ŞAM, Suriye
Suriye 1517 yılında Osmanlı topraklarına katılmış, 24 Temmuz 1920 yılında Fransız mandası haline gelene kadar -yani tam 403 yıl- Osmanlı himayesinde kalmıştır.
Fransızlar bölgeye parçalama gayesiyle geldiklerinde, bölgede herhangi bir mezhep ya da dini ayırım yapılmadan herkes “Şamlı” yani Suriyeli sayılırdı.
O dönemde Şam bir şehir değil, bugünün Suriyesi ve Lübnan topraklarını da içine alan coğrafyanın adıydı.
Bugün ise “Şam” olarak ifade ettiğimiz şehrin esas adı Dimeşk’tir.
Kimisi bu şehre “Şam” kimisi “Dimeşk” diyor ama Suriye Arap Cumhuriyeti’ndeki resmi adı Dimeşk’tir.
1920 yılından itibaren Fransızların, Hristiyan Marunileri kayırmaya başlamasıyla, toplumda önce dini daha sonra da mezhepsel hassasiyetler başladı ve bu hassasiyetler gitgide derinleşerek günümüze kadar gelindi.
Fransızlar, kayırdıkları Marunilerin de desteğini alarak 1923 yılında Lübnan’ı söz konusu Şam coğrafyasından kopararak oraya ayrı bir devlet statüsü verdi.
Bu yeni kurulan Devlet “Laik” olarak tanımlansa da uygulamada Sünnilere, Şiilere ve Hristiyanlara ayrı ayrı makamlar tahsis edilmesiyle birlikte, “Laiklik” adı altında aslında mezhepçi ve laiklikten uzak bir devlet inşa edilmiş oldu.
Lübnan Anayasasında “laik devlet yapısı” olduğu ifade ediliyor olsa da Başbakan “Sünni”, Meclis Başkanı “Şii” ve Cumhurbaşkanı “Hristiyan” olmak zorundadır.
Laik anlayışa aykırı olan bu yapı sebebiyle Lübnan’da, son yüz yıldır istikrarsızlık ve toplumsal çatışma iklimi devam etmiştir.
Lübnan’da kurulan mezhepçi yapı, zamanla ırkçı bir hal alırken bazı kesimlerde de milli kimlikten ziyade dini kimliklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
1948 yılında Filistin topraklarında İsrail’in kurulması, Filistin’den sonra en çok Lübnan’ı etkilemiştir. Çünkü Filistinliler “İsrail zulmü”nden kaçarak Lübnan’a kontrolsüz bir şekilde yerleşmiştir.
Fransa’nın ektiği nifak tohumları burada da kendini göstermiştir, nitekim 13 Nisan 1975’te Hristiyan Maruniler “Filistinli mülteciler”e ülkelerini korumadıkları ya da Lübnanlı olmadıkları için değil sırf farklı din mensubu oldukları gerekçesiyle saldırdı.
Saldırıda resmi kaynaklara göre 27 kişi hayatını kaybetse de, olaylar bununla sınırlı kalmadı.
Lübnan’da farklı din ve mezheplere mensup grupların tamamı birbiriyle savaşır hale geldi ve bu iç savaşlar 15 yıl boyunca devam etti.
Bu sırada yeni kurulan İsrail Devleti bu çatışma ortamında “bölgesel kalıcılığını” sağlayan adımlar atmıştır.
Bu dönemde Filistinlilerin, Filistin’den göç etmesinin önü açıldı, bölgede radikal terör gruplarına da zemin hazırlandı.
Lübnan’daki olaylar ve Fransızların 1923 yılından itibaren kurduğu sistem, Suriye’de de bazı dini hassasiyetleri tetikledi. Sonuçta Lübnan halkıyla Suriye halkı akrabadan da öte bağlara sahipti.
Bir tarafta oluşan hassasiyet, mutlak anlamda diğer tarafta da oluşacaktı.
