslek ve misyonunun bilinmemesinden kaynaklanmaktadır.

-Mustafa Sagir-

Oysa Burdur Mebusu olarak TBMM’de bulunduğu yıllarda, İngilizler’in casusu Mustafa Sagir’i deşifre edip, yetkililere bildiren de Akif’tir. Hint asıllı Müslümanlardan olan Sagir, Mısır’da bulunduğu yıllarda İngilizler’e hizmet etmiş, muhalif birçok Mısırlı’yı, İngilizler’e ihbar etmişti. Akif sayesinde su testisi suyolunda kırıldı. 

Akif; Teşkilat-ı Mahsusa’da görevli olduğu dönemlerde, Mısırlı birçok teşkilat mensubuyla müşterek operasyonlara katılmıştı. Bu isimlerin başında Türkiye’de özellikle Bediiüzzaman Said Nursi’nin arkadaşı olduğu için Nur talebelerinin yakından tanıdığı Abdülaziz Çaviş gelir.

-Abdülaziz Çaviş-

Çaviş’in “Anglikan Kilisesine Cevap” isimli kitabı, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından onlarca kez neşredildi. Benim araştırmalarıma göre İhvanü’l-Müslimin teşkilatının kurulmasında Mehmet Akif’in katkısı çok büyük.

Teşkilat, resmi olarak Hasan El-Benna tarafından 1928’de Mısır’ın İsmailiye kentinde kuruldu. Teşkilat, Halifeliğin ihyasından yanaydı ve İngiliz karşıtı bir söylemi vardı.

Teşkilat kurulmadan önce Hasan el Benna’nın istişare ettiği, sohbetlerine katıldığı, ilminden istifade ettiği isimler, Akif’in Teşkilat-ı Mahsusa’da yakın çalışma arkadaşlarıdır.

Hasan El Benna’nın hatıralarında bu isimlere geniş yer verilir. 

Zaten El Benna’nın babası da Teşkilat-ı Mahsusa elemanı olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında Muğla’ya götürülmüş ve orada bir çiftlik evinde özel eğitime tabi tutulmuştu. Akif’in, İhvan’la ilişkileri görünürde yok gibidir. Sebebine gelince İngiliz istihbaratının Ortadoğu merkez üssü Mısır’dır ve özellikle Türkiye’den gelenler takip edilmektedir. 

Akif’in kendisine “Cumhuriyet muhalifi” görüntüsü verdiğine dair bir rivayet olmamasına rağmen kişiliği ve şiirleri dolayısıyla, Mısır’da bulunan Türkler tarafından muhalif görüldüğü anlaşılmaktadır. 

Akif, İhvan’la ilişkilerini Mısırlı dostları üzerinden gerçekleştirmiş, İngiliz istihbaratının radarına yakalanmamaya dikkat etmiş ve bunda da başarılı olmuştur.

Bu dostları, 1929’da vefat eden Abdülaziz Çaviş ile 1954’te vefat eden Muhammed Ferit Vecdi’dir. 

-Muhammed Ferit Vecdi-

Aslında bu isimler haricinde de dostları olduğu ve bu dostlarının Hasan el Benna’nın etrafında halkalandığı Hasan el Benna’nın hatıratlarından anlaşılmaktadır. 

"Nurculuk Hareketi"nin Müslüman Kardeşler’e bakışı…

1951–1952 tarihlerinde Bağdat’da çıkan “Eddifa” gazetesinin başyazarı İsa Abdülkadir, Risale-i Nur, Nur talebeleri ve Said Nursi hakkında övgüye değer makaleler yayınlamıştır. Irak’la irtibatını sağlayan bir başka talebesi de Ahmet Ramazan’dır. 

İsa Abdülkadir, o yıllarda büyük gelişme gösteren Müslüman Kardeşler teşkilatı ile Nurculuk hareketinin mukayesesini yapmıştır:

Nur Talebeleri ile İhvan-ı Müslimin Cemiyeti arasındaki benzerlikler ve farklılıklar nelerdir?

Bağdat’ta çıkan “Ed-Difa" gazetesi, Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:

"Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? 

Hem farkları nedir? 

Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? 

Ve onlar da onlardan mıdır?”

Ben de cevap veriyorum ki: 

Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn Cemiyeti’nin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle farkları var:

Birinci fark: 

Nur talebeleri, siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar, ta ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil. 

İhvan-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.

İkinci fark: 

Nurcular, Üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket bir dershane hükmünde, Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.

Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor. 

İhvan-ı Müslimîn ise, umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar. Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiyatını verip, alıp, onlardan ders alıyorlar. 

Üçüncü fark: 

Nur talebeleri, aynen, âli bir medresenin ve bir üniversite darülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar. 

Dördüncü fark: 

Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu’ edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. 

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.

Beşinci fark: 

Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’ân okumak için elifbayı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var.

Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur’ân-ı Mecîdin hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka birşeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar.

Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. 'Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar' diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar. 

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.

Altıncı fark: 

Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalâlete karşı mağlûp olmamak içinve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından çekiniyorlar. 

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap sebebiyle, Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.                                                                                         İsa abdülkadir” 

Bu karşılaştırmada yer almayan ama bilinen bir gerçekte, Risale-i Nur hareketi ile Müslüman Kardeşler hareketinin ortak bir paydası, İngiliz sömürgeciliğine ve yayılmacılığına karşı çıkmalarıdır. Nitekim Bediüzzaman, İstanbul’u işgal eden İngiliz kuvvetlerine karşı mukavemette bulunmuş, Milli Mücadele’nin meşru olmadığı hakkında İngilizlerin baskısıyla verilen fetvayı eleştirmiş, milli kurtuluş hareketinin meşru olduğunu kamuoyuna ilan etmiştir.

Said Nursi, Müslüman Kardeşler’in öldürülen Başkanı Hasan El Benna’yla mektuplaşmıştı…

-Hasan El Benna, Said Nursi-

Türkiye kökenli Risale-i Nur Hareketi’nin çağdaş İslami hareketlerle kendini anlamlandırma çabası içinde olduğu görülmektedir. Nitekim Türk olmayan sınır dışından kendilerini nurcu olarak nitelendirenlerin kendi bölgelerindeki İslami hareketlerle ilgili değerlendirmelerin bizzat Risale-i Nur müellifi tarafından risalelere alınmaları bunun işareti.

Hasan El-Benna’nın ismi, Pakistanlı M. Sabir’in mektubunda zikredilmektedir. Pakistan Karaşi Üniversitesi’nde asistan olan M. Sabir, birçok mektup yollamış ve bu mektupları Risale-i Nur’a alınmıştır. 30 Mart 1957 tarihli mektubunda;

“Said Nursi Hazretlerine burada çok hürmet vardır. Onu severiz, onun sıhhat ve uzun hayatı için dua ederiz. İslâm dünyasında Said Nursî'nin eşi yoktur. Mısır'da bir Hasanü'l-Benna vardı (şehit edilmiştir); Yutmiz’de İkbal vardı (vefat etmiştir); hâlen bir Mevdudî var. Başka büyük adamlar da vardır; lâkin Üstadımız gibi yoktur. Üstad, İslâm dünyasının cevheridir. Onun hakkında malûmat azdır. Onun eserleri Farsça, İngilizce ve Orduca’ya tercüme edilmemiştir. Lâkin istikbalde olacaktır” (Tarihçe-i Hayat, 1994, s. 622) şeklinde duygularını ifade etmişti.

Said Nursi’nin İslam âleminin, özellikle Osmanlı Devleti’nin hal-i hazırdaki durumuyla, Avrupa’nın istikbali hakkında görüşleri ve siyasat-i âlem ve dünya hadisatı ile ilgili fikir ve düşünceleri, ilgiye izleniyordu. 

Nitekim Birçok batı lisanı ve batı felsefe ekollerini bilen Abdülaziz ÇavişSaid Nursi’nin gazetelerde neşredilen nutuk ve makalelerini takip etmiş, Mısır’ın en büyük gazetelerinden El Ahram’da Bediüzaman hakkında “Fatin-ul asır Bediüzzaman” başlıklı seri makaleler yazmıştı. 

Bu makalelerden haberi olan Mehmet Akif Ersoy; Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönem Erzurum milletvekillerinden Mehmet Salih Yeşiloğlu’na aktarmıştı.

-Mehmet Salih Yeşiloğlu-

Abdülaziz Çaviş’le Said Nursi’nin tanışıklığı, Darül-Hikmeti’l-İslamiye’de görev aldıkları yıllara uzanıyordu. 

Abdülaziz Çaviş, Tunuslu Salih Şerif’le birlikte bütün İslam dünyasında Teşkilatı Mahsusa’nın hazırladığı İngiliz aleyhtarı bildiriler dağıtmış, Âlem-i İslam’ın esaretten kurtulması için büyük gayretler göstermişti.

Bediüzzaman’ın “Hutbe-i Şamiye” isimli eseri 1952’de kardeşi Molla Abdülmecid tarafından geniş şekliyle, Türkçe’den Arapça’ya tercüme edilerek Türkiye’de Suriye’de ve Mısır’da birkaç defa basıldı. 1973’de Asım Hüseyni, adı geçen eseri Türkçe’sinden yeniden Arapça’ya çevirdi. Mısırlı ulema, Said Nursi’yi 1909’da İstanbul’a gelen Mısır Cami-ül Ezher Reisi Şeyh Bahid’le olan mülakatından tanıyordu.

-Cami-ül Ezher Reisi Şeyh Bahid-

Şeyh Bahid’in Said Nursi’ye, “Osmanlı’nın geleceğini nasıl görüyorsun” şeklindeki sorusuna; “Osmanlı bir Avrupa devletine, Avrupa da bir İslam Devletine hamiledir” cevabını vermiş, bunun üzerine Şehy Bahid; “Ben de böyle düşünüyordum amma bu kadar veciz ifade edememiştim” demişti. 

Ayrıca, 1946–1947 yılında Hac yolunun açılmasıyla, Hacca giden Nur talebeleri, götürdükleri Nur mecmualarını oradaki Müslüman büyük din şahsiyetlerine hediye etmeleriyle, İslam Âlemi Türkiye’deki Nur cemaatinin faaliyetlerinden haberdar olmuştu. 

Said Nursi’yi Ortadoğu’da tanıtan bir başka isim de, 1920 Şam doğumlu Ömer Adil Mehalifçi’dir. 

Suriye hapishanelerinde ve Taif’te uzun yıllar vaizlik yapan bu isim, Bediüzzaman’la Isparta’da görüşmüştür. Müslüman Kardeşler’le ve Hasan El Benna ile çok yakın ilişkileri olan Mustafa Runyun da, bilindiği gibi El Ezher mezunudur ve Türkiye’ye döndükten sonra 1957’de DP’den Milletvekili seçilmiştir. Bediüzzaman - Runyun görüşmesi 1952’de Kastamonu’da gerçekleşmişti. 

Said Nursi’nin Hasan El Benna’ya bir mektup yazdığını ama bu sıralar El Benna hayatta olmadığından mektubun ulaşamadığı iddia edilmişti. Sözü geçen mektup, Said Nursi tarafından 1950’den önce Eskişehir, Emirdağ ve Isparta’da görüşen Ahmet Ramazan’a verilmişti. Said Nursi, Mısır’da İhvan-ı Müslimin cemiyetinden beş kişinin, Devlet Başkanı Nasır’ın emriyle idam edildikleri gece çok rahatsız olmuş, büyük bir ıstırapla kıvranmış ve ağlamıştır. 

Bu haberi aldıktan sonra; “Alem-i İslam’a indirilen darbelerin, en evvel benim kalbime indiğini hissediyorum” demiştir. 

İhvan ve Risale-i Nur liderlerinin birbirleriyle irtibatlı oldukları anlaşılmaktadır. 

Nitekim Mustafa Özcan, bu konuyla ilgili şu bilgileri vermektedir; 

“Hem Said Ramazan (ihvan), hem de Ahmet Ramazan (Risale-i Nur) iki ekolün postacısıdır. (Ulak- haberleşmeyi sağlayan) Enteresan bir tevafuk eseridir ki, Hasan el Benna, Said Ramazan’ı Pakistan`a gönderirken Bediüzzaman da Ahmed Ramazan`ı Pakistan’a göndermiştir. Hem de yaklaşık aynı tarihlerde. 

Bundan dolayı Said Ramazan`ı anlatırken sanki Ahmet Ramazan’ı anlatır gibiyim. Bu insan Bediüzzaman`ın Tarihçe-i Hayat adlı kitabında ‘Bediüzzaman Said Nursi ve Hariç Memleketler’ kısmında Pakistan’la alakalı bir mektubu bulunan Ahmed Ramazan’dır. 1927’de Malatya’da doğan Ahmed Ramazan 1950’lerde Büyük Doğu mecmuasında çalışır. Üstad Bediüzzaman’la Emirdağ, Eskişehir ve Isparta`da görüşmeleri olur.

1980 sonrası ilişkiler…

1980 sonrası Türkiye-İhvan ilişkileri daha açık zeminde sürdürülebilir bir nitelik kazandı. Türkiye; PKK terör örgütüne verdiği destekten dolayı Hafız Esad’a karşı Suriye’de silahlı mücadele veren Müslüman Kardeşler’e yardım etmiş, teşkilat mensupları bizzat Türkiye’de eğitilmiş, Müslüman Kardeşler’e kamplar tahsis edilmiştir.

Suriye sınırı boyunca Türk topraklarında İhvan’a barınma ve eğitim kolaylıkları sağlanmıştır. Türk istihbaratı, Ceylanpınar, Mersin, İskenderun ve Yalova gibi yerleşim merkezlerinde İhvan mensuplarının barınmalarını ve askeri eğitim yapmalarını sağlamıştır.

-Prof. Dr. Muhammed Es- Savvaf (Arkada sarıklı olan)-

Sınırdan geçiş kolaylıkları yanında Türkiye, gizlice bu örgüt mensuplarına lojistik vermiş, karşılığında İhvan mensuplarından PKK faaliyetleri hakkında istihbarat bilgileri almıştır. Bu çerçevede, İhvan’ın Suriye liderlerinden, Suriye kökenli Suudi Arabistan vatandaşı Prof. Dr. Muhammed Es- Savvaf’ı, Yalova’ya yerleştirilmiş, güvenliği bizzat Türk Emniyet Teşkilatı ve MİT tarafından sağlanmıştır.

-Prof. Dr. Muhammed Es- Savvaf, arkasında ihvan Bayrağı-

Savvaf, kendisiyle yapılan bir söyleşide; “Türkiye’nin Türk bayrağı altında Müslüman” olduğunu ifade etmiştir.

Kısa süren Müslüman Kardeşler iktidarında Türkiye - Mısır ilişkileri…

Hüsnü Mübarek’i istifaya zorlayan 2011 yılındaki halk devriminin ardından İhvan mensubu Muhammed Mursi, 2012’de ülke tarihinde demokratik yollarla göreve gelen ilk Cumhurbaşkanı olmuştu.

Başbakan Erdoğan, 17 Aralık 2012’de Mısır temasları çerçevesinde Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ile bir araya gelmişti; ayrıca 8 Aralık 2012’de Mısır'da yaşanan karışıklık nedeniyle Cumhurbaşkanı Mursi'yi telefonla arayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, diyalog tavsiyesinde bulunmuştu. Sonuç malum.

"Muhafazakâr Demokrat İslamcılar"ın "Monşer" dediği Türk Diplomatlar Mısır muhalefetini yönlendiriyordu!..

Türkiye’nin, Müslüman Kardeşler Teşkilatı ile kuruluşundan itibaren irtibatının “Saman altından su yürütülmesi” deyiminde olduğu gibi sürdürüldüğü söylenebilir. 

Bu irtibat, her türlü lojistik desteği içeriyordu. 

Nasır’ın on binlerce Müslüman Kardeşler mensubunu öldürttüğü, hapislere doldurduğu, akıl almaz işkenceler yaptırttığı dönemde, Türkiye Cumhuriyeti Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Fuat Doğu’nun İhvan liderleri Seyyid Kutub ve Abdulkadir Udeh’in eserlerini Diyanet personeli Yaşar Tunagür’e tercüme ettirdiği bir gerçek.

İhvan liderlerine verilen Türk pasaportları ile rahat seyahat etmelerinin sağlandığı ve Türkiye’de ikamet etmelerine izin verildiğini bilen biliyor.

Hatta “İslamcı camia”nın da diktatör dediği, 12 Eylül askeri yönetiminin dahi, Suriye İhvanı lideri Adnan Sadettin ve diğer yöneticilere sahip çıktığı, hatta İhvan mensuplarına Yalova’daki askeri üslerde eğitim verdirdiği yazıldı çizildi.

AK Parti iktidarlarının Mısır’daki Müslüman Kardeşler’e verdikleri siyasi desteğin bu örgüte yaramadığı ortada. 

İslamcı camia”nın beğenmediği ve “Monşer” nitelendirmesiyle aşağılamaya çalıştığı Hariciye mensuplarının onlarca yıldır adeta cam bir fanus içinde özen göstererek büyüttüğü, gelişmesine imkan verdiği, yönlendirdiği İhvanı Müslimin teşkilatının Mısır’da ve Suriye’de yaşadığı hezimet ne yazık ki Türkiye’nin eseridir. 

Bir uzmanın dediği gibi; “Türkiye, bölgedeki büyük ağabeylik rolünü kaybetti ve ihtilaflarda sıradan bir oyuncu haline geldi.

Erdoğan, Mısır ziyaretinde Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler'i uyarmıştı!..

Ancak hakkını yememek lazım;  dönemin Başbakanı Erdoğan, Mısır’daki ayaklanmalar daha yeni başladığında Kahire ziyaretinde Muhammed Mursi ve iktidardaki İhvan partisini uyaran bir konuşma yapmıştı. Sekülerizmi destekleyen konuşmasında; Müslüman Kardeşler’i şok eden açıklamalarda bulunmuş, bölgedeki Müslümanlara, seküler demokrasinin İslami değerlerle yan yana yürüyebileceğini söylemişti.

Bununla birlikte Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’e verdiği açık destek, gerçekten bir strateji hatası olarak tarihe geçti. 

Bir diğer hatası da Mısır’da seçimleri kazanarak iktidara gelen İhvan yönetiminin kurumsallaşmadan, Mısır’ı konuşlandığı coğrafyada stratejik partneri kabul ederek, yeni bir bölgesel ittifak projesi kapsamında başta Afrika olmak üzere, daha geniş coğrafyalara birlikte açılma eyleminin baş aktörü olarak kabul etmesiydi.

 Yanlış hesap Bağdat’tan değil ama Kahire’den döndü!

Ve binlerce Müslüman Kardeşler mensubu gibi Muhammed Mursi de şehadete kavuştu!

Mısır’da askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılan Mısır eski Cumhurbaşkanı 67 yaşındaki Muhammed Mursi, yıllarca sert hapishane koşullarının ardından, kendisine açılan casusluk suçlamasına ilişkin davanın duruşmasında öldü.

Müslüman Kardeşler liderinin cezaevinde işkence ve kötü muameleye maruz bırakıldığı biliniyordu.

Mursi, beş yıl tek kişilik hücrede tutuldu, doğru dürüst yemek verilmediği gibi aldığı ilaçların tamamını kullanması da engellendi. 

Mısır Adli Tıp Kurumu’nun hazırladığı “Resmi ölüm raporu”nda Muhammed Mursi'nin iyi huylu bir tümörü bulunduğu, sürekli tıbbi gözetim altında olduğu ve ölümünün kalp krizinden kaynaklandığı kaydedildi. 

Mursi, mahkeme salonlarında yavaş yavaş öldürüldü...

Mursi, ailesine hücresinde yatak olmadığı, soğuk betonda yatmaktan boynunun ve sırtının ağrıdığını söylemişti. 

Mursi’nin sol gözünde bir sorun olduğu, hapishane doktorunun ameliyat edebileceği ancak ameliyat sonrası takibinin yapılmayacağı kendisine söylenmişti. 

Diyabet hastası Mursi, birkaç kez yeterli sağlık hizmeti sağlanmadığı için şeker komasına girmişti. 

Mursi, hayatından endişe ettiği için hapishane yemeklerini yemekten kaçınıyor, konserve gıdalarla beslenmeye çalışıyordu. 

Mursi’nin cezaevinde gazete okumasına ve televizyon izlemesine de izin verilmiyordu. 

Muhammed Mursi’nin oğlu Ahmet Mursi, babasının Kahire’de toprağa verildiğini duyurdu. Mursi'nin naaşının aile kabristanına defnedilmesi yönündeki talep, Mısır makamları tarafından reddedildi.

Mursi, yoğun güvenlik önlemleri altında ailesi ve avukatlarının eşliğinde Tora Cezaevi’ndeki Leman Mescidi’nde sabah namazına müteakiben kılınan cenaze namazından sonra, Kahire'nin doğusunda, Medinet Nasr semtindeki Müslüman Kardeşler'in (İhvan) mürşitlerinin defnedildiği kabristanda yerel saatle 05.00'te toprağa  verildi. 

Mursi'nin defin işlemine eşi, çocukları ve iki kardeşi ile ayrıca halen cezaevinde bulunan ortanca oğlu Usame de cenazenin defni esnasında hazır bulundu.

Şehitlerin ruhu şad olsun!..

Zalimler için yaşasın cehennem.

Mursi, Mısırlıların Erbakan’ıydı, Erdoğan’ı kim olacak?

.

Ömür Çelikdönmez, dikGAZETE.com

Twitter'da bizi takip edin: @oc32oc39 , @dikgazete

MUHAMMED MURSİ İLE İLGİLİ HABERLER İÇİN TIKLAYIN

YAZARIN DİĞER YAZILARI