Fakat Suriye’deki “güçlü merkezi yönetim”, oluşan bu hassasiyetlerin gün yüzüne çıkmasını bir süre engellemiş olsa da, 1982 yılında Suriye’nin Hama şehrinde “mezhepçi bir ayaklanma” çıktı. Suriye’deki “Baas” yönetimi, bu ayaklanmayı kolluk kuvvetleriyle kısa sürede bastırdı.
Bütün bu hassasiyetlerin gün yüzüne çıkmasını uzun yıllar boyunca engelleyen Suriye, bu hassasiyetlerin fikirsel açıdan da ortadan kalkmasını başaramamış olacak ki “Arap Baharı” denilen “BOP” projesi devreye sokulunca, Suriye’de etnik ve mezhebi grupların birbiri ile çatıştığı bir ortam yaratıldı.
Suriye Arap Cumhuriyeti, bu olayları daha fazla büyümeden engellemeye çalışsa da, bu gruplar zamanla yabancı ülkelerden finanse edilen taşeron örgütlere dönüşmüştür.
Suriye’deki krize 64 ülkenin müdahil olduğunu göz önünde bulundurursak, bunun bir iç savaştan ziyade, 185 bin 180 kilometre karelik alana yayılan yeni bir dünya savaşına dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Halbuki Suriye yönetimi laikti ve böylesi mezhepçi/ayırılıkçı çatışmaların olmaması gerekiyordu. İşte tam bu noktada esas sorun, Suriye’nin yüz yıldır kendi halkından ayrı tutamayacağı komşu ülke olan Lübnan’ın yapısıydı.
Suriye, ne kadar laik olursa olsun, tamamıyla akraba olduğu Lübnan’da bu dini hassasiyetler devam ettiği sürece, ilk fırsatta bu sorunlarla karşılaşması ve dolayısıyla yabancı kuvvetlerin Suriye’ye müdahalesi kaçınılmazdı.
Suriye-Lübnan ilişkisi Türkiye tarihi açısından çok önemli ve bugün belirlenecek stratejiler açısından da ders niteliğindedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Lozan’da çözemediği sorunlardan birisi Hatay meselesiydi.
Fransızlar, bölgeden çekilmek zorunda kaldıklarında, Lübnan’da yaptıkları gibi bölgenin her tarafında istikrarın önünde engel olabilecek “nifak tohumları” ekerek çekilme hedefindeydiler.
Bu tohumları Hatay’da da ekerek Suriye’nin batısında kalıcılaştırdığı “nifak tohumları”nı Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin ise güneyinde de kalıcılaştırmak istiyordu.
Fransa, Hatay bölgesinde Türkiye’den ayrı bir devletin alt yapısını oluşturarak, Anadolu’da da Lübnan’da olduğu gibi etnik ve mezhebi farklılıklara dayanan, çatışma iklimi yaratan, krizler ve kaosla anılan bir Anadolu yaratma çabası içindeydi.
Bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk, Suriye/Lübnan coğrafyasında oluşturulan -çatışma ve krizlere açık- parçalı yapının bir benzerinin Türk toprağı olan Hatay’da da yaratılmasının, orta ve uzun vadede Türkiye’ye olumsuz yansıyacağını gördü!
İşte bu sebeple, Türk toprağı olan Hatay’ın düşman elinde esir kalmaması için çok yönlü bir girişim başlattı.
Sonuçta Türk toprağı Hatay’ın düşman elinde esir kalması kabul edilemezdi.
Bu esaretin din ve ırk hassasiyetleri yaratılarak olması ise Türkiye Cumhuriyeti için öncelikli bir “bekâ” meselesiydi.
Bu süreçte Mustafa Kemal Atatürk her ne pahasına olursa olsun Hatay’ın anavatana katılması gerektiğini vurguluyor; “Hatay benim şahsi meselemdir” sözüyle de kararlılığını gösteriyordu.
Nihayet Hatay, Mustafa Kemal Atatürk’ün hazırladığı zemin ve gösterdiği kararlılık sayesinde 29 Haziran 1939 yılında anavatana katılmış, böylece Lübnan örneğinde olduğu gibi ilerde -etnik ve mezhebi olarak- oluşması muhtemel birçok sorunun önüne geçilmiş olundu.
Görüldüğü üzere Cumhuriyetimizin ilk yıllarında yöneticilerimiz düşman kuvvetlerinin planlarını iyi analiz etmiş ve art niyetli projelerin ülkemizin içine sirayet etmesini engellemişlerdir.
Bugün aynı düşman kuvvetleri, “Arap Baharı” sürecinde yeniden bölgemize gelmiş bulunmaktalar.
Yüzyıl önce olduğu gibi bugün de geldikleri yerlere nifak tohumları ekmeye maalesef devam etmekteler.
Bir yandan Suriye’nin Kuzeyinde ayrılıkçı bir terör devleti kurmaya başlarken, diğer yandan Suriye’nin farklı bölgelerinde etnik ve mezhebi hassasiyetler yaratmayı bildiler.
Bu hassasiyetlerin ve ihtilafların yaratılmasında, yukarıda belirttiğimiz üzere Lübnan’daki sosyal durumun büyük katkısı olmuştur.
Bu hassasiyetlerin yaratılmasıyla bugün Suriye’nin bir “federasyon devleti” olması tartışılmaktadır.
Kurulmak istenen bu sözde federatif devlet yapısının, zayıf bir merkezi idare ile yönetilip, toplumun etnik ve mezhebi olarak bölünmesi planlanmaktadır.
Yani Suriye’nin güneyinde Dürzilere, sahil kesiminde Alevilere, Şam ve Halep gibi yerlerde Sünnilere, kuzeyinde ise Kürtlere yönelik özerk yapılar oluşturularak, Suriye’de istikrarlı bir istikrarsızlığın oluşturulması planlanmaktadır.
Burada sorulması gereken soru, 90 yıl önce böylesi bir bölünme sürecine müsaade etmemiş olan Türkiye Cumhuriyeti, bugün buna müsaade edecek midir?
Bugünün yöneticileri, böyle bir duruma göz yumacak olsalar bile, Türk Milleti bunu reddedecektir.
Türk Milleti’nin son dönemlerde Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmelerini talep etmesinin temel nedeni de, Türkiye ve Suriye’deki demografik yapıların -sosyal dokuların- bozulmaması, iki ülkenin ticari ve siyasi olarak tekrar normalleşerek bölgenin eskisi gibi canlılık kazanması içindir.
Ayrıca bazı odakların “sığınmacılar” üzerinden bir takım planlar yapmasının ve sığınmacılara karşı yükselen “karşıtlığın” nefrete dönüşmemesi için, Türk Milleti biran önce Suriye meselesinin çözülmesini istemektedir.
Suriye’nin tekrar toparlanması ve ulusal yapısını koruyabilmesi için, Türkiye’nin yeni ve aktif bir Suriye politikası belirlemesi gerekmektedir.
Bu yeni bölgesel politikada, Suriye Devleti ile birebir görüşme yetkisine sahip tüm siyasi/diplomatik ve ticari kanalların açılması zaruridir.
Suriye’de oluşturulmak istenen “ayrılıkçı federatif” yapıların da önüne geçebilmenin ilk şartı “doğrudan görüşmeler” ile mümkündür.
Bu olayların başından beri görüldüğü üzere, Suriye’deki sorunlar devam ettikçe, Türkiye’nin bölgesel ve küresel politikaları da bundan etkilenmektedir.
Suriye’deki istikrarsızlık ve bölünme ihtimali de Türkiye’yi tehdit edecek bir etkiye sahiptir.
Dolasıyla Suriye bugün Türkiye’nin bekâ sorunu ve milletimizin de “şahsi meselesi” haline gelmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün geçmişte -Anadolu’nun güneyden bölünmemesi- yönündeki öngörüsüne binaen, bugün de Suriye’nin kuzeyden bölünmemesi gerekmektedir…
.
Deniz Büstani, dikGAZETE.